Muhyiddin-i İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûsü'l-Hikem" adlı eserinde en ince bir sırra temas ederek şöyle buyurmuştur:
"Bu ilim ilm-i billâhın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir. Bu ilmi, Nebî ve Resûller'den görebilenler ancak Hâtem-i nübüvvet olan Muhammed Aleyhisselâm'ın mişkâtından görürler. Velilerden görebilenler de ancak onun mirasçısı olan Hâtem-i veli'nin mişkâtından (kandilinden) görürler."
Yani ya Hâtem-i enbiya'dan görür, ya da Hâtem-i evliya'dan görür. Çünkü Allah-u Teâlâ bu nuru bu ikisinin kandilinde koymuş, başka değil.
"Hatta peygamberler, o ilmi ne zaman müşahade etseler ancak Hâtem-i velâyet kandilinin ışığıyla görürler. Çünkü Resullük ve Nebilik keyfiyeti sona ermiştir. Velilik ise aslâ nihayete ermez. Kitap ile gönderilen peygamberler aynı zamanda velilerden olduklarından bahsettiğimiz ilmi ancak Hâtem-i evliya mişkâtından alırlar.
Şu hale göre onlardan aşağı mertebede bulunan veliler nasıl olur da o kaynaktan almazlar." (Fusûsu'l-Hikem, sh: 43-44)
Çünkü veli olduğu için, o nurdan vekâletini alıyor. Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş, öyle koymuş, murad-ı ilâhi öyle. Kime ne verirse! Hangi kandile nasıl akıtmışsa, nasıl tecelli etmişse öyle olur. Onun içindir ki size ifşâ edilen bu sırları inkâra kalkışmayın. Bu bir esrâr-ı ilâhidir.
Meselâ Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitaben:
"Sen bilmezken (Rabb'in) seni doğru yola eriştirmedi mi?" buyuruyor. (Duhâ: 7)
İşte bu şekilde oluyor. Hep O, hep O'ndan... Başka bir şey yok.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini muhatap kılarak şöyle buyuruyor:
"Ey Peygamber! Biz seni bir şâhid, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah'ın izniyle Allah'a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik." (Ahzâb: 45-46)
İşte bunlar hep o Kandil'den geliyor.
O nur sayesinde, o nur ışığından görebiliyor ve seyredebiliyor. "Bu budur!" diyor, o nur sayesinde sezebiliyor.
Bunun da sırrını Muhyiddin-i İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri diğer bir beyanında açıklamıştır:
"O öyle bir kaynaktan alır ki, Peygamber Aleyhisselâm'a vahiy getiren melek de aynı kaynaktan alır." (Füsûs-ül-Hikem)
Burada vasıta kalmıyor. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den sonra Cebrâil Aleyhisselâm vahiy getirmeyeceğine göre Hâtem-i veli'ye ezelden verilen nurdan alıyor, istifade ediyor. Velev ki peygamber dahi olsa. Çünkü peygamberler nübüvvet sahibi oldukları gibi velâyet haline de sahiptirler, yani aynı zamanda velidirler.
Velidir amma Hâtem-i veli'ye verilen onun velâyetine verilmemiş.
Bu noktaya çok dikkat edin, bu hususu kavrayan, bu mevzuyu kavrayabilir.
Bunun mânâsı:
Hâtem-i veli'nin velâyetine verilen, peygamberin velâyetine verilmediği için, peygamberin velâyeti o mişkattan alıyor demektir. O peygamberin velâyeti o nura muhtaç. Niçin? Hâtem-i veli'ye verildiği için.