Daha sonra başka bir dereceye yükselir, yine nefsinin hevâ ve hevesini içinde mevcut bulur. Katettiği merhalelerin bıraktığı şehvet ve arzusunu da temizleyip tasfiye eder.
O, O'nun "Ferdâniyyet"inin mülkü gayb bilgisiyle kendisine gösterildiği vakit artık ona tutunur.
İşte burada, artık onun kalbinde ilâhi müşâhede de vâki olur.
Eşyayı ve içinde olan her şeyi tanıyıp öğrenir; cennet ve nâr (cehennem) kendisine unutturulur.
Bunların her ikisi de nefsin sevabı ve azâbıyla ilgili olarak var edilmiştir.
Nitekim O'nun cennetten söz ettiği vakit:
"Canlarının çektiği ve gözlerin hoşlandığı her şey orada vardır." (Zuhrûf: 71)
Buyurduğunu görmez misin?
Hangi kalp Azîz (Üstün ve her şeye gâlip), Mâcid (Sonsuz lütuf ve kerem sahibi), Cevâd (Cömert ve ihsânı bol) olan Zât'ı idrâk edip anlama seviyesine ulaşabilir ki?
İyiliği ile en yükseklerin üzerinde bulunanı tâkip edip onun peşinden git, zira peşinden gidenler de ona nispet edilip ondan sayılırlar.
Vahdâniyyet (teklik) mülkünde O'nunla "Ferd"leşen kimsenin muhabbet ve sevgisine kavuş!
Sen nefsinin dünya ve âhiretle ilgili tüm ahvâli için telâş et; bundan başka hiçbir şeyle iştigâl edip de meşgul olma!..
İçlerine onun fikrini ve düşüncesini saçıp, onu hep canlı ve tâze tut!
İşte bu kişi O'na mâl olunduğunu çok iyi bilir ve anlar; ancak bunu yasak olan kişiden saklı tutar.
Bu dereceden düşük ve aşağı olandan da…
O, bu dereceye Allah'ın kendisine has ilâhi bir minneti sayesinde ulaştırılır.
Onun kalbi de, gönlü de yalnız O'nunla doludur.
Onun bütün âzâlarında O'nun ilâhi Nûr'u parıldayıp ışık saçar.
Onun iki şaşkınlığı, iki susuzluğu, iki hayret ve hayranlığı, iki öfke ve gazâbı, iki sarhoşluğu vardır.
O'nun öfke ve gazâbı sadece kendi nefsinedir, sarhoşluğu da onunla ilgilidir.
Nitekim mânâ onda öylesine sağlam yerleşmiştir ki, O'ndan başka her şeyi kalbinden çıkarıp atar.
O, onun kalbini kendisiyle diriltir.
Kalbi Allah ile olan kişi, sonra da dönüp O'nun ilâhi emir ve nehyine yönelir.
O'nun nehy ettiğini nihâyete kadar intikâl ettirmez, O'nun emriyle nihâyete erdirir.
Kalbindeki sürûr ve sevincin karşılığını gösterip açığa vurmaz.
Burada sürûr ve sevincin karşılığını elde etmek, onun için imkânsız bir şey değildir.
O'nun elinde tuttukları ve mânevî mülkü, kendisini sürûr ve sevinçle doldurur.
İşte bu kâmil mümin, nasıl tazim gösterilip de yüceltilmez; nasıl cennet arkasında durup da onu beklemez?
Kalbindeki sürûr, sevinç ve mutluluğu nasıl halka gösterebilir ki?
O ancak Rabb'iyle sevinç duyar, mutlu ve mesrûr olur.
Şu halde bu, nasıl olur da onun için imkânsız olur?..
O'nun tâlip olduğu şey aslında imkânsız gibidir; senin, güneşin parlak yörüngesi içindeki yıldızlardan bir yıldızı talep etmenden farksızdır.
Güneş ışığının karşısına geçip de buna bakan birinin gözü kamaşıp darmadağın olacağı için, parlak bir yıldız bile ışığını onun mekân tuttuğu yerden alır.
Ondan sonra, ancak batması yaklaşınca yıldızın ışığı görünür hâle gelip ortaya çıkar.
Cennet ehlinin nimetlerinden uzak duran kalpleri, O işte onlardan bu kadar farklı kılar.