Söylemiş olduğumuz şeyler, bize ulaşan bir rivâyette şöyle ifadesini bulmuştur:
"Şüphesiz cennet ehli bir şeylere yönelip meylettiklerinde, sonra herhangi bir şeye iltifat etmeksizin tekrar geriye dönerek ilâhi nimetlere ve Naîm'e erişirler. Onların bedenleri sekiz yüz yıl boyunca Naîm'in gösterişiyle dolup taşar. Aklı başında herhangi biri Naîm'de yiyip içilenlerin ziyadeliğini nasıl sayıp da hesap edemez."
Yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den bize ulaşan bir rivâyete göre, kendisine:
"Yâ Resûlellâh! Cennet nimetlerinin en üstünü hangisidir?" denildiğinde buyurdular ki:
"İzzet ve ululuk sahibi Rabb'in veçhine (cemâline) nazar etmektir!"
İbn-i Ömer -radiyallahu anh-den yine ona isnâd edilen merfû bir rivâyette ise şöyle buyurmuşlardır:
"Cennet ehli nimetlere eriştirildiğinde hepsine eriştirilirler ve zannederler ki ondan daha üstünü yoktur. Nihayet Azîz ve Celîl olan Rabb'leri onlara tecelli eder, Rahmân'ın veçhine baktıkları zaman onların hepsini unuturlar.
Onlar O'nun veçhine (kalp) gözleriyle nazar ettikleri zaman onlara şöyle buyurur:
'Ey cennet ehli! Bana tehlil getirin!..'
Onlar da tehlil ile karşılık verirler.
İçlerinden birine:
'Ey Dâvud! Beni dünya diyarında temcid ettiğin gibi temcid et!' buyurur;
Dâvud da Rabb'ini (o şekilde) temcid eder." (Buhârî)
Ebu Abdullâh (Muhammed bin Alî el-Hakîm et-Tirmizî) buyurdu ki:
İşte onların, daha dünyada iken kendi makamlarında mânevi nimetler içinde, O'nun huzûr-u ilâhi'sinde durmaları da bu şekilde gerçekleşir.
Onlar, kendilerini sevaba ulaştıran bir şeyle ilgili olarak kendilerine yapılan iltifâtı unutur, akıllarına bile getirmek istemezler. Ayrıca onlar yapılan iltifât kendilerini azaba ileteceğinden, onları akıllarından çıkarıp kendilerini ona karşı da hazırlıklı tutarlar.
Bunların ikisiyle ilgili bir iltifât meydana gelince de, onun yine nefsiyle iştigâl etmesine sebebiyet verir. Dolayısıyla bir sonraki şey ise, onunla meşgul olduğu şey arasındadır.
Onların ona rağbet etmeleri de yine iştigâl edip meşgul olduğu şeyle ilgilidir.
Korku ve çekinmeleri de üstü kapanıp örtülü kalan azap ve ikâbla ilgilidir.
Onların nefislerinin içinde gizleyip sakladıkları şeyler, taşın içindeki ateşe benzer.
Görmez misin ki hararet azalıp seviyesi düşünce, zikrin de ateşi ve harareti düşüp azalır?
İşte onların kapleri çarpıntı ve heyecan içindedir. Öyleyse, heyhât!. Şu halde tarif ettiğimiz şekilde olan birinin, hem sevap hem de azap görmesi karşısında, onların kalplerinin çarpıntısı ve heyecanı nasıl durdurulabilir?
Onlar sevabın karşılığını O'nun tarafından yükseltilme, O'nun rahmetine eriştirilme, O'nun keremine iletilme ve fazlıyla yüceltilme olarak; ikâbını, yani azâbını ise hırs ve öfkelerinden dolayı bulurlar.
Onlar sevaba da, ikâb (azâb)a da O'nun nûru ile bakarlar.
Onlar amellerine de her ikisiyle alâkalı olarak, yine kendilerine ihsan buyurulan ilâhi nûr ile nazar kılarlar.
Her iki nûrun arasında bir farklılık bulunduğu gibi; bunların ikisiyle ilgili korku ve ümit, rağbet ve endişe hakkındaki farklılıklar da bunun gibidir. Gösterildiği şekilde, mânevi bir güce ve kuvvete sahip kılınanın dışında da; herhangi bir kimsenin ne korkuya, ne ümide, ne de endişeye güç yetirebilmesi mümkün değildir.
İlâhi nûrun kendisine itâ ve ihsan buyurulduğu kimsenin gösterdiği güç ve kudretinin dışında da, hiç kimsenin böyle bir şey gösterebilmesi ihtimal dahilinde değildir.