Muhterem Okuyucularımız;
Fitne; insanları küfre, sapıklığa, azgınlığa, günahlara; cemiyeti, toplumu da hizipleşmeye, ihtilafa, karışıklığa, çatışmalara sürükleyen yegane sebeptir. İnsanı isyana ve küfre, toplumu izmihlale ve inkıraza götüren fitne en tehlikelisidir.
Müslüman toplumun içinde ilâhi iradeye ters fikir ve düşüncelerin ortaya çıkması, insanlar arasında bozgunculuk ve kötülüklerin yapılması, teşvik edilmesi, müslümanları sıkıntıya, zora, zarara sokmak, felâketlere sürüklemek, dünya ve ahiret saadetlerini mahvetmek, başkaldırı gibi önü alınamayacak kadar korkunç fiiller irtikap etmek fitnecilerin amellerindendir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Fitne uykudadır, uyandırana Allah lânet etsin." (Câmiu's-Sağîr)
Fitne çıkartanlar, fitneyi uyandıranlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in dilinden lânetlenmişlerdir.
Fitne çıkarmak çok büyük bir günah ve çok büyük bir vebaldir.
Fitne; arabozuculuk, bozgunculuk, geçimsizlik ve karışıklık gibi birçok anlama gelir.
Fitne, müslümanlar arasında bölücülük yapmak, uhuvvete, birlik ve beraberliğe, tesanüd ve kardeşliğe halel getirmektir.
Parçalanmayın! Parçalanma zaafiyet getirir. Bu yolun birliğe, beraberliğe ihtiyacı var, ayrılığa, gayrılığa değil.
Fitne çıkartan olmak da, fitnenin içinde olmak da ona göre büyük bir suçtur.
Bu fitne ve fesat çıkarma peşinde koşanlar iki türlüdür.
Kimi bilerek fitneye sebep olur, bunlar plân çevirenlerdir, yıkıcıdır. Bunlardan uzak durun!
Kimi bilmeyerek fitneye âlet olur, bunlar da fitneye sebep olan kadar mesuldürler. Nefsine, şeytana uyup fitne çıkarının peşinden gitmeseydin, hak ve hakikatten ayrılmasaydın.
Fitnenin çeşitleri vardır. Kılıçla çıkartılan fitne ile söz ile çıkartılan fitne arasında bir fark yoktur.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Fitneden uzak durun! Şüphesiz ki fitnelerde dil (tesir bakımından) kılıç darbesi gibidir." (İbn-i Mâce: 3968)
Dikkat ederseniz söz fitnesi olmasa idi kılıç fitnesi bu kadar yayılmazdı. Yıllar yılı müslümanlar arasında yayılan fitne, küffarın körüklemesi ile azdı, sonunda müslümanlar birbirine düştü. Birbirini katletti.
Fitne kalp hastalığının bir sebebidir, nefsin ve arzularının insana hükmetmesi sonucu ortaya çıkar. Kalbi hasta olan iyiyi kötü, kötüyü iyi görmeye başlar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah'a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi ayıranlar ve yeryüzünde fesat çıkaranlar... İşte lânet onlar içindir ve kötü yurt cehennem de onlarındır." (Ra'd: 25)
Birleşmeyi, kenetlenmeyi, kendi nizamında bir ve beraber olmayı emir buyuran Hazret-i Allah, bu emrine rağmen ayrılık yapanlara, bozgunculuk ve fesat çıkartanlara lânet ve kötü bir yurt olan cehennemi vadetmiştir.
Peygamberimiz Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- de:
"Ayrılık yapan bizden değildir." (Münâvî) buyurarak fitnecileri ümmetlik dairesinden dışarı atmıştır.
Çünkü uhuvvet, birlik, beraberlik emrediliyor.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
"Fitne; arabozuculuk, bozgunculuk, geçimsizlik ve karışıklık gibi birçok anlama gelir. Fitne çıkarmak çok büyük bir günah ve çok büyük bir vebaldir. Nitekim Âyet-i kerime'lerde:
"Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür." (Bakara: 191)
"Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir günahtır." buyurulmaktadır. (Bakara: 217)
Bir kimseyi öldürmenin, Allah indinde ne kadar büyük bir suç olduğu düşünüldüğünde fitne çıkarmanın hakkındaki bu hüküm daha iyi anlaşılacaktır. Zira fitne parçalayıcıdır, hem birlik ve beraberliği parçalar, hem de imanları parçalar. Fitne çıkartanlar, fitneyi uyandıranlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in dilinden lânetlenmişlerdir. Bölünmeyin, birbirinize arka çevirmeyin, ayrılık doğuracak, din kardeşliğinizi zedeleyecek işler yapmayın, tefrikaya düşmeyin, Hakk ve hakikatten ayrılıp uzaklaşmayın. "Parçalanıp ayrılmayın!" (Âl-i imrân: 103) Bu ilâhî beyanda birlik ve beraberliğin, uhuvvet ve kardeşliğin ehemmiyeti apaçık görülmektedir."
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Fitne uykudadır, uyandırana Allah lânet etsin." (Câmiu's-Sağîr)
Fitne çıkartanlar, fitneyi uyandıranlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in dilinden lânetlenmişlerdir.
Fitne çıkarmak çok büyük bir günah ve çok büyük bir vebaldir.
Fitne; arabozuculuk, bozgunculuk, geçimsizlik ve karışıklık gibi birçok anlama gelir.
Nitekim Âyet-i kerime'lerde:
"Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür." (Bakara: 191)
"Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir günahtır." buyurulmaktadır. (Bakara: 217)
Bir kimseyi öldürmenin, Allah indinde ne kadar büyük bir suç olduğu düşünüldüğünde fitne çıkarmanın hakkındaki bu hüküm daha iyi anlaşılacaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Kim bir cana kıymamış, ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir kimseyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir." (Mâide: 32)
İşte fitne çıkarmak bundan daha kötü ve büyük bir suçtur.
Zira fitne parçalayıcıdır, hem birlik ve beraberliği parçalar, hem de imanları parçalar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Müminin öldürülmesi Allah katında, bütün dünyanın yok olup gitmesinden daha büyüktür." buyuruyorlar. (Nesâi, Tahrim: 1)
Fitne çıkarmak, öldürmekten daha kötü, daha büyük olduğuna göre fitnecilerin dünya ve ahirette rezil ve zelil olacakları muhakkaktır.
"Allah bir kimsenin fitneye düşmesini isterse, senin Allah'a karşı yapacak hiçbir şeyin yoktur. İşte onlar Allah'ın, kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Dünyada onlar için rezillik, ahirette de büyük bir azap vardır." (Mâide: 41)
Nerede, nasıl, hangi şartlarda olursa olsun fitneye ve ona giden yollara düşmemek gerekiyor. Yapan, sebep olan, güzel gösteren her kim olursa lânete uğradığını iyi bilmelidir.
Fitne, müslümanlar arasında bölücülük yapmak, uhuvvete, birlik ve beraberliğe, tesanüd ve kardeşliğe halel getirmektir.
Parçalanmayın! Parçalanma zaafiyet getirir. Bu yolun birliğe, beraberliğe ihtiyacı var, ayrılığa, gayrılığa değil.
Fitne çıkartan olmak da, fitnenin içinde olmak da ona göre büyük bir suçtur.
Bu fitne ve fesat çıkarma peşinde koşanlar iki türlüdür.
Kimi bilerek fitneye sebep olur, bunlar plân çevirenlerdir, yıkıcıdır. Bunlardan uzak durun!
Kimi bilmeyerek fitneye âlet olur, bunlar da fitneye sebep olan kadar mesuldürler. Nefsine, şeytana uyup fitne çıkarının peşinden gitmeseydin, hak ve hakikatten ayrılmasaydın.
Fitnenin çeşitleri vardır. Kılıçla çıkartılan fitne ile söz ile çıkartılan fitne arasında bir fark yoktur.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Fitneden uzak durun! Şüphesiz ki fitnelerde dil (tesir bakımından) kılıç darbesi gibidir." (İbn-i Mâce: 3968)
Dikkat ederseniz söz fitnesi olmasa idi kılıç fitnesi bu kadar yayılmazdı. Yıllar yılı müslümanlar arasında yayılan fitne, küffarın körüklemesi ile azdı, sonunda müslümanlar birbirine düştü. Birbirini katletti.
Şeytan hakikat ehlini fitne çıkartarak parçalamak, birbirine düşürmek ister. Şeytanın tuzağına düşenler, onun askeri olurlar, işleri parçalamak olur. Dış düşmanın yapamadığını, İslâm maskesi altında yapmış olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle haber vermektedir:
"Kendilerine: "Yeryüzünde fesat çıkarmayın!" denildiği zaman, "Biz ancak ıslah edicileriz." derler." (Bakara: 11)
Kendisinin fesat ehli olduğunu kabul etmez ve bilmez.
Münafıklar içlerindeki fitne ve fesadı gizleyerek, yüzsüzce ve pervasızca yaptıkları bozgunculuğu iyi bir şeymiş gibi gösterirler. Bu durum fıtratlarındaki hastalığın açık bir belirtisidir.
Allah-u Teâlâ onların bu cevaplarını şiddetli bir şekilde reddederek şöyle buyurur:
"İyi bilin ki asıl ortalığı ifsad edenler kendileridir. Lâkin anlamazlar." (Bakara: 12)
Kalplerinden iman nuru silindiği için bunun böyle olduğunu hissedip farkedemezler. Her ne kadar sûret-i haktan görünseler de, yaptıklarını insanlığın hayrına olarak gösterseler de, bozgunculuktan başka bir şey yapmış değillerdir.
Selman-ı Fârisî -radiyallahu anh-, fesat çıkardıkları halde, kendilerini ıslah edici olarak gösteren bu gibi münafıkların o asırda henüz gelmediklerini beyan buyurmuştur.
Görülüyor ki Âyet-i Kerime'lerde vasıfları apaçık haber verilen bu gibi kimseler günümüzde ortalığı sarmış durumdadırlar.
"Onlar ki yeryüzünde bozgunculuk yaparlar da ıslah etmezler." (Şuarâ: 152)
"Islah olmuşken yeryüzünde bozgunculuk yapmayın." (A'râf: 56)
Allah-u Teâlâ azgınlığa sapmamalarını emir buyurmuştur.
Binaenaleyh kişinin zarar görmemesi için bu gibi fitnelerden uzak durması gerekir. Zira fitneye kapılan ancak kendisine yapar. Hazret-i Allah'ın hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhiyesinde olanlar bu fitnelerden uzaktır. Suret-i Hak'tan görünüp içten içe kemiren böyle fitnelere karşı ihlâs, istikamet üzere olmak, Cenâb-ı Hakk'a sığınmak, akıllı, müdrik, uyanık bulunmak gerekir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde fitne ve fitnecilere karşı takınılacak tavrı beyan buyuruyorar:
"Fitne zamanında İslâmiyet'e sarılınız. Kendinizi kurtarınız. Başkalarına akıl vermeyiniz. Evinizden dışarı çıkmayınız. Dilinizi tutunuz." (Ebu Davud)
"Fitne fesat için, insanların arasını bozmak için söz taşıyanlar cennete giremez." (Buharî)
"Fitnecilere karışmayan saadete kavuşur. Fitneye yakalanıp sabreden de saadete kavuşur." (Ebu Dâvud)
"Ölünceye kadar fitnecilere katılmayınız."
Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Allah'a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi ayıranlar ve yeryüzünde fesat çıkaranlar... İşte lânet onlar içindir ve kötü yurt cehennem de onlarındır." (Ra'd: 25)
Birleşmeyi, kenetlenmeyi, kendi nizamında bir ve beraber olmayı emir buyuran Hazret-i Allah, bu emrine rağmen ayrılık yapanlara, bozgunculuk ve fesat çıkartanlara lânet ve kötü bir yurt olan cehennemi vadetmiştir.
Peygamberimiz Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- de:
"Ayrılık yapan bizden değildir." (Münâvî) buyurarak fitnecileri ümmetlik dairesinden dışarı atmıştır.
Çünkü uhuvvet, birlik, beraberlik emrediliyor.
Şeytan ise fitnecilere yaptıklarının hak ve hakikate uygun olduğunu vesvese vererek telkin etmektedir, vazifesi o.
Binaenaleyh ihlâs kaybolduğu zaman o kimseye nefis ve şeytan nüfuz etmeye başlar.
"Böylece Allah şeytanın attığı vesveseleri, kalplerinde hastalık bulunan ve kalpleri kaskatı olan kimseler için bir imtihan vesilesi yapar. Zâlimler, gerçekten derin bir ayrılık içindedirler." (Hacc: 53)
Kalp bozulduğu zaman iyiyi kötü görmeye başlar. Nefsi yaptıklarını hoş gösterir. Her türlü vesvesenin peşine takılır.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Medine Âir dağından filân yere kadar haremdir, muhteremdir. Kim ki Medine'nin bu haremi içinde dine aykırı bir bidat çıkarır, Kitap ve Sünnet'e muhalif bir iş işlerse, veya çıkaranı korursa Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti üzerine olsun. Bunların ne tevbesi ne de fidyesi kabul olunmaz." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 882)
Kim ki bidat ve fitneler peşinde koşarsa onların tevbesi de fidyesi de kabul olunmaz. Bunu Resulullah Aleyhisselâm buyuruyor. Onun için dikkat edin! Nerede olduğunuzu bilin!
Fitne; insanları küfre, sapıklığa, azgınlığa, günahlara; cemiyeti, toplumu da hizipleşmeye, ihtilafa, karışıklığa, çatışmalara sürükleyen yegane sebeptir. İnsanı isyana ve küfre, toplumu izmihlale ve inkıraza götüren fitne en tehlikelisidir.
Müslüman toplumun içinde ilâhi iradeye ters fikir ve düşüncelerin ortaya çıkması, insanlar arasında bozgunculuk ve kötülüklerin yapılması, teşvik edilmesi, müslümanları sıkıntıya, zora, zarara sokmak, felâketlere sürüklemek, dünya ve ahiret saadetlerini mahvetmek, başkaldırı gibi önü alınamayacak kadar korkunç fiiller irtikap etmek fitnecilerin amellerindendir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Öyle bir fitneden sakının ki, aranızdan sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (Hepinize sirayet eder). Bilin ki Allah'ın azabı şiddetlidir." (Enfâl: 25)
Allah-u Teâlâ fitne çıkınca herkese isabet edeceğini beyan buyuruyor.
Ya fitneyi bastırmamız lâzım veya bu fitnelerden gelen azâba bizim de uğrayacağımızı bilmemiz lâzım.
"Onların fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi, iyilik yapmayı veya insanların arasını düzeltmeyi emredenlerin sözünde hayır vardır. Kim Allah'ın rızâsını kazanmak için bunları yaparsa biz ona çok büyük bir mükâfat vereceğiz." (Nisâ: 114)
Günümüzde yaşanan birçok hadisede görülüyor ki bir fitne büyüyor, büyüyor, ve bir topluma, cemiyete, hatta devlete kast ediyor, zararı dokunuyor.
Müslümanları asırlarca akla hayale gelmeyen bunalımlara, bozgunculuklara, felâketlere sürükleyen, İslâm'ın şiddetle karşısında olduğu ve ortadan kaldırmak için açık emirler va'z ettiği bu şedit illeti iyi tahlil edip, fitnecilere karşı uyanık olmak mecburiyetindeyiz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz fitne ile ilgili o kadar Hadis-i şerif buyurmuşlardır ki, ümmet-i Muhammed gerek fitneden uzak dursun, gerek çıkacak fitnelere karşı daima uyanık bulunsun.
Öyle ki, fitne için çalışan, fitneye çaba gösteren kimseler hakkında onları Hazret-i Allah'ı inkâr eden kâfirlere benzetmişlerdir. (İmam-ı Suyuti)
Allah-u Teâlâ fitne-fesat çıkartanları sevmez.
"Allah fesadı sevmez." (Bakara: 205)
"Şüphesiz ki Allah fesat çıkaranları sevmez." (Mâide: 64)
Yine Allah-u Teâlâ bozguncuları, hâinleri sevmez.
"Doğrusu Allah bozguncuları sevmez." (Kasas: 77)
"Allah, hâin ve nankör hiç kimseyi sevmez." (Hacc: 38)
Her asırda mevcut olan ancak bugün zirvesine ulaşan fitneleri Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ashâbına bir bir haber vermişlerdi:
"Karanlık geceler gibi fitneler yönelmiş geliyor, birbirini takip ediyor. Sonra gelen içinde daha fena şekilde tecelli ediyor."
Bu illetten kurtuluşun yolu Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'ye tam mânâsıyla uyup, ilâhi beyanlara sıkı sıkıya sarılmakla, nefsi aradan çıkartıp tam bir teslimiyetle teslim olmakla mümkün olur.
Fitnenin ayyuka çıktığı böyle zamanlarda bize düşen Rabb'imize yönelmektir.
Ma'kıl bin Yesar -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'te Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Fitne-fesadın çoğaldığı bir zamanda ibadet etmek, bana hicret etmek gibidir." (Müslim: 2948)
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Rabb'inize yönelin, size azap gelip çatmadan evvel O'na teslim olun. Sonra size yardım edilmez." (Zümer: 54)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Birtakım fitneler olacaktır. O fitnelerde oturan ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Kim o fitnelerin başında dikilirse, fitneler onu yıkar. Her kim o fitneler zamanında sığınacak bir yer bulursa, hemen oraya sığınsın." (Müslim: 2886)
Biz ikâz ediyoruz, irşad ediyoruz ama Allah-u Teâlâ bir kimseyi fitneye düşürürse yapacak bir şey yoktur. Onlar bedbaht kimselerdir.
"Onlar (yapageldiklerinden dolayı) bir fitne kopmayacağını sandılar." (Mâide: 71)
Çünkü şeytan onları atlı karıncaya bindirmiş oynuyor, onlar ise doğruyum, haklıyım zannediyor, böylece helâk oluyor. Şeytanın işi bu.
Âyet-i kerime'de şeytanın;
"Onları boş kuruntularla oyalayacağım." (Nisâ: 119)
Dediği haber veriliyor.
Binaenaleyh söyleyeceğin söz rızâya mucib ise senin hakkında hayırlıdır. Rızâya mucib değilse seni şeytan kurmuştur. Şeytan seni kurar kurar, sen de söylersin. Şeytan iğvâyı ekip gider, sen ortada kalırsın.
Yol vardır; Hakk'ın yoludur, yolcuları Hakk'a doğru seyreder, bütün saâdet o yoldadır.
Yollar vardır; halkın yoludur, bütün felâketler o yollardadır.
Hakk yolunu bulmak, o yolda bulunmak çok büyük bir lütf-u ilâhidir. Bu yolun yolcuları ihlâs sahibidir, mahviyet ile yol alırlar, asıllarının bir damla kerih su olduğunu bilirler. Allah-u Teâlâ'nın tasarrufu altındadırlar. Tutulmuşlardır.
Ancak Hakk yolunu bulduğu halde kalbinde maraz çıkanlar da vardır. Bunlarda kendini beğenme, makam, mevki, menfaat gibi dünyevî maksatlar zuhur eder. Bu gibileri Allah-u Teâlâ tasarruf-u ilâhisinden çıkartır. Bunlar kayanlardır, dökülmüşlerdir. Felâket ehline dahil olmuşlardır.
Fitne kalp hastalığının bir sebebidir, nefsin ve arzularının insana hükmetmesi sonucu ortaya çıkar. Kalbi hasta olan iyiyi kötü, kötüyü iyi görmeye başlar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle onlara elem verici bir azap vardır." (Bakara: 10)
Allah-u Teâlâ "Onların kalplerinde hastalık vardır.", "Maraz vardır." buyuruyor. Maraz olduğundan kalbi bozuluyor.
Bir kimsenin ihlâsı ortadan kalkarsa, niyetini bozar, maksat menfaat arzusuna dalarsa, artık o yolunu değiştirmiştir. Kalbi bozulmuştur.
Çürük meyve gibi ayıklanmazsa etrafını da çürütür.
Meyveye bakarsanız görünüşte çok iyi. Fakat içine kurt girmiştir. Onu çürütmüştür. Bunlar görünüşte İslâm'ın ön safındadır. Fakat kurt girmiştir, şeytan onun içini çürütmüştür. Kendisini beğenmekle, enelik davası ile kendisini helâk etmiştir.
Olgun bir meyvenin içine kurt girince düşmeye mahkûm olduğu gibi kalbi bozulduğu zaman içine kurt girer ve ihlâsını alır. Artık onun yol alması ile almaması mevzu değildir. Bu gibi haller geldikçe yanıbaşındakileri küçümsemeye başlar. Artık o yolunu değiştirmiştir, sola kaymıştır. Kaydığı yetmez, orada plân çevirmeye çalışır. Plânını tatbike koyarken Hazret-i Allah da onun kalbini çevirir. Artık o bir yıkıcıdır, varlık ile hareket eder. Her hareketinde bir maksat, bir menfaat yatar. Allah için adım atar gibi görünür, bir adım bile atmaz. İçindeki gizli gayesi zaten onu bu hâle düşürmüştür. Artık ondan hayır gelmez, niyetini bozmakla kendisini ihraç etmiştir.
Hazret-i Allah sevdiği seçtiği kulunu hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhiye'sinde bulundurur. Korur ve muhafaza eder. Bu gibiler ise hıfz-u himayeden çıktığı için şeytan yuları takar, alır götürür. Zira Hazret-i Allah bunları tasarrufundan ayırmıştır:
"Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu." (Tevbe: 67)
Müslümanken, paraya, dünyaya, makam-mevki sevdasına kapılır. Bir de bakmışsın dünyevî ihtirasları için, "Ben olayım" sevdası için imanını kenara bırakmıştır. Kaymıştır. Dökülmüştür. Kimisi haram ve günaha dalar, ömrünü hiçe müncer eder, kimisi "Bu makama ben layıkım!" der, Allah yolunu sahiplenmeye çalışır, şeytanın yapamadığı tahribatı yapmaya başlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde kalplerinde hastalık bulunanları münafıklarla birlikte zikretmiştir:
"O sırada münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: 'Bunları dinleri aldatmış!' diyorlardı. Halbuki kim Allah'a tevekkül ederse, bilsin ki Allah yegâne galip ve hikmet sahibidir." (Enfâl: 49)
Bu gibi kimseler Allah ve Resul'ü hakkında, Hâtem-i veli hakkında sûizanda bulunurlar. Veyahut onların âli yolu içerisinde "Benlik" taslayarak tahribat yapmaya çalışırlar.
Halbuki "Ben" dediğin şey puttur, put ise bir şirktir, şirk ise cehennemliktir. Benlik şirk oluyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni?" (Furkân: 43)
Görünüşte iman etmiş gibi görünürler, hem de kendilerinin, müslümanların en ön safında olduklarını zannederler.
Asr-ı saâdet devrinde nasıl ki münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar mevcutsa, bugün de bunlar mevcuttur. Bir kişinin kalbine nefis girdi mi, nefse uydu mu, "Ben!" dediği zaman, "Ben biliyorum!" dediği zaman kaymıştır. Bütün terakkiyat ve kaymalar bu hâl üzeredir. Onun için bakıyorsunuz "Oldum, oldum, oldum". Ne oldun? Helâk oldun.
Kalplerinde hastalık bulunanlar ifsat ve bölücülük yaptıkları gibi hainlik yapmaktan da çekinmezler.
"Kalplerinde hastalık bulunanların: '(Devir onların lehine döner de) bize bir musibet erişir diye korkuyoruz.' diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah, bir fetih ya da kendi katından bir emir getirir de böylece onlar içlerinde gizledikleri şeyden (nifaktan) dolayı pişman olurlar." (Mâide: 52)
Kalpte maraz olduğu zaman her kötülük husule gelir.
Kişi ancak Allah-u Teâlâ'nın kurtarması ile kurtulur. Ancak Allah için hareket edenleri, Allah-u Teâlâ uyandırır, ikaz eder, yolunu gösterir. Onlara hakikati bildirir, duyurur. Onları nefis ve şeytanın hilelerinden kurtarır. Nefsin ayrı hilesi vardır, tükenmez; şeytanın ayrı tuzakları vardır, bitmez. Fakat Allah-u Teâlâ bir kula lütfuyla tecelli ederse bütün bu hileler ve tuzaklar hükümsüzdür.
Bu yol Allah ve Resul'ünün yoludur. Bu yolun şakası yoktur. Kişi niyetini değiştirdiği anda gider. Çünkü plan çevirmeye kalkarken Cenâb-ı Hakk da kalbini çeviriyor, mühürlüyor, nimetini alıyor.
Kiminin ruhu tekâmül etmemiştir, kimisi sıfât-ı hayvaniyesinin icraatını yapar ve işi kökünden bozar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur. Onu kirletip örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır." (Şems: 9-10)
Dünyayı düşünüp nefsin arzularına uyan, Hakk ve hakikatten uzaklaşıp şeytan ile arkadaş olan kimse aslâ mükerrem insan olamaz. Süflî arzular peşinde oldukları için suretâ insandırlar, icraatları hep hayvanîdir.
Bu suretle de bu işleri kökünden bozarlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Kahrolası insan, ne kadar da nankör!" buyuruyor. (Abese: 17)
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyuruyor:
"Çünkü insan çok zâlim ve çok câhildir." (Ahzâb: 72)
İnsan Allah-u Teâlâ'nın verdiği ve vereceği nimetleri düşünmez de, değersiz şeyleri arzu eder ve onların peşinde koşar.
Bunun için bakıyorum; kimi biçiliyor, kimi de kökten çıkarılıyor ve fakat bundan da kimsenin haberi yok.
Bize hizmet gerekir, köşe kapmak değil, yağlı kemiğin ise talibi çoktur. Çünkü onların imanı yoktur, yani imanları suretâdır.
Hazret-i Allah'tan korkmamız lâzım. Bunun özü "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol." (Hûd: 112) Âyet-i kerime'sidir.
Yol Hakk'ın yoludur. Bu yolun içinde yapıcı olanlar da vardır, bilerek veya bilmeyerek yıkıcı olanlar da vardır. Yapıcı olan daima iyiliğe teşvik eder. Yıkıcı olan ise yolcuların içindedir, yürüyor gibi görünür, kazmayı alıp tahribe çalışır. Fakat her vuruşta kendisine indirir de haberi olmaz.
Burası imtihan sahası olduğu için, yapıcı da yıkıcı da bir gibi görünür. Hiç kimse niyetinin meydana çıkmasını istemez. Fakat uyanık ve müdrik bir ihvân herkesin hâlini tartar, o kimselerin arasıra da olsa çıkardıkları ters bir kelimeden niyetlerini öğrenmiş olur. Bu idrâk kişinin teslimiyeti nispetindedir.
"Andolsun ki sen, onları sözlerinin üslûbundan tanırsın." (Muhammed: 30)
Allah ve Resul'üne teslimiyeti nispetinde bu Âyet-i kerime'nin tecelliyatına mazhar olurlar.
Teslimiyeti zayıf olanlar, bundan bir şey anlamazlar.
İyi olan iyi yapar, kötü olan kötü yapar. Gün gelir kumbarası kapanır. Vaktâki huzur-u ilâhi'de açılınca bütün yapılanlar meydana çıkar. Kimin küpünde bal, kimin küpünde zehir olduğu belli olur.
Herkes imtihandadır. Kimisi yapmak ister, kimisi yıkmak ister. Halbuki yapıcı olan da gider, yıkıcı olan da gider. Şu kadar var ki; yapıcı olan yapıcıların bulunduğu yere, yıkıcı olan yıkıcıların bulunduğu yere gider.
Bunu biraz daha açık edelim. Niyet bozuk olursa yapılan işler yapıcı gibi görünse de hep bölücüdür. Gizli maksat bölücülüktür. Bir insan bölücülüğe niyetini çevirdiği anda Hazret-i Allah onu rızâ topluluğundan ayırır. Bunu çok iyi bilelim.
Allah-u Teâlâ onların kalplerinde gizlediklerini ortaya çıkarmaktan aciz değildir.
"Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa onların kinlerini Allah'ın aslâ dışarı vurmayacağını mı sandılar?" (Muhammed: 29)
Şeytan daima kalpleri bozmak ve vesvese vermek ister. Ancak ihlâs sahipleri üzerinde nüfuzu yoktur.
"Benim hâlis kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olamaz. Ancak sana uyan azgınlar bunun dışındadır." (Hicr: 42)
Yol Allah'ındır, dilediğine verir. Bölücülükten, tefrikadan çok çekinin. Birçok insanların böyle helâk olduğunu gördüm ve görüyorum. Bölücülükten çok çekindiğimizden böyle hadiselere meydan vermemek için tedbir mahiyetinde bunları söylüyoruz.
Ömür gidiyor, hayat bitiyor, kendimize gelelim. Rızâ yolunda bölücülüğü atalım. Yani o pisliği atalım nur gelsin. Bu yol Allah yoludur, bölücülük yolu değil. Bölücülüğü Hazret-i Allah'ın sevmediğine dair kaç Âyet-i kerime var. Onun için bölücüleri Cenâb-ı Hakk'ın sevmediğini ben size açıklıyorum.
Âyet-i kerime'yi okuyun.
"Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur." (En'âm: 159)
"Hiçbir ilgin yok."
Benim ilgim yok, senin de olmasın diyor. Allah-u Teâlâ kulluğa kabul etmiyor.
"Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra O yaptıklarını kendilerine haber verecektir." (En'âm: 159)
Buna mümasil birçok Âyet-i kerime var ve bana zaten bir Âyet-i kerime yeter.
Resmen kardeşlere ilân et. Diyor ki; bölücülük yapanlar bizden değildir diyor. Bunu resmen ilân et. Allah'a emanet ol. Bunu resmen ilân edin. Bölücülük yapanlar bizden değildir. Kabul etmiyoruz. Allah'a emanet olun.
•
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Ayrılık yapan bizden değildir." (Münâvi)
Hadis-i şerif'iyle de ümmetliğe kabul etmiyor.
Dinde bölücülük yapmanın ve fitne çıkartmanın cezası çok ağırdır.
"İçlerinde öylesi de var ki 'Bana izin ver, beni fitneye düşürme!' der. İyi bilin ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem kâfirleri kuşatacaktır." (Tevbe: 49)
İşte Allah-u Teâlâ'nın hükmü!
Güya kendileri doğru yol üzerinde bulunuyorlarmış gibi, üzerlerine gitmekle fitne olacağını kabul ediyorlar. Oysa fitnelerini yürütmek istiyorlar, bunu da bu sözle kapatmaya çalışıyorlar. Onların kuru zannı hiçbir şey ifade etmez. Allah her şeyi en iyi bilendir.
Bakınız Allah-u Teâlâ onların durumunu nasıl ortaya koyuyor?
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Bunlar güya Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değildirler." (Bakara: 9)
•
Hadis-i şerif'lerde haber verildiği üzere afatlarda imanla göçen ebedi saadete nâil olur.
Suda boğulan, toprak altında kalan, vahşi hayvan altında parçalanan veya zulmen öldürülen, bunlar şehadete götürür.
En kötü şey nedir biliyor musunuz?
Kötü bir arkadaşla arkadaş olup senin imanını götürürse bu daha kötüdür. Bu dünya hayatı sona erer, imanla giderse şehit olur. Fakat diğeri senin imanını öldürür, ebedi hayatını da öldürür. O daha kötüdür. İşte bölücülük, fasıklık budur.
"Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın." (Âl-i İmrân: 105)
•
Onun o hali bana, yola zarar verir. O farkında değil. O istiyor ki hiçbir yere boyun bükmeyeyim, bir yere tâbi olmayayım, başlı başına ben amir olayım. Onun hâlâtı, yaratılışı, huyu bu. Ama bu bir nevi parçalanmaya gidiyor.
İnsanlar arasına kin ve düşmanlık sokan, karı-kocanın arasını açan, kardeşi kardeşten soğutan hep şeytandır. Çünkü Âdem Aleyhisselâm'a secde etmekten kaçındığı günden beri ona ve soyuna düşmandır. Onun düşmanlığı ayan beyandır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Sonunda şeytan ona vesvese verdi. "Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını ve çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?" dedi." (Tâ-hâ: 120)
Şeytanın kişiyi fitneye düşürmek ve saptırmak için iğvâlarından ve saptırmalarından, vesvese ve desiselerinden Allah-u Teâlâ'ya sığınmak ilâhî bir emirdir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah'a sığın!" (Fussilet: 36 - A'râf: 200)
Şeytan kıyamete kadar insanları iğva edeceğine yemin ettiği için, insanın etrafını çevirmekten, vesveseler vermekten bir an olsun boş bulunmamaktadır.
Şeytan insana iğvâ verdikten sonra gider, kalpte kuruntusu kalır. Onun o iğvâsı insanı oyalar durur.
"De ki: Ey Rabb'im! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım.
Ey Rabb'im! Yanımda bulunmalarından da sana sığınırım." (Mü'minûn: 97-98)
Vesvese geldiği zaman hemen istiâzeye başvuracaksın. Çünkü vesvese şeytandan gelir. İnsanı meşgul eder. Fındık kabuğunu doldurmaz. Meğer hayatını boşa geçirir.
Problemler şeytanın araya girmesinden ötürüdür. Bir kere vesveseyi verdi mi, zıddiyeti koydu mu, sürtüşür, sürtüşür... Ve o sürtüşmeden ateş çıkar. O ateş, şeytandan gelir.
Şeytan musallat olunca çocuk gibi oynuyor. Çünkü ilmi var, insanı nereden yanıltacağını biliyor. Allah-u Teâlâ'nın desteklediği kullar müstesna.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri her şeyi en iyi bilendir. Ve fakat insanları imtihana çeker. Bu imtihan sadakat gösterenlerle, ihanet edenleri ortaya çıkarmak için.
Sadakat edenleri mükâfatını, ihanet edenlerin cezasını versin diye bizi imtihana çeker.
Şeytanın vazifesi ne?
Sen de haklısın, o da haklı, şeytan da haklı, kendinize gelin.
Daima diyoruz ki; bu yol adama muhtaç değildir. Yola zarar verecek kim olursa biçiverir. Onun için dikkat edin, yanlış adım atmayın. Hiç dinlemem, biçeriz. Bu yol adama muhtaç değil. Bu yol mahlûka ait değildir. Bu yol Allah'a ve Resulullah'a aittir. Benim hiç hükmüm yok.
Şu kadar var ki kalbi muhafaza etmek lâzım. Kalbi, gönlü temiz tutmalı ki niyetimiz temiz ve güzel olsun. Bunun içinde nefsin ıslâhı, ruhun terbiyesi lâzım. Buna çok çalışın, yoksa kötü niyetli olanı hemen biçerler...
"İnanan kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler. Doğrusu şeytan aralarını bozmak ister.
Çünkü şeytan insanın apaçık düşmanıdır." (İsrâ: 53)
Onlar nefsin sefasını, ruhun sefası zannederler.
Herkes o haliyle kendisinde bir varlık görür, bir fazilet görür, bir efdaliyet görür. Allah-u Teâlâ'nın nimetiyle Allah-u Teâlâ'yı tahkire kalkar. O'nun ihsanıyla O'na tefahüre kalkıyor, ben şunu yapıyorum, ben bunu yapıyorum. İşte bu cehaletin en büyüğüdür.
Halbuki sen çık aradan, kalsın Yaradan.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Aramızdaki beyinsizler yüzünden bizi de helâk eder misin Allah'ım!" buyuruyor. (A'râf: 155)
Aşırı gidenler beyinsiz kimselerdir. Bu aşırı gidenler beyinsiz oldukları için iş ve hareketleri de ona göredir. Allah'ım bizi onlardan yapma.
Binaenaleyh Allah yolunun yolcusunu Allah güder, halk gütmez. Peki bu güdücüler nereden geliyor?
Nefis onları getirmiş, şeytan onları güttüğü için onlar da güdeceğini zannediyorlar.
Şimdi sen iradeyi eline almaya kalkarsan Hazret-i Allah'ın önüne geçmiş oldun.
Herkes hududunu bilsin, nerede olduğunu bilsin. Buradaki gaye herkes kendisini tanısın. Aşırı gidenler beyinsiz takımıdır. Cahildir, cahil olduğunu bilmez. Hazret-i Allah'ın önüne geçmek, akıllı insanın işi değil.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Onun iradesi kendi elinde değildir." buyuruyorlar. (260. Mektup)
Çok dikkat etmek lâzım.
Bu gibi hareketler, Hazret-i Allah'ın önüne geçmek demek; "Allah'ım! Sen onu idare etmesini bilmiyorsun, biz idare ederiz."
Bu hususta Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Farz-ı muhal ki; meyve güzel olgunlaşmış ağaçta duruyor. Fakat hiç farkına varmadan kurt girmiş. Onun içini çürütmüş. Meyve güzel, fakat bakıyorsun çürük.
Onun için bakıyorsun ihvan, tâ ön safta, gayet güzel hali, hareketi. Ama niyeti bozulmuş kurt girmiş. Şeytan onun içini işgal etmiş. Niyetini değiştirmiş ve bozulmuş. Artık ona meyve denmiyor, çürümüş deniliyor.
Onun için yol hakikaten naziktir. Meğer ki Allah-u Teâlâ bir kulu muhafaza etsin ve kurtarsın. Çünkü yol çok nazik.
Dost, gayet güzel arkadaştır. Her şeyi güzeldir.
Dost görünen dökülmüşlere gelince;
Dost zannedersin, ancak küçücük bir menfaati üzerine, yahut başka maksatla hemen dönüverir. Dökülür. Bir de bakmışsın ki, kaymış gitmiş. Artık o dökülenin üzerine gitmeyeceksin, ötekine gideceksin. Ona not vereceksin...
Size bir temsil verelim şimdi:
Şeyh Es'ad Erbili -kuddise sırruh- Hazretleri'nin huzuru saâdetlerinde bulunan bir Sabri Kaptan vardı. Şimdi Sabri Kaptan bir gün anlatıyor, diyor ki:
"Benim babam kaymakamdı. Bir gün bana:
– Oğlum Sabri, dostun var mı? Dedi.
– Çok! Dedim.
– Peki şu en çok dostların en samimisini bana tarif etsene!
– Filân filân kimse vardır. Dedim.
Hiç üşenmeden evlerine gitti.
– Efendim bizim oğlumuzun başına bir hâl geldi, sizin oğlunuz arkadaş imiş onu çağırın.
Bir tanesi, annesine, "Evde yok! Yok de!" diyor.
Ötekisine, ötekisine gidiyor. Bir tek kimse onun yardımına yetişmiyor.
– Oğlum ben senin arkadaşlarına gittim ama hiç kimse cevap vermedi. Başka dostun var mı?
– Yok! Dedim.
Şimdi bana dedi ki;
– Git filân yerde posta müdürü var. De ki ona; "Kasap geldi, babamın ona borcu vardı, alacağını istedi, Ramazan-ı şerif'de kızgın zamana geldi, kasabı öldürdü."
Gittim, onun dediğini söyledim, adam iftar sofrası hazırlamıştı, hemen kalktı, bir çuval aldı, koşa koşa benimle geldi.
Fakat babam sofrayı hazırlamış. Onu mükellef hazırlanmış sofraya oturtturdu.
– Gördün mü oğlum?
– Gördüm!
Ama iş işten geçti. Demek hayatım boşa geçmiş. Babam, bir tane arkadaş tutmuş, ama dost tutmuş, dökülmüş tutmamış. Benim arkadaşlarım ise hep döküldü." dedi.
Bu bir aynadır herkes kendisine o aynada baksın.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
İnsanın nefsini ilâh edinmesi bir şirktir. Görünüşte iman etmiş gibi görünürler.
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: 106)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere Allah'a şirk koşarlar ve dolayısıyla müşrik olarak yaşarlar.
Var olan Hazret-i Allah'tır. Kim ki varlık davasında bulunursa şeytanın arkadaşı olur.
Fenâ bizim olsun, varlık isteyenin olsun.
Varlık; nefsimizin kendini beğenmesinden başka bir şey değildir.
Bu kişinin kendini beğenme mevzuatı bölücülüğü de meydana koyar. Onun için başta onu söylüyoruz.
Bunlar kendilerini helâk etmiştir. Başkalarını da helâke sürüklerler.
"Allah, büyüklük taslayanları asla sevmez." (Nahl: 23)
Hiçbir günahla kıyas edilemeyecek kadar büyük bir günahtır.
Hadis-i şerif'lerde:
"Kendinde varlık görmen diğer günahlarla kıyaslanmayacak kadar büyük bir günahtır."
Şimdi buradan kurtulan kim olabilir? Esas değil mi bu? Şimdi kim kurtulur bu afattan? Ancak Allah-u Teâlâ'nın kurtardığı kimseler, yalnız bunlar kurtulur.
Zira kendini beğenmesi demek gizli ilâhlık davası gütmek demektir. Bu gibi kişiler etraflarını Hazret-i Allah'tan ayırıp kendilerine bağlamaya çalışırlar.
Bu ise en tehlikeli bir şeydir. Bir insanın Cenâb-ı Allah'a çok sığınması ve nefsinden çok korkması lâzımdır. Nefsin kendini beğenmesi en büyük tehlikedir, Allah'ım korusun.
Nefis gıdayı şöhretten, namdan, varlıktan ve menfaatten alıyor.
Şimdi insanın yaratılışı bir pisliktir. Bu pislik kurursa, uçarsa birşey kalır mı? Sen busun! Sana bu nimeti bahşeden O'dur.
O'nun nimetini O'na tefahür etmen nasıl yakışır? Halbuki senin aslın bu bir damla kerih sudur.
Binaenaleyh, yalnız O var. O'ndan gayri hiçbir şey olmadığını; biz bunu gözümüzle görüyoruz...
Bu pislik, kurudu, uçtu, ne kaldı? Hiç. Senin aslın hiç zaten. Senin aslın bir damla pislik...
Binaenaleyh, sen bir zerre pisliksin. Pisliğin O'nun yanında ne hükmü var? O da kuruduğu gittiği zaman; O var, başka bir şey yok. Düşün bir kere; hani, benlikler nerede kaldı şimdi? Ama gel de nefse sor. "Ben varım!" diyor. Kayan nokta bu. Ama burası çok kötü bir kayış yeridir. Çünkü Hazret-i Allah'a karşı hasım kesiliyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İnsan, bizim kendisini nutfeden (kerih bir sudan) yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)
Allah-u Teâlâ, "Ben onu nutfeden yarattım, o Bana hasım kesildi!" buyuruyor. Allah Allah! Güler misin, ağlar mısın? "Ben onu nutfeden yarattım, o nutfeyi unuttu, verdiğim nimeti kendisine benimsedi, Bana hasım kesildi."
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı topraktan yarattığı gibi, zürriyetini de toprağın hülâsası olan nutfeden yaratmaya devam etmiştir.
Düşünmeli ki bir nutfe (sperma) ne kadar değersiz bir sıvı, ne kadar güçsüz ve zayıf bir şeydir. Bu değersiz şeyden çok değerli bir insan yaratmak ne büyük bir kudrettir! Böyle bir yapıyı tanzim eden büyük kudret karşısında, düşünen insan iki büklüm olur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir Hadis-i kudsî'de de şöyle buyurur:
"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)
Fakat insan aslını unutuyor da yaratıcısına karşı açık bir düşman oluyor. O'na karşı şirk koşmaya, mantık yürütmeye kalkışıyor.
Halbuki insan Yaratan'a karşı çıkmak için değil, O'na tapınmak ve kulluk yapmak için yaratılmıştır.
Câhil ve gâfil her insanın durumu budur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Kendinizi beğenip temize çıkarmayın!" buyuruyor. (Necm: 32)
Buradan anlaşılıyor ki; yoktan var edeni, nimetleri ile gark edeni unutarak kendini beğenen, gizli şirk koşmuş olur.
Başkasına âit olanı kişinin kendisine mâletmesi çok yersizdir. Hem emânete ihanetlik yapıyor, hem yalan söylüyor, hem riyâkârlık yapıyor, hem de şirk koşuyor.
Binaenaleyh Allah ehlinde dâvâ olmaz. Yaprağı çevirdiği gibi varlığını çevirir. "O" der ve orada kalır. Başka hiçbir söz söylemez. Çünkü O'ndan başkası yok.
Onun içindir ki kendisine değer verenler, kendi nefsini putlaştırmış oluyor. Allah'ım korusun!
Elhamdülillah, Hakk Celle ve Alâ Hazretleri lütf-u kereminden olarak hiçbir büyüklük taslatmamış. Gerçekten bir köle, bir kul olma lütfunu sevdirmiş. Bunun için herkesi hoş kendimizi boş buluruz. Fakat buna rağmen, bundan nefsi istifade edip, serkeşlik yapanı da derhal yoldan çıkarırız. Bazı nefis sünepelik yapar, müsamaha perdesinin altında kendisine bir varlık vermeye çalışır, büyüklük taslar. Derhal onu oradan ayıklarız. O noktada onun nefsine müsamaha etmeyiz. Hazret-i Allah nasıl ki bize hiçliği sevdirdi ise, her ihvanın hiçlik içinde yüzmesini isteriz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onların kalplerinde hastalık vardır." (Bakara: 10)
Kalpler hastalandığı zaman yoldan uzaklaştırırlar.
Kayan bundan kayıyor. Kalpleri bozulduğundan ötürü kayıyorlar. Aynı bu şekilde. Kalplerinde maraz bulunduğundan kaydılar.
Kalplerinde maraz bulunduğundan ifsat ediyor, ondan sonra kaymış oluyor. Tutunacak yer kalmıyor.
Bu kayış sebeplerinin öz noktası ise şudur:
Birincisi; ihlâs kaybolduğu zaman her şey kaybolur.
İkincisi; kalpte maraz olduğu zaman her kötülük husule gelir.
Ve en büyük kayış noktaları nereden oluyor?
Bir tanesi; kişinin kendisini beğenmesi.
Sonra; gayesi-maksadı, menfaati için çalışması...
Bunlar hep oraya girer.
Her ihvan, nefis derecelerini ders olarak okusun. Çünkü kayan buradan kayıyor. Bir münafıklıktan kayıyor, bir de nefisten kayıyor.
İnsanın dört büyük düşmanı var. Şeytan, nefis, şehvet, şeytanlaşmış arkadaş. Bu dört düşman insanın imanını yok eder.
Samimi gibi ihvanlar, bakıyorsun kayıp gidiyor. Küçük bir dünya muhabbeti giriyor, kayıyor gidiyor. Oturuyorum, ağlıyorum. Ama bir ebediyat gidiyor.
Başta ilâhi emre göre doğru olmak, mahviyet içinde yaşamak. Zira varlık, günahların başıdır. Kişi kendisini beğenirse, yetmiş senelik ibadeti o anda yok olur.
"Bir insanın kendini beğenmesi, yetmiş senelik ibadetini mahveder." (Câmiu's-Sağîr)
Burada hep kendiliğinden kayıyorlar, yani yollarını değiştiriyorlar. Bu yolların değişmesinden sebep; varlık, benlik, menfaat, önderlik, liderlik gibi kendilerini beğenmekten ileri gelir. Bunlar helâkiyetlerini kendileri seçmişlerdir.
Bunun için insan, varlıktan çıkması, varlığından süzülmesi, varlığından sıyrılması, Var'a ulaşması gerek.
Kim alındı? Kim süzüldü? Sen acizliğini, mücrimliğini, günahını, her şeyini itiraf etmedikçe, O'na boyun bükmedikçe nasıl süzülebilirsin?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'de şöyle buyurmaktadır:
"Bizim zikrimize iltifat etmeyen ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimseden yüz çevir." (Necm: 29)
Ümmet-i Muhammed'e bu bir emirdir. Zikrullahtan kaçınan kimselerden kaçınmak lâzımdır. Onlar ezelî istidatlarını kaybetmişlerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde sapıklığa düşenleri de hidayete erenleri de çok iyi bildiğini beyan buyurmaktadır:
"Onların ilimden erebildikleri gaye işte budur. Şüphesiz ki Rabb'in, evet O, yolundan sapanları en iyi bilendir." (Necm: 30)
Hiç şüphe yok ki hepimizi huzuruna alacak ve yaptıklarımızdan bize haber verecek. Sizi o zaman kim kurtaracak? İlâhınız mı kurtaracak, bir avukat mı tutacaksınız kendinizi azaptan kurtarabilmek için.
"O, hidayet bulanı da en iyi bilir." (Necm: 30)
Onun için biz, sizinle münakaşa etmiyoruz, sadece ilâhî hükümleri duyuruyoruz, o kadar. Tövbe etmenizi, cehennemden kurtulmanızı istiyoruz.
Kişinin nefsine mal etmesi, puta mal etmesinden farksızdır. İhsan-ı ilâhiye'yi nefse mâletmek puta maletmek gibidir.
Benlik bir puttur. Ha bir put dikmişsin, ha "Benim" demişsin, arada hiçbir fark yoktur.
Birisi "Ben!" dediği zaman, koca bir kütük. Neye yarar? Ancak yanmaya yarar.
Biz hayatta iken nefsini ilâh edinenler türüyor. Biz vefat ettikten sonra hepsi türer. Bunu şimdiden biçmeye çalışalım diyoruz, öz gayemiz bu. En yakınları bile nefse cazip geliyor, fakat orada çok mühim bir kelime var. Şeytan kuruyor, salıyor. Delil isteyince, "Yok delil." diyor, ortada kalıyor. Şeytan gitmiş, o ortada kalmış. Zaten onu oraya şeytan sürmüştü, bakar ki şeytan yok. Şeytan çoktan işini bitirmiştir. Çünkü onu şirke sokmuştur. Rezalet! Arkadaşlarının yanında kıymeti düşüyor, şerefi düşüyor, rezil oluyor. Ne o? "Ben başa geçeceğim." diyor. Çok fena vuruyoruz. Niçin? Ya olsun, ya ölsün. Bizim tutumumuz bu; ya olsun, ya ölsün.
Hakikaten nazik yer, çok lâtif bir yer, çok nazik yer. Hakk kapısı denmiş buna. Şaka değil!
Bu Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a ait olduğu için çok hassas, çok dikkatli, çok ciddi bir yol. Yani edep yolu. Onun için Allah'ım rızâsı mucibince yürüttüğü kullardan etsin. Yol çok nazik, çok dakik.
Kimisi çok hoş gider, kimisi boş gider. Kimisi ayıktır, kimisi sarhoştur. Çok dikkat lâzım. Yol edep yolu olduğu için dakik yoludur, pratik yoludur. Onun için insan bütün haliyle Hakk ile olduğunu duyması ve o hâl ile başkasına duyurması lâzım. O'nunla olmak hayattır, O'nsuz olmak vefattır. Bunu tuttuğunuz zaman O'nunla olursunuz, O'nunla ölürsünüz.
Ne kadar büyük bir tehlike karşısındayız! Onun için bu tehlikenin karşısında kişinin varlığını ortaya koyması, putlanması demektir.
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Âyet-i kerimesi'nin kapsamına tutulur.
Emrolunmuş, hükmedilmiş. Hükümle yaşamak zorundayız. Arzu yani nefsani hareketlerimiz bizi büyük mesuliyete tabi tutar. Fakat insan Hazret-i Allah'tan korkarsa hudut içinde gezer.
Hakk ve hakikatten ayıran nefsin kendi arzusudur. Doğruluk ve adalatten ayıran nefsin arzusunu ilâh edinmektir. Vücuda ruh hakim olsa doğruluktan sapmaz, nefis hakim olunca put hükmünde oluyor. Ne doğruluk kalıyor, ne adalet! Nefis hükmediyor.
Müminle kâfir iki ordunun mütemadiyen birbirleriyle çarpıştıkları gibi, vücutta da aynı şekilde ruhun ve nefsin yeri vardır ve bunlar zaman zaman iki ordu gibi çarpışırlar. Fakat bu çarpışmalardan kişinin haberi olmaz. Bu çarpışmalar esnasında gerçekten tutulanlar; manevî destekle, ruhanî terbiye ile nefsin arzularını bastırır. Bu noktada nefis mülâyimleşir ve sakinleşir. Fakat hiçbir zaman hile-i desiselerinden emin olunmaz.
Ruh ve nefis iki ordu gibi devamlı harp halindedirler. Hangi taraf ne kadar alırsa orası onundur. Hepsini alırsa işgal eder, diğerini esir alır.
Ruh iyiliğe meyyaldir, nefis kötülüğe meyyaldir. Hangisi beslenirse o iktidara geçer.
İnsanlar nefislerinin hevâ ve heveslerine tâbi olunca nizam ve intizam bozulur, hayatın gerçeklerinden uzaklaşılır. Çünkü nefis huduttan çıkarıyor.
Hem iman etmiş gibi görünürler, hem de kendilerinin, müslümanların en ön safında olduklarını zannederler.
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: 106)
Demek ki insanın nefsini ilâh edinmesi bir şirk imiş, kişi müşrik olduğunun farkında bile değil.
O şirke düşeli çok oldu. Şeytanın onunla ne işi var artık? Onun gayesi onu şirke sokuncaya kadardı. Delil kalmadı, şeytan da kalmadı, o ortada kaldı, ama müşrik olarak kaldı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir." (Beyhakî)
Nefis öyle bir mahlûktur ki, zâlimdir, kâfirdir, Allah-u Teâlâ'ya bile karşıdır. Gaye bu kâfiri müslüman etmektir. Nefisle mücadeleden maksat da budur, yani nefsi tortularından süzmek, hülâsasını meydana çıkarmak ve insanî nefis hâline getirmektir.
Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his ve meyillerinden arındırıp tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz.
Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Vallahi ben, vefatımdan sonra Allah'a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 661)
Nefis yedi başlı bir ejderhadır. Haset, riyâ, kin, kibir, şehvet, gadap, yalancılık... gibi hayvânî sıfatlardan hangi sıfatta kişiyi yakalarsa, onu alır cehennemin ortasına kadar götürür. Tahribatı dış düşmandan daha büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ'nın koyduğu hudutları aşar, gayesine ulaşır. Bu hudutları aşan kimse, kendisini uçurumdan attı demektir.
Bu hayvanî sıfatlar insanda mevcut olduğu zaman o insan hiçbir zaman insan olamaz. İnsan-ı kâmil hiç olamaz.
Nefis vücuda hakimiyet kesbettiği zaman o hükmünü yürütmek ister, kişiyi tanımaz, tanımamak ister, "Benim!" diyor çünkü. Cenâb-ı Hakk'ın hükmüne karşı gelen bir mahlûk. Düşmanların en büyüğü.
Bir Hadis-i kudsî'de:
"Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir." buyuruluyor.
Bundan ötürü zaten insanda hayvani sıfat doğuyor. Bu hayvani sıfatın arzularına bir insan meylettiği zaman o arzuları hangi hâl ve hareket üzerinde ise o hayvanın sıfatını almış oluyor.
Binaenaleyh insanın içinde hükmeden odur. Ne hükmedecek? Hayvani sıfatı hangi icraat üzerindeyse o icraat üzerinde yapmak ister. O kişiyi o icraat ile hemhâl etmek ister. Tabi Hazret-i Allah'a uygun değildir. Emirlerine uygun değildir. Fakat o dinlemez "Benim dediğim olsun!" der ve hayvani sıfatı hangi sıfatta ise o sıfatla icraat yapar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur. Onu kirletip örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır." (Şems: 9-10)
Dünyayı düşünüp nefsin arzularına uyan, Hakk ve hakikatten uzaklaşıp şeytan ile arkadaş olan kimse aslâ mükerrem insan olamaz. Süflî arzular peşinde oldukları için sureta insandırlar, icraatları hep hayvanidir.
Nefsin tezkiyesi, ruhun talim ve terbiyesi ile insan, insan olur. Sonra insan-ı kâmil olur, sonra fenâ olur, lâfla değil!..
Hakiki Mürşid-i kâmil'i bulduğu halde, onun talebesi olduğu halde gizliden gizliye önderlik davası güdenler de vardır. "Ben şeyhim!" diye ortaya çıkmaz da, "Ben Mürşid-i kâmil'in en yakınıyım!" diye ortaya çıkar. Hazret-i Allah'ın bahçesindeki çiçekleri kendime bağlayayım diye çalışır. Ancak koparttıkları solar, soyulur. Neden soyulur? İmandan soyulur!
Artık kendisi yoldan çıktığı gibi, kendine has bir taife edinmiştir. Topluluğun içindedir ama bunlar kendilerini ayırmak suretiyle, kendilerinden olmayanları, hak ve hakikatten ayrılmakla suçlamak suretiyle aynı zamanda bölücülük yapmaya başlarlar.
Biiznillâh-i Teâlâ biz hayatta iken bunlara meydan vermeyiz de bizden sonra meydana çıkmak isterler.
Şimdiden bunlar oluyor. Bizden sonra ne olacak? Hepsi dalâlettedir. Şimdiden davaya kalkanlar bizden sonra ne olacak? Her davaya kalkan helâk olmuştur. Bilin! Çünkü Hakk'ın önüne geçiyor. "Hatemü'l-evliyâ" deniliyor, bundan sonra yol kapanmıştır. Kim ki davada bulunursa dalâletini ortaya koymuş olur. Kitaplarda kurtuluşu arayanlar için her şey anlatılıyor, fakat nefis dinlemiyor.
Bu Allah yolu; benliğin ne işi var burada!
Binaenaleyh bunları tanımak lâzımdır. Ki zarar görülmesin. İcraatına bak, notunu ver. Artık o dökülenin üzerinde durma. Onu dost edinme.
Binaenaleyh bu devirde imanla gitmek ne demek bilmiyorum.
Gaye, maksat, makam, rütbe, nam hepsi birer hedeftir. Hedef tutan hedefe varamaz. Gaye Hazret-i Allah'tır.
Biz vasiyette şöyle demişizdir:
"Davada davayı bırakalım. Kendisini beğeneni Hakk'ın beğenmeyeceğini bilmiş olalım. Hep istemeyene verilmiştir."
Ne diye davada bulunuyorsun?
Yolumuz varlık, benlik yolu değil. Sakın bizden sonra herhangi bir davaya yeltenmeyin, helâkınıza vesile olur.
Şimdi iki büyük tehlikeden bahsedeceğiz:
Yolun içinde dava güdenler var. Bu içteki tehlikedir. Dost haset eder, düşman zaten düşman.
Maazallah bir de herkes dava gütmeye başlarsa hali ne olacak? O "Ben!" der, o "Ben!" der. Çalışan kazanır ama bu şartlarla; mahviyetle... İlim, amel, ihlâs, mahviyet olmadıkça terakkiyat mümkün değil diyoruz.
Süzülenler gidiyor, ama tortuda kalanları bilmiyorum. Tereyağını bile süzüyorsun tortusu kalıyor.
"İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler."
Evliyâullâh dahi büyük bir tehlikededir.
Kişinin aldandığı yer burası. Niçin aldanıyor? Aldandığı yeri size göstereyim. Yaptığı ibadete güveniyor, ibadetin karşılığını istiyor. Oradan gelen sözleri ibadetinin karşılığı zannediyor ve kendisine mâl ediyor. Kişinin aldandığı yer burası.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmi ile amel edenler müstesna. İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler." (Keşf-ül Hafâ)
Bu Hadis-i şerif çok mühim, çok ince. Kalpte Hazret-i Allah olacak, gönülde ihlâs olacak.
İhlâs; Allah-u Teâlâ'ya içten gelen bağlılıkla, sadakâtle, samimiyetle yönelmektir. Halis, saf, katışıksız bir niyet sahibi olmak ihlâstır.
Zâhirde kalan âlimler de benlik içindedirler. Hep "Ben!" der, "Ben biliyorum!", "Ben söylüyorum!", "Ben irşad ediyorum!" der.
O "Ben"in gizli mânâsı, Allah-u Teâlâ o kalpte yok, varlık ve nefis var. Allah-u Teâlâ'nın ihsanını nefse bağlamış. Nefse bağladığı için nefis "Ben!" diyor, Allah-u Teâlâ'yı inkâr ediyor. Bunun apaçık mânâsı budur.
Benlik şirktir, benlik puttur, benlik küfürdür! Fakat insan benlikten kurtulamıyor. "Ben, ben, ben!" diyor cehenneme gidiyor.
Ene putunu eline almış, irşada kalkmış ve fakat ahirete bu put ile göçtüğü zaman hakikati görecek.
Zira Âyet-i kerime'de:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur.
Onu kirletip örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır." buyuruluyor. (Şems: 9-10)
İçeriye alınmış, içeriye nüfuz etmiştir. Yani kafadan kalbe inmiş, içeriye nüfuz etmiştir. Hiçbir şey bilmediğini bildi ve itiraf etti, istiğfara başladı. Fakat hiçbir şey olmadığını bilmez. Çünkü burada hiçbir şey olmadığını bilmesi için mârifetullah ilmi gerekiyor.
Hiç olduğunu bilenler dahi büyük bir tehlikededir. Bu Hadis-i şerif çok derin bir süzgeçtir!
Niçin tehlikededir?
O tuttuğu müddetçe helâk olmaz, bir an bırakırsa helâkına vesile olur. Allah-u Teâlâ tuttukça helâk olmazsın, atarsa helâk olursun. Zira sana âit hiçbir şey yoktur. Bir tek tüye sahip değiliz. Bir göze, bir ele, bir ayağa demiyorum, bir tek tüye sahip değiliz, buna rağmen "Ben!" dedik.
Yaratan O, nimetlerle donatan O, yaşatan O, öldüren yine O.
•
Bunun özetini bir temsil ile üç noktada izah etmiştik:
1. Zâhirde kalanlar kalp kapısında nakış yapar, caminin kapısındadır.
2. Hakikata alınanlar kalbin içine nüfuz etmiştir, caminin avlusundadır.
3. Mârifetullah ehline gelince, onlar camiye alınmışlardır. O Hakk'ı bulmuştur, Hakk iledir.
Buraya alınan bu veli kulları, dilerse Zât'ına yaklaştırır, dilerse uzaklaştırır, dilerse tutar, dilerse atar. Mahlûkun hiç hükmü yoktur. Burada görülüyor ki, muhlisler dahi büyük bir tehlikededirler. Avam demiyorum, veliler dahi büyük tehlikededirler. Nice velilerin kaydığına dair kitaplarda işaret var.
Hatta Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"Allah dilediğini mağfiret eder, dilediğine azap eder. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir." (Âl-i imrân: 129)
Mahlûka ait hiçbir şey yok. İnsanların helâk olduğunu belirten bu Hadis-i şerif ne kadar mühim. Allah'ımız bizi bize bırakmasın, lütuf rızasından ayırmasın.
"İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesna." buyrulduğuna göre kurtulma yeri ihlâs...
Yalnız kimleri kurtarıyor? "Veli" ism-i şerif'ine mazhar ettiklerini O lütfettiği için kurtarıyor. Buradan bu yoldan giden kurtuluyor. O bir fırka budur. Hepsi ümmet-i Muhammed ama kurtuluş fırkası budur.
•
İhlâs her işin temelidir. İhlâs kaybolduğu zaman her şey kaybolur. Kalpte maraz oluşur, gönülde vesveseler çoğalır ve bu hâl ile ibadet ediyorum zanneder. Vesvese ve kuruntuları nefsi ona rahmâni bir hâl gibi gösterir, ihlâs hâli varmış gibi gösterir ki etrafı da bunu öyle zanneder. Zaten yanan, haset ve vesvese çukurunda boğulan kişi, etrafının çanak tutması ile iyice boğulur gider. Kalp ve gönül kendi doğru zannettiği şeylere inanmaya başlar. Önüne deliller getirsen bile kendi inandığı doğruya, aslında yanlışa inanmaya devam eder. Böylece kişi tasarruf-u ilâhi'den çıkar.
Bir kimse Tarikât-ı âliye'ye intisap ettikten sonra epey yol alır. Mürşid-i kâmil müridin ruhunu yükseltir. Birinci tepeyi geçirir, orada yol ikiye ayrılır. Cenâb-ı Hakk lütfuyla tecelli ettiği zaman mürid yukarıdan aşağıya doğru kendisini küçültmeye, varlığını yok etmeye çalışır. Mahviyet haline bürünür.
Yani ihlâslı olanlar yürüdükçe varlıklarını yitirirler. O tepeden aşağıya doğru Allah'ın lütfuyla iner. Yani çıkar çıkar, çıkar, hiçliğe iner. O hiçlik onun daire-i saâdetine delâlet eder. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın kurtardığı kimselerdir. Senelerden beri nazargâh-ı ilâhi olan kalbine sardığı varlık tellerini, Allah yoluna düşmesiyle yavaş yavaş sermeye başlar. Diğer taraftan da hiçlik tellerini toplar. Mahviyyet kısmına geçince artık yükü azalmıştır. Yapıcılık, bilicilik, öncülük gibi sıfatlar birbir zail olmaya başlar. Kendilerine şevk, teslimiyet, muhabbet, murakaba, tevekkül, vahdet ve hâl gibi lütuflar ihsan olunur. Bunlar "Nuriye fırkası"na ayrılmış olanlardır.
Şimdi bir insan mânen yükseldikçe Allah-u Teâlâ dilediğini indirir, indirir, indirir, her şeyi yerde arar. Yerin altında arar.
İhlâslı kimsenin yürüyüşü böyledir. Nasibini aldıkça gider, terakki eder. Nasibi varsa bir gün muradına erer.
"Muradına erer" ne demektir?
Bu üç noktada; Fenâfişşeyh, Fenâfirresul ve Fenâfillah'ta olur. Bu merhalelerden geçenler benliklerini eritirler.
Âyet-i kerime'de:
"Kim inanır, nefsini ıslah ederse, onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır." buyuruluyor. (En'âm: 48)
Bir de şeytana tutunanlar vardır.
O tepede ya, şeytan o anda onu kaydırmaya çalışıyor ve kaydırıyor. "Herkesten daha üstünüm!" demeye, herkese tepeden bakmaya başlar. Her şeyi kendisine mâleder. Çok yükseldiğini zanneder. Herkesi küçük kendisini büyük görür. "Ben yürüyorum, ben biliyorum, ben söylüyorum, ben çalışıyorum!" diyerek sivrilmiştir, içine kurt düşmüştür. Bu gibi haller geldikçe yanıbaşındakileri küçümsemeye başlar. Artık o yolunu değiştirmiştir. Sola kaymıştır. Kaydığı yetmez, orada plân çevirmeye çalışır. "Ben bu işi daha iyi yürütebilirim, daha lâyıkım!" der. Plânını tatbike koyarken Hazret-i Allah da onun kalbini çevirir. Kalbini çevirdiği anda mukallit sınıfına düşer. Artık o bir yıkıcıdır. Bunlar da Nâr fırkası'dır. Onlarda şekavet, gadap, harislik, tul-i emel, gönlü boş şeylere bağlamak gibi haller vardır.
Âyet-i kerime'de:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felah bulmuş, kurtulmuştur, onu kirletip örten kişi elbette ziyana uğramıştır." buyuruluyor. (Şems: 9-10)
Birisi mahviyyete doğru iniş yapıyor, birisi varlıktan kayıyor. Burası mihenk taşıdır.
Öyleyse alındıktan sonra Hazret-i Allah'a sığınmalı, ihlâs ve samimiyetle yola devam etmelidir. İnsan mânevi yolda yürüyüp terakki ettikçe kendisini küçük görmeye, küçülmeye, süzülmeye başlar, dâvâlardan geçer. Gayesi Hakk olup rızâ için hareket eder. Fakat terakki edemezse kendisini beğenme hâli husule gelir ve eneye kapılır. Kendisine paye verdiği anda olduğu yerde çakılır, hem düşer hem helâk olur. Başkasını da helâk eder. Şöyle ki, çürüyen bir meyvenin yanındaki meyveleri de çürütmesi gibi o anda başkalarını hemen çürütür. Bu ancak Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lere dikkat etmekle ortaya çıkar.
Enes -radiyallahu anh- buyururlar ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu duâyı çok yapardı:
"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalbimi dinin üzerine sâbit kıl."
Ben bir gün kendisine:
"Yâ Resulellah! Biz sana ve senin getirdiklerine inandık. Sen bizim hakkımızda korkuyor musun?" dedim.
Bana şöyle cevap verdi:
"Evet! Kalpler, Rahman'ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği tarafa çevirir." (Tirmizî: 2141)
Allah-u Teâlâ bir anda parmağıyla çeviriverir. Müslüman iken münâfık olur.
Hatta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in:
"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalplerimizi senin taâtına çevir." diye niyazı vardır. (Buhârî)
Şeytan iki yerden avlar.
Saf, cahil insanlar kısmına, "Sen artık oldun, tamam senin işin, çıktın." der. O da "Tamam!" der. "Artık ben oldum!" İlmi olan okumuş insana da "Senin ilmin var, sen her şeyi bildin, bunların içinde ne işin var." der. O da "Tamam!" der. "Ben her şeyi bildim!" Ona da oltayı böyle takar. Bunlar şeytana kulak verdiklerinden gerçekten şeytan fırkasından olurlar.
Hadis-i şerif'te:
"Kim ki ben âlimim derse, bilin ki o câhildir." buyuruluyor. (Münâvî)
Âyet-i kerime'de ise:
"Size ilimden ancak az bir şey verildi." buyuruluyor. (İsrâ: 85)
Neticede ancak ihlâs sahibi kullar aldanmadan kalırlar.
Bakınız ben size demiştim ki, mürşid-i kâmil resimdir, paçavradır, maskedir. Hiçbir ferdin ağzından bunlar çıkmış değil.
Mürşid-i kâmil bir resimdir, görüyorum.
Mürşid-i kâmil bir paçavradır, görüyorum.
Mürşid-i kâmil bir maskedir, görüyorum.
Ben bunları görüyorum ve söylüyorum.
Allah-u Teâlâ kimde tecellî ederse o kendisinin bir "Kulübe" olduğunu bilir. Ama sahibinin de o kulübenin içinde olduğunu görür.
Kulübede O varsa; Hakk var demektir. Kulübede O yoksa; Hakk yok demektir.
Âyet-i kerime'de:
"De ki: Hakk geldi, bâtıl gitti." buyuruluyor. (İsrâ: 81)
Onda Hakk var, halk gitmiştir. Kimde ki masiva var, onda Hakk bulunmaz.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'de:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." buyuruyor. (Ahzâb: 4)
Ki birisini muhabbet-i Mevlâ'ya diğerini muhabbet-i masivaya hasretsin. Kimin kalbinde muhabbet-i Mevlâ varsa o kalbe masiva girmez. Kimin kalbinde masiva varsa oraya muhabbet-i Mevlâ girmez. Bunun kesinlikle böyle olduğunu bilmek lâzım. Size Âyet-i kerime'ler arzediliyor.
Şimdi "Hazret" buradan gelir diye kitapta ifşa etmiştik. Oysa "Hazret" sözü o kişiye değil, Allah-u Teâlâ'ya tâ'zimendir.
Fakat bu hale gelmeyen kişiye söylenen bu gibi sözler hem kişiyi helâk eder, hem de kişi kendisinde varlık görmekle kendisini putlaştırmış olur.
Âyet-i kerime'de:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın. (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" buyuruluyor. (Furkân: 43)
Ötekisi de "Ben, ben, ben!" diyor. "Ben!" nedir?
Bir kişinin kalbine nefis girdi mi, nefse uydu mu "Ben!" dediği zaman, "Ben biliyorum!" dediği zaman kaymıştır. Bütün terakkiyât ve kaymalar bu hâl üzeredir. Onun için bakıyorsunuz, "Oldum, oldum, oldum!" Ne oldun? Helâk oldun. Ötekisi ise, yavaş yavaş hiçliğe iner, yok olur.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
"Eyvan kişi yol alamaz,
Maksudunu tez bulamaz,
Yok olmayan var olamaz,
Varlığı dağıtmak gerek." buyurdular.
İkinci bir sır daha var.
Hazret-i Allah'ın işine karışmayacaksın. Peygamber Aleyhisselâm Efendilerimiz'in işine karışmayacaksın. Mürşid-i kâmil'lerin işine karışmayacaksın. Karıştın, gittin! Çünkü bilmeyerek bir yere, düğmeye basarsın, berhava olur gidersin.
Mürşid-i kâmil'lerin işine nasıl karışılır?
Mürşid-i kâmil'in işini Hazret-i Allah görür. Arzu ve irade yaşamaz. Bunu karşıdaki ölçemez. Mürşid-i kâmil'in işine karışırken, bilmeyerek Hazret-i Allah'ın işine karışır.
Duâ ederken;
"Allah'ım hükmün arzumdur. Hakkımdaki hükmünü sevdir." diye niyaz ederiz.
Mürşid-i kâmil'in mühim işlerine, hususi işlerine karışılmamalıdır. Sor, tarifini al, devam et, geç git, yürü!..
Çünkü; "Allah'ım iraden üstümdedir." diyoruz.
Bunu karşıdaki bilmez, düğmeye basarsa helâk olur. Bilmeyerek Allah-u Teâlâ'nın işine karışılmış olur.
"Ey Rabb'imiz!
Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra, kalplerimizi saptırıp döndürme." (Âl-i imrân: 8)
Fakir der ki; "Herkesi hoş, kendini boş gör!"
Benim yaratılışım böyle olduğu için gönül ister ki herkes böyle olsun. Herkesi hoş görmek; küfrünü hoş görmek, bölücülüğünü hoş görmek değil. Yalnız; "Nefsini beğenme, kimseyi hâkir görme!" diyorum.
"O takvâ sahipleri bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah da güzel davrananları sever." (Âl-i İmran: 134)
Birbirinize muhabbet edin, çünkü Bediüzzaman Hazretleri üç söz seylemiş;
"Onların alâmetlerinden bahsederken; ihlâs, sadakat, tesanüt..." buyurmuş.
Binaenaleyh; birbirinizi sevin, şeytanın, nefsin arzusu ile hareket etmeyin. İşte geldik, işte gidiyoruz, kalp kırmaya gelmez, dünyaya değmez, gönül kırmayalım. Biz birleşmeyi, sevişmeyi, kaynaşmayı seviyoruz, ayrılık gayrılık değil.
Bu yol nezaket yoludur, letafet yoludur.
Bu yolda atacağımız adıma, söyleyeceğimiz söze, yiyeceğimiz lokmaya dikkat edeceğiz. Bir söz ki fitneye sebebiyet veriyorsa seni helâk eder, bir adım ki kul hakkına giriyorsa cennete girmene manidir. Ben size demiştim ki; "Aman borçlu olmayın, aman kul hakkıyla gitmeyin!" Borçlu kimse mahşerde elleri boynunda olarak gelir. Borçlu olan, kul hakkıyla gelen cennetlik dahi olsa cennete giremez.
Şu Hadis-i şerif'i göz önüne alın!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Birbirinize haset etmeyin. Zandan sakınınız, çünkü zan sözlerin en yalanıdır. Kulak hırsızlığı yapmayın, birbirinizin gizli sırlarını araştırmayın. Birbirinize buğz etmeyin ve birbirinize sırt çevirmeyin. Sakın ha! Birinizin satışı üzerine satış yapmayın. Pazarlığı kızıştırmayın.
Ey Allah'ın kulları! Kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona (ihanet etmez), zulmetmez; onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez. (Eliyle göğsüne işaret ederek;) Takvâ şuradadır. Kişiye şer olarak, müslüman kardeşini tahkir etmesi yeterlidir. Her müslümanın malı, kanı ve ırzı diğer müslümana haramdır." (Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî)
Bu Hadis-i şerif çok mühim. İnsanlarla güzel geçinmek, mütevâzi olmak, iyilik etmek, yalandan, riyâdan, kibirden, hasetten, menfaatten kaçınmak, numune olmak, has ve hülâsa olmak yolun adabındandır.
Herkes asaletinin icabatını yapar; gideceği yeri de kendi hazırlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Hakiki mü'min, insanlara dil uzatan, lânet eden, kötü davranışlarda bulunan ve hayasızca konuşan kişi asla değildir." (Tirmizi, Müsnet, C. Sağir)
Dargınlığa kırgınlığa sebep olacak sözleri birinden diğerine taşımak şiddetle haram kılınmıştır.
Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, söz götürüp getiren, iyiliği engelleyen, haddi aşan, günahkâr, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine, çok mal ve oğulları vardır diye sakın itaat ve iltifat etme!" (Kalem: 10-14)
Diğer Hadis-i şerif'lerinde:
"İki kişinin arasını bozmak için söz taşıyan nemmam cennete giremez." (Buhârî)
"İftiracı, koğucu, fitneci cennete giremez." buyurmuşlardır. (Ebu Davud)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Gizli fısıldaşmaları yasak edildikten sonra kendilerine yasaklanan şeye dönenleri ve aralarında günahı, düşmanlığı ve Peygamber'e isyanı gizlice fısıldaşanları görmedin mi?
Ey iman edenler!
Aranızda gizli fısıldaştığınız zaman günahı, düşmanlığı ve Peygamber'e isyanı fısıldaşmayın. İyiliği ve takvâyı fısıldaşın. Huzurunda toplanacağınız Allah'tan korkun.
Gizli fısıldaşmalar ancak şeytandandır. Bunu iman edenleri üzmek için yapar. Oysa şeytan, Allah'ın izni olmadıkça müminlere hiçbir zarar veremez. Müminler Allah'a tevekkül etsinler." (Mücâdele: 8-9-10)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle emir buyuruyor:
"Ey iman edenler!
Zandan çok sakının. Zira bazı zan vardır ki günahtır. Birbirinizin kusurlarını, gizli şeylerini araştırmayın. Kiminiz de kiminizin arkasından çekiştirip gıybetini etmesin. Sizden herhangi biriniz, ölü kardeşinizin etini yemekten hoşlanır mı? Tiksindiniz değil mi? O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edicidir." (Hucurât: 12)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah'ı anmayı bile unutturmuştur." (Mücâdele: 19)
O kerim Zât'ı zikretmekten, O'nun ilâhî hükümlerine riâyet etmekten onları gâfil bulundurmuştur.
İşte şeytan, boyunduruğu altına aldığı kimselere böyle yapar.
Şeytan ismi Âyet-i kerime'de "Merid" sıfatıyla anıldığı için, sırf cin şeytanı değil, insanlardan da merid olan, yani fitne ve fesada hazır bekleyen her kişi de şeytan kabul edilir ve bu ismin şümulüne girer.
"Onların çoğu zanna uyarlar. Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez." (Yunus: 36)
Ateşte bulunan bu zümreler nereden geliyor? Bir insan niyetini değiştirdiği zaman Allah-u Teâlâ onun kalbini çevirir.
Zirâ:
"Onların kalplerinde hastalık vardır." buyuruluyor. (Bakara: 10)
Kalpte maraz, hastalık olduğundan kalbi bozuluyor. Niyetini değiştirdiği an Hazret-i Allah kalbini çevirir. Allah-u Teâlâ'nın çevirdiği kalp orada kalır. Binaenaleyh; bunlar yoldan kayanlardır, bizimle hiçbir ilgileri yoktur.
Bu durum birbirinden miras olarak geliyor, maksatları; "İşgal etmek". Bilinmiyor sanılmasın. Biz onlara şöyle deriz:
"Eğer bir idareye niyetiniz varsa vakıf kurun."
"Yapamayız!" derler.
"Kitap tasnif edin."
"Yapamayız!"
"Mecmua çıkarın."
"Yapamayız!"
Onu yapamazsınız, bunu yapamazsınız, vakfı mı işgal edeceksiniz? Defolun gidin! Burası babanın çiftliği değil.
İçlerinden biri suyun altına inip çıkıyor, ötekiler meydanda. Ama itimat edin suyun altındakini de görüyorum, suyun üstündekini de. Onlar bunun farkında değil. Onların gayesi işgal etmek, istedikleri gibi yürütmek, yemek... Bir nevi; "Mânevi gasp".
Burası Hakk kapısı, burada işler nizam ve intizam içinde yürür, bunlara ne oluyor? Onlar bunu lâlettayin söylediler ama çok pahalıya mâl oldu.
Biz sizin ne kadar yalancı olduğunuzu, velveleci, fitneci olduğunuzu, yoldan ayrılıp, dinden çıktığınızı ispat ediyoruz.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Durumunuzu bu Âyet-i kerime'den öğrenin.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde müminlere tembihte bulunuyor, ikâz ederek şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Allah'a ve peygambere hâinlik etmeyin." (Enfâl: 27)
Allah'a ve Resul'üne itaat ve teslimiyeti bırakmayın, istikametinizi bozmayın, hidayet yoluna muhalif olacak iş ve icraatlardan uzak durun.
Bu yol Allah'a ve Resulullah'a aittir. İhanet eden Hazret-i Allah'a, Resulullah'a hâinlik ettiğini bilsin. Bazı kimseler yolu çok basit zanneder. Amma basit değil, yolun sahibi var. O yüzden insan küçücük bir sallantıda inanın ki gider. Bu yol mazeret kabul etmez. Herkes edebini bilsin. Bilmediğiniz birçok kimseler var, itimat edin bazen parmağımı dahi oynatmaya çekiniyorum. Kıpırdamaya bile utanıyorum. Şeytanlığın lüzumu yok. Burada şeytanlık gerekmez. Burası bildiğiniz gibi bir meclis değildir. Burada herkes edebini bilmek, o edeple yürümek zorundadır. Mânevi ibreyi takip ediyoruz. Mânevi ibre sallandı mı senin hükmün yok.
Allah yolundan saptığınız anda her şey biter! Bu ihanetinizin en büyük zararı kendinize dokunur, en büyük ihaneti kendinize yapmış olursunuz. Dünyanız da ahiretiniz de mahvolur gider.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Şüphesiz ki Allah hâinlik yapanları sevmez." (Enfâl: 58)
"Şüphesiz ki Allah iman edenleri müdafaa eder. Allah, hâin ve nankör hiç kimseyi sevmez." (Hacc: 38)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle duâ ederlerdi:
"Ey Allah'ım! Ayrılık yapmaktan, münafıklıktan ve kötü ahlâktan sana sığınırım." (Ebu Dâvud)
Yine diğer bir duâları şöyledir:
"Ey Allah'ım! Açlıktan sana sığınırım, çünkü o pek fena yatak arkadaşıdır. Hıyanetten de sana sığınırım, çünkü o ne kötü huydur." (Ebu Dâvud)
Resulullah Aleyhisselâm ki böyle duâ buyurmuşlar, böylece sığınmışlar. O zaman bizim nasıl sığınmamız, nasıl korkmamız, nasıl hareket etmemiz lâzım?
Allah'ım cümlemizi muhafaza buyursun inşallah-u Teâlâ.
İnsan, ehemmiyetsiz sandığı öyle sözler konuşur ki, bu sözler onu ya Allah-u Teâlâ'nın rahmetine yaklaştırır, ebedî hayatının kurtulmasına vesile olur; ya da Allah-u Teâlâ'nın rahmetinden uzaklaştırır, ebedî hayatını kaybetmesine sebep olur.
Çünkü o ummadığın söz sence basittir, gerçek manada Hazret-i Allah'a, Resulullah'a, ahkâma dayanarak bir söz söylersin ama Allah-u Teâlâ'nın yanında esastır. Esas olduğu için hoşuna gider ve seni lütfuyla yâd eder. Özü bu.
Bir de var ki; Allah-u Teâlâ'nın emrini, hükmünü umursamazsın, bir söz söylersin. O'nun da hoşuna gitmez, o söz seni cehenneme kaydırır. Olduğu gibi kaydırır.
Halbuki insan bunları yaparken bunları düşünemez. Fakat içteki hüküm kişiye bunu yaptırır. İyilik ve kötülüğü o anda yaptırıyor. Ama bir anda dilerse seni lütfuna mazhar ediyor, bir anda isterse kahra vesile oluyor. An meselesi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Bir kimse, Allah'ın sevdiği bir söz söyler de o söz ile Allah-u Teâlâ'nın rızasına ulaşabileceğini zannetmez. Halbuki Allah-u Teâlâ o hayırlı söz sebebiyle kıyamete kadar o kimseden râzı olur.
Diğer bir kimse de Allah'ın gazabını mucip bir söz söyler, o sözün kendisini Allah'ın gazabına ulaştırabileceğini zannetmez. Halbuki Allah-u Teâlâ o kimseye o kötü söz sebebiyle kıyamete kadar buğzeder." (Tirmizî)
Dikkat edin bir sözün yaptığı bu!
"Bu söz beni helâk mı eder, ihya mı eder?" Bu kontrolü yapan kurtulur. Her duyduğunu söyleyen, çok konuşan, her mevzuya atılan, kontrolü yapamayan zaten kontrolden çıkmıştır. Allah'ım korusun.
İnsanın diline sahip olmasının ne kadar mühim olduğunu Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle beyan buyuruyorlar:
"Bir kulun imanı istikamette olmaz, kalbi istikamette olmadıkça; kalbi de istikamette olmaz, dili istikamette olmadıkça." (Ahmed bin Hanbel)
Gıybet, yalan, iftira, nifak, riyâ, hakaret, alay etmek, verdiği sözde durmamak, yalan şahitliği yapmak, söz taşımak, gönül kırmak... hep dilin âfetleridir.
"Sükût eden kurtulmuştur." (Tirmizî)
Hadis-i şerif'i bir müslüman için ölçü olmalıdır.
"Kişi Allah'ın gadabına sebep olacak bir söz söyler, o anda bir mahzur görmez. Halbuki o söz sebebiyle yetmiş yıl cehennemin dibine düşer." (İbn-i Mâce. Tirmizî)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayetle, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurdular:
"Kişi, Hazret-i Allah'ı râzı edecek bir söz söyler, kendisi onu önemsemez, ancak Allah-u Teâlâ onun derecesini yükseltir. Bir kul da Allah-u Teâlâ'yı gadaplandıracak bir söz söyler, hiç önemsemez, ancak onun yüzünden cehenneme düşer." (Buhârî)
Yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Bir insan hayatı boyunca hayırlı işler yapar fakat mukadderatı mucibince öyle bir şey yapar ki Cennet-i alâ'ya bir karış kalmışken bir anda cehenneme gider.
Bir insan hayatı boyunca cehennem ehlinin amelini işler. Fakat mukadderatı mucibince öyle bir iş yapar ki cennete girer." (İbn-i Mâce)
Allah-u Teâlâ onun takdirini yazarken onu biliyordu. Bu çok gizli bir iştir. İkincisi; bir kul çok günah işleyebilir fakat öyle bir iş işler ki rızâ-i Bâri'ye nail olur, cehenneme gidecekken, Cennet-i alâ'ya gider.
O yüzden; "Küçük lokma ye, büyük lâf söyleme!" denmiştir. Ummadığın bir söz cehenneme götürür, ummadığın bir söz cennete götürür.
Bir söz vardır, hiç kimse ummaz, ebedî saadete erdirir.
Bir söz vardır, hiç kimse umursamaz, ebedî felâkete erdirir.
Onun için ne yaparsanız yapın güzel yapın. Karşıdaki böyle kendisini ölçsün, nerdeyim? Cennetlik tarafta mıyım, cehennemlik tarafta mıyım? Herkes kendini beğeniyor ama bu beğenmesi helâkına vesiledir.
Böyle sıkıldığım zaman itimat edin, gönlüm ölümü istiyor. Hazret-i Allah'a karşı bir suç işlemeyim korkusu. Bunu korkudan istiyorum. Çünkü bir söz insanı kaydırır. Hiç ummadığınız bir söz ile rızâ-i Bâri'yi kazanırsın, ummadığın bir sözde ebedi hayatını kaybedersin.
Şimdi en şiddetli fitnelerin içindeyiz. Gaye Hakk'a bağlanmak. Rızâ adımlarını atmaya çalışmak. Yılmamak, hiç durmamak. Çünkü küçücük bir ömrümüz var. Büyük bir hayat-ı ebediye var. Ömür kısa, yol uzun, fitne büyük.
Fitne harp gibidir. Düşmana: "Sen bana saldırma!" demeye hakkın yok. O da hücumunu yapacak, sen de hücumunu yapacaksın.
Mücadele ve mücahede böyle olur, kazanç da böyle olur. Fitne ile mücadele edildiği nispette kazanç vardır.
O bir hiç uğruna canını fedâ ediyor. Sen kendini inanmış kabul ediyorsun; hem de fitneden çekinirsen mücadeleyi kaybetmiş olursun.
Gönüldeki gerçek imanı açığa çıkaran en büyük ölçü, en büyük delil, Allah'ın ve Peygamber'in hükmüne rızâ göstermektir. İnananlar tereddüt etmeksizin boyun eğerler. Bu ise, Allah'a ve Peygamber'ine karşı takınılması gereken edep tavrıdır.
Asr-ı saâdet'te iki kimse huzur-u Nebevî'de hasımlaştılar. Resulullah Aleyhisselam hak sahibi lehine hükmetti. Aleyhine hüküm verilen "Râzı olmam! Bir de Hattab oğlu Ömer'e gidelim." dedi ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-ın yanına vardılar. Lehine hüküm verilen "Yâ Ömer! Biz Peygamber Aleyhisselâm'a giderek hasımlaştık. Benim lehime bunun aleyhine hükmetti. Bu ise râzı olmayıp reddetti." deyince Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- "Böyle mi oldu?" diye sordu, öteki "Evet" dedi. Bunun üzerine "Ben sizin aranıza gelip aranızda hüküm verinceye kadar yerinizden ayrılmayın." diyerek evine girdi ve kılıcı elinde olduğu halde yanlarına geldi. Râzı olmayı reddedeni bir vuruşta öldürdü. Öteki arkasını dönerek Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına kaçtı ve "Yâ Resulellah! Vallahi Ömer, arkadaşımızı öldürdü. Eğer müdahale etseydim beni de öldürecekti." dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Ömer'in bir mümini öldürmeye kalkışacağını sanmazdım." buyurdu.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ:
"Hayır, öyle değil!... Rabb'in hakkı için, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yüreklerinde hiçbir sıkıntı, bir burukluk duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisâ: 65)
Âyet-i kerime'sini indirdi. (İbn-i Kesir)
Tasavvur buyurun, onlar daha Âyet-i kerime gelmeden, bu hükmü gönüllerinde hissedercesine yaşıyorlar.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ın emrine başvurmayı müminlere farz kıldığı gibi, onun verdiği hükümlerden dolayı müminlerin içlerinde herhangi bir sıkıntının yer etmesini de haram kılmıştır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamber'ine çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece 'İşittik, itaat ettik!' demekten ibarettir. İşte saâdete erenler onlardır." (Nûr: 51)
O itaatkâr müminler, dünya saâdetine, ahiret selâmetine ererler, umduklarına nâil olurlar, korkunç âkıbetlerden emin bulunurlar.
"Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse, Allah'tan korkar ve ondan sakınırsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Nûr: 52)
Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akla hayale gelmeyen nimetlere erenler ancak bunlardır.
•
Resulullah Aleyhisselâm'a itaat Allah-u Teâlâ'ya itaat olduğu gibi, ona biât da Allah-u Teâlâ'ya biât demektir.
Âyet-i kerime:
"Resul'üm! Sana biât edenler, ancak Allah'a biât etmiş olurlar. Allah'ın eli onların elleri üstündedir." (Fetih: 10)
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz." (Mâide: 105)
Rivayete göre Ashâb-ı kiram'dan Ebu Sâlebetü'l-Haşenî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bu Âyet-i kerime'nin tefsirini sorduğunda şöyle buyurmuştur:
"Yâ Ebu Sâlebe! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Ne zaman ki aşırı derecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden gidilir, dünya ahiret üzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse kimseyi tanımaz bir hâle gelirse, o zaman kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak!
Muhakkak ki sizin arkanızda karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, sizden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır."
Ashâb-ı kiram: "Yâ Resulellah! Onlardan elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır değil mi? (Yani 'Sizden' kelimesi yanlışlıkla mı kullanıldı?)" diye sorduklarında buyurdu ki:
"Hayır! Sizden elli kişinin sevabı kadar sevap alır. Çünkü siz iyiliklerde yardımcı bulursunuz, fakat onlar bulamazlar." (Ebu Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
Bu üstünlük ve elli kat sevap herhangi bir şüphe karışmadan, samimiyet ve sadakatle bağlı olanlara mahsustur.
Nitekim Muhyiddin İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyor:
"Onların önünde bir imam olur; fakat onlar, onların bulduğu gibi, kendilerine hayır hususunda yardımcılar bulamazlar. Zira onların imamını, onlarınkini gördükleri gibi bir gözle görmezler. Halbuki sahibine herhangi bir şüphe karışmadan, göze görünmeyene iman eden kimseden daha sağlam biri yoktur. İşte belâların ve hâinliklerin ortalığı sardığı fitne zamânı budur!" (Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ)
Meselâ biz bu sapıtıcı imamların kâfir olduklarını söylediğimiz zaman en yakın ihvan bile: "Hiç bu olur mu? İslâm'ın imamına kâfir denilir mi?" diye yüzümüze baktı. En yakınım bile söylüyordu. Sonra gözleriyle gördüler ki öyleymiş, geçti be yahu! O iman ilk söylendiği zamandı. Seneler sonra iş meydana çıkınca iman etmiş, o imanın kıymeti yok!
Oysa Allah-u Teâlâ gösteriyordu, O'nun izniyle hem görüyordum, hem biliyordum, hem de çekinmeden söylüyordum. Bütün bu icraatlar O'nun göstermesiyle, bildirmesiyle yapılıyordu. Bu inananlara âitti. Amma karşıdaki inanmamış, bana ne? Bu durum halk içinde gaybtı, halk bilmiyordu. Amma biz biliyorduk. İtimat edin ahirette duracakları yere varıncaya kadar. On sene sonra gerçek yüzleri ortaya çıktı amma, geçti o artık. O anda inanan yapıştı, o yapışma ile kurtuldu. İşte bunlara sâdık ihvan denir.
İhvan üç kısım demiştik: Kimisi hoştur, kimisi boştur. Kimisi ayıktır, kimisi sarhoştur. Kimisi velidir, kimisi delidir. Bunların içinde bu var amma, bunların içinde ihlâslısı da var.
Şu durumda hâlâ onlara meyleden varsa, bilin ki bunun sebebi iman zaafıdır, iman yoksunluğudur. Varsa da suretâ imanda kalmış, kalbine iman yerleşmemiş, kâmil imandan mahrum kalmış.
Bu hususu bir temsille şöyle anlatalım. Meselâ birçok küpler var. Bir küpte süt olur, bal olur, sirke olur, bunlarsa dıştan belli olmaz. Ağızları açılınca hangi küpte ne olduğu belli olur. Binaenaleyh insan da küpe benzer. İçinde ne olduğu belli olmaz. Ağzını açtığın zaman ne olduğunu anlamış olursun. O zaman not verirsin, kimin ne olduğunu öğrenmiş olursun. "Bu küpün içinde şu varmış." dersin. Hemen notu verirsin kapatırsın, bir daha onun üzerinde durmazsın. Öğrendin mi? Öğrendin. Tamam, küpün ağzını kapa artık. O kişi onu bilmez. Bunu da ehli anlar. Notunu verir, kimseye söylemez, amma her şeyi bilir. Çok dikkat ediliyor bunlara. Bir taraftan gözle takip edilir, bir taraftan sözle takip edilir. Gözle takip edilmesi, ne yapıyor; sözle takip edilmesi, ne söylüyor! Ne yedi ki bu adam ne söylüyor! Çünkü helâl lokma ibadetle insanın içini nur yapar, haram lokma içi tahrip eder, kötülüğe tahrik eder. O zaman ondan kötü şey çıkar. Artık sen konuş dur.
Hiç şüphe yok ki her şeyi en iyi bilen O'dur. Yaratıcı O'dur, yaşatıcı O'dur, öldürücü yine O'dur. Çünkü O, insana şah damarından daha yakındır. Amma insan O'nu başka yerlerde arıyor. Bu başka yerde araması, O'ndan uzak oluşunun alâmetidir.
•
Allah'ım! Sıdkıyla zâtına yöneleni sen lütfunun içine al. Hainlik yapanları sen en iyi bilensin.
•
Sıdkı ile, ihlâs ile teslim olan ihvanları yürütürler de ihvan yürüdüğünü bilmez. Fakat yürütürler. Kimi? İhlâs ve sadakati olanı.
•
Müridi teslimiyeti tutar, bu yolda resmiyet teslimiyettir.
•
Lâubalîlikten Allah'ıma sığınırım. Sizin kaybınız lâubalîlikten geliyor.
Her hâl ve harekette kendimizi kontrol altında bulunduralım. Adımlarımızı ölçü dahilinde atalım. Zanla değil edeple yürüyelim. Nefsin sünepeliğine sapıp da hiçbir zaman lâubali olmayalım.
"Bu kapıda Sıdk, Teslimiyet ve İhlâs lâzım." Bunu elde ettikten sonra insana "Selâmet, Saâdet ve Muhabbet" verilir.
Sadâkat bu yolda çok mühimdir. Bir kulun gerçekten Allah-u Teâlâ'ya dayanması lâzımdır. Bu gibi kimselere dilediğini akıtır. Çeşme akıyor, o sırtını çeşmeye vermiş.
Fakat bu öyle bir dayanma olacak ki, bu dayanmanın içine ikinci bir şey girmeyecek. Gaye, maksat, menfaat gibi şeyler girmediği gibi, O'nun râzı olmadığı şeyler de kalpten geçmeyecek. Bu suretle kişi boşalmış olacak. Boşalma ne demek? Yani boru haline gelecek. Borudan su akar amma, o su boruya âit değil.
Bu gibi kimselerin, Mevlâ'nın tecelliyâtını gözü ile görmesi lâzımdır. Artık kendisinin hiçbir hükmü ve rolü olmadığına göre, Fâil-i mutlak'ın fiilini seyretmeye başlıyor.
Bunu da temin eden nedir?
Kalbin selimliği, Hakk'tan gayri hiçbir şeye dayanmayışı, Hakk'a dayandığından ötürü Hakk'ın tecelliyâtının husule gelmesi.
Teslimiyet: Cenâb-ı Hakk ezelde bir kulunu almayı murad etmişse, onu bir rehbere teslim eder. Nasibini de teslim ettiği yere koyar. O da günâ gün nasibini oradan alır.
Rehber ona cebinden vermiyor, verilen nasibi veriyor. Çünkü kendisi de muhtaçtır.
O kimsenin o nasibini alabilmesi için, Allah-u Teâlâ o rehbere karşı bir muhabbet ve merbudiyet verir. Bu da Allah-u Teâlâ'dan gelir, kişiye âit değildir. Hatta bu sevgi o kadar ilerler ki, Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e dahi bu sevgi bulunmaz. Çünkü onun tahsili oradadır, Mevlâ ona o sermayeyi bahşetmiştir. Bu sermaye kendiliğinden değildir.
Sevilen sevmedikçe, sevilenden bir şey gelmez. Yani konmadıkça nasıl olur o testide o su? O muhabbet de Allah'ımızın bir ikramı ve ihsanı olarak konuluyor. O muhabbet sebebiyle yavaş yavaş teslimiyet husule gelmeye başlar. Bu muhabbet tıpkı ekilen bir fidana benzer. Büyüdükçe bir taraftan boy verir, bir taraftan da yavaş yavaş dalını budağını salar, iman yerleşir. Zaten o muhabbet de imanla beraber yerleşiyor. Cenâb-ı Hakk'ın o lütfu onu sağlıyor, teslimiyeti artıyor, imanı artıyor. Halbuki Cenâb-ı Hakk anbean imanını artırıyor, imanını artırdığı nispette teslimiyeti de artıyor."
•
Bu müridan da aynı şekildedir. Ciddi bir ders almış, terbiye görmüş değil, hususiyetli bir şey yok. Kitaplardan nasibi kadar almış, kimisi derunî noktasına yavaş yavaş inmiş, kimisi cihada eğilmiş, kimisi yolda kalmış, amma o yolun içinde bulunuyor. Herkes nasibi kadar nasibini alıyor. Kimisi açık olarak, kimisi gizli olarak terakki ediyor. Fakat hepsi de kapalı olarak götürülüyor, gizli hallerle terbiye ediliyor. Teslimiyeti, bağlılığı, sadakati ve nasibi nispetinde hiç farkına varmadan mahviyetle yürütülüyor, Allah-u Teâlâ'nın ilâhî lütfuna nâil oluyorlar.
O yol ile bu yol, bu noktada da bitişiyor.
Her ne kadar mâneviyat yoluna ağırlık veriyorsa da birçok müridan bunun ciddiyetle farkında değil.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Hepiniz topluca sımsıkı Allah'ın ipine sarılın!" (Âl-i imrân: 103)
Bölünüp parçalanmamak için de topluca Allah'ın ipine sarılın.
Kur'an-ı kerim'e ve Sünnet-i seniyye'ye sımsıkı sarılanlar kendilerini her türlü tehlikeye karşı emniyet altına almış olurlar. Bu tehlikenin en büyüğü ise müslümanlar arasındaki tefrikadır, din adına bölünüp parçalanmalardır.
"Parçalanıp ayrılmayın." (Âl-i imrân: 103)
Bölünmeyin, birbirinize arka çevirmeyin, ayrılık doğuracak, din kardeşliğinizi zedeleyecek işler yapmayın, yahudiler ve hıristiyanlar gibi tefrikaya düşmeyin, Hakk ve hakikatten ayrılıp uzaklaşmayın.
Bu ilâhî beyanda birlik ve beraberliğin, uhuvvet ve kardeşliğin ehemmiyeti apaçık görülmektedir.
Bu emr-i ilâhî karşısında bütün müslümanların yekvücud olması ve Allah-u Teâlâ'nın ipine sımsıkı sarılması gerekir.
Kim ki bunu yapmazsa Allah-u Teâlâ'nın apaçık emr-i şerifine itaat etmemiş olur. Din-i İslâm'ı parçaladığı için şeytan fırkasından olmuş ve kendisini cehenneme hazırlamış demektir.
Emr-i İlâhî çiğnendiği için, dinde ayrılık yapmanın, parçalanıp ayrılmanın mesuliyeti, suç ve cezâsı o kadar ağırdır ki; Allah-u Teâlâ azapların tehirini ahirete bırakmamış olsa idi, bölücülük yapanların, tefrikaya sapanların cezâlarını dünyada vererek onları hemen yok ederdi. Ezelden onlara tanınmış bir sürenin dolmasını murad ettiği için hemen helâk etmemektedir.
Kim bu kitaplara tutunursa bilsin ki Allah ve Resul'ünün ipine tutunmuştur. Bu kitaplara sarılırsanız sizi dalâlete kaymaktan, fitne ve bölücülüğe düşmekten kurtarır. En kıymetli amel, en büyük şeref Allah yolunda hizmetçi olabilmektir.
Kur'an-ı kerim'de müslümanların birlik ve tesanüd içinde olmalarını, parçalanıp ayrılığa düşmemelerini emreden; ayrılığın ve ayrılık yapanların İslâm'a ve müslümanlara büyük zararlar verdiğini beyan eden birçok Âyet-i kerime'ler mevcuttur:
"Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.
Hepiniz topluca sımsıkı Allah'ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın.
Hani siz birbirinize düşman idiniz. Allah gönüllerinizi birleştirmiş ve O'nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.
Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı.
İşte Allah, doğru yolu bulasınız diye size âyetlerini böyle açıklıyor." (Âl-i imrân: 102-103)
Bu Âyet-i kerime'ler Ashâb-ı kiram'ın câhiliye devrindeki durumları ile, iman şerefiyle müşerref olduktan sonra kazanmış oldukları saâdeti beyan buyurmaktadır. Bu büyük nimet kıyamete kadar, kendisini Allah'ın dinine teslim eden her müslüman için de aynıdır. Gerçekten de bu nimet, hatırlanması ve şükredilmesi gereken büyük bir nimettir.
İmanla, basiretle tetkik edildiği zaman görülecektir ki bu husus çok mühimdir ve her müslümanın imanını koruması için bu durumu daima göz önünde bulundurması gerekmektedir.
"Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm'ın sulh ve selâmetine girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır." (Bakara: 208)
İslâm dini gönüllere huzur, kalplere şifadır. Gönüllerdeki fitne ve fesadı yok eder, insanları kardeş yapar. Zira Allah-u Teâlâ fitne ve fesadı sevmez. Bunun en büyük delili Resulullah Aleyhisselâm'ın gönderildiği asır ve toplumda çok kısa zamanda yaşanan muazzam inkişaftır.
"Onların gönüllerini birleştiren Allah'tır. Eğer sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O Aziz'dir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Enfâl: 63)
Bugünkü fitne ve fesadın en büyük ilacı yine Resulullah Aleyhisselâm'ın nuruna tabi olmak, İslâm'ın kardeşlik dairesinde hemhal olmaktır. Irkçılık ve bölücülük fitnesi içerisinde yakıp, yıkıp, öldürenler Allah-u Teâlâ'nın indinde çok büyük bir suç işlemişlerdir. Hem İslâm'a hem de vatana ihanetin cezası çok büyüktür. Hem dünyada hem de ahirette...
"Hem sizden hem de kendi topluluklarından emin olmak isteyen başkalarını da bulacaksınız. Bunlar her ne zaman fitneye götürülseler, fitnenin içine başaşağı atılırlar. Eğer onlar sizden uzak durmazlar, sulh işini size bırakıp ellerini çekmezlerse, onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. İşte öylelerine karşı size apaçık yetki verdik." (Nisâ: 91)
İslâm dini kardeşlik dinidir. Bize Hakk'tan bir nûr gelmiştir. Bu nûr Kur'an-ı kerim'dir. Bize kardeşliği, tesanüdü emreder:
"Müminler ancak kardeştirler." (Hucurât: 10)
"İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşınız, kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayınız." (Mâide: 2)
O halde Allah-u Teâlâ muhakkak iyilikte birleşmeyi emir buyururken; bizim Allah ve Resul'ünde birleşmemiz mi daha hayırlıdır, yoksa paramparça olmamız mı? "Elbette birliktir." diyeceksiniz.
O hâlde sizi Allah ve Resul'üne dâvet ediyoruz. İç ve dış düşmanlarımıza karşı koyabilmemiz için.
Zira devlet ittifaktan, devletsizlik ise nifaktan doğar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Bir mümin diğer mümin kardeşi için birbirine kenetlenen tuğlalar gibidir, birbirinden kuvvet alır." buyuruyorlar. (Münâvî)
Müslümanlar ana-baba bir kardeş gibidirler. Aralarındaki kardeşlik ebedî olup, âhirette de devam eder. Şu halde kardeşlik icraatını yapmamız lâzımdır. Mümin kardeşlerini Allah için seven, onların dertleri ile dertlenen kimselerden Allah râzı olur. Onlara akla-hayale gelmeyen dereceler verir.
Kardeşlik dini deyip isimde kalırsa mânâsına nüfuz etmemiş oluruz. Bu ayrılıklar nefsimizin hamlığından, tekâmül edemeyişimizden, ihlâsa varamadığımızdan ileri geliyor. Bu sebeple ne kadar kayıplara uğradığımızın hiç farkında değiliz.
Müslüman demek idrak sahibi demektir. İdraki ile her şeyi ölçüp tartacak.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın öyle kulları vardır ki, ne peygamber ne de şehid olmadıkları halde, peygamberler ve şehîdler o kimselerin Allah indindeki derecelerine gıpta edecekler. Bunlar, aralarında ne akrabalık ne de mal menfaati olmadığı halde, birbirlerini sırf Allah rızâsı için seven kimselerdir.
And olsun ki, kıyamet gününde bunların yüzleri nûr saçacak, bütün vücudları da nur içinde olacak. Herkes korktuğu zaman onlar korku yüzü görmeyecek, herkes kederlendiği vakit onların gönlüne hüzün girmeyecek." (Ebu Dâvud)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah'a inanırsınız." (Âl-i imrân: 110)
Bu şerefe nâil olmak mı hayırlıdır, yoksa dini dünyaya satıp ebedî hüsrana uğramak mı hayırlıdır?
İşte biz bu Âyet-i kerime'ye inandık, iman ettik ve bu yolda bulunmaya gayret ediyoruz.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyurur:
"İçinizden, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Âl-i imrân: 104)
Allah-u Teâlâ bunlardan râzı olmuştur. Ebedî saâdetine nâil ve dahil ettiği kimselerin de yalnız bunlar olduğunu bize bildiriyor.
Böyle bir saâdet-i ilâhî'ye nail olmak mı daha hayırlıdır, yoksa esfel-i sâfîlinde bulunmak mı?
Gerçek hakiki ihvanlar şu Âyet-i kerime'ye uygundur:
"Müminler kardeştirler." (Hucurât: 10)
Ayrı gayrı değil.
Ama bu kardeşlik bu yolda tahakkuk ediyor.
Bugün Hazret-i Allah'da birleşen kardeşlik, ana-baba kardeşliği değil. Birisi bâtın, birisi zâhir kalıyor. Ana-Baba kardeşi ama kardeş mirasta ortak dinde ortak değil. Ne kadar mühim değil mi?
"Ancak müminler kardeştirler." Dikkat ederseniz, iki öz kardeş bile anlaşamıyor, ana-baba kardeşi anlayamıyor. Küçük bir miras için çatışıyor, kardeşlik parçalanıyor. Demek ki bu Âyet-i kerime'nin tecelliyatını Cenâb-ı Hakk bu yola vermiş. Neden? Bu yolda gaye yok, maksat yok, menfaat yok, rütbe yok, makam yok, hiçbir şey yok, ne var? Rızâ var, kardeşlik var. İşte rızâda cem olursan kardeşlik öz kardeşlik.
Bu yolda gaye, menfaat olmadığı için kardeşlik husule gelebiliyor. Diğer yollarda iki kardeş bile parçalanıyor. Niçin? Ufacık bir madde, menfaat giriyor; bozuyor, bölüyor... Biz birleşmeyi, sevişmeyi, kaynaşmayı seviyoruz, ayrılık gayrılık değil...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Kendisine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar için kıyamet günü büyük azap vardır." (Âl-i imrân: 105)
Bu Âyet-i kerime'de yetmiş üç fırkadan o bir fırkaya işaret ediliyor. Yani "Siz de o kayanlar gibi olmayın, onlar için pek acıklı bir azap hazırladım, siz de kayarsanız bu felâkete uğrarsınız." diye o bir fırkayı ikaz ediyor Hazret-i Allah.
Allah'ım yolundan ayırmasın, bizi bize bırakmasın, âkıbetimizi de hayırlı etsin.
•
Kardeşim! Yahu bu yol Allah yolu, kardeşlik yolu. Gaye yok, maksat yok, menfaat yok, gösteriş yok. Paylaşamayacak ne var be yahu? Bu yolu, Allah-u Teâlâ sevmiş, seçmiş, lütfetmiş. Yahu bu sana yetmez mi? Bu yetmez mi lütuf olarak? O kadar bölücü varken, Allah-u Teâlâ'nın dinini parça parça yaparlarken, hepsi cehenneme giderken; Allah-u Teâlâ seni sevmiş, seçmiş, ayırmış. Bu sana yetmez mi?
O zaman neden yolun adamı olmuyorsun?
Nefsinin kölesi olacağına Hakk'ın kölesi olsana...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" buyuruyor. (Hûd: 112)
Bu emr-i İlâhi'ye uymamız, emir ve nehiylerine çok dikkat etmemiz gerekmektedir.
Bu Âyet-i kerime mucibince emr-i ilâhi doğrultusunda istikamette yürümek ve mahviyet içinde yaşamak şarttır.
O'nun emri, O'nun hükmü olacak, başka hiçbir şey olmayacak.
Tutulma yeri burasıdır. Hududu aşmayacaksın. Hudut; daire-i saadet, merkez-i selâmettir. Nefis girerse huduttan çıkar, kurtuluş ipi orası.
Onun için insan, huduttan çıkmaması için nefsini katmaması lâzım. Nefis girdiği anda huduttan aşağı çıkar, gider.
Tutulanlar neden tutuldu? İhlâsından, samimiyetinden, muhabbetinden, bağlılığından ötürü tutuldu...
Bu nokta imanda tutunma ve kayma noktasıdır. Çünkü karşısında Âyet-i kerime var, iman edene o yeter; Hadis-i şerif var, iman edene o yeter.
Âyet-i kerime'ye ve Hadis-i şerif'e iman etmeyen neye iman edecek?
Bir taraftan bütün emirlerine riâyet etmedikçe, her yasakladığı şeyden kaçınmadıkça, insan hiçbir zaman hakikat ehli olamaz.
Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan ikiyüzlülükten uzak olması demektir.
Bu emr-i ilâhîye uymamız gerektiği halde müslümanlar dinlemediler, yasaklarından kaçınmadılar, ilâhî hudutları çiğnediler, böylece de yoldan çıktılar.
Emrolunduğu gibi olursak O'nun kulu oluruz, emr-i ilâhî hilâfına hareket edersek şeytanın kulu oluruz.
Sen Âyet-i kerime'yi görmek istemiyorsan, Hadis-i şerif'i de umursamıyorsan, şeytana uydun ve kaydın demektir. Kendi düşen ağlamaz.
Ashâb-ı kiram'dan bir zât: "Yâ Resulellah! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle ki, o hususta sizden başka hiçbir kimseden sormaya ihtiyacım kalmasın." diye sorduğunda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!" buyurdular. (Müslim)
Ya olduğumuz gibi görünmemiz, ya göründüğümüz gibi olmamız lâzımdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Allah sizin kalıbınıza ve suretinize değil, kalplerinize bakar." (Müslim)
En üstün meziyet İslâm'da emrolunduğu gibi hayat sürmek, müslümanım demek en büyük şereftir.
Allah-u Teâlâ, mümin kullarına kendisinden korkmalarını ve doğru sözlü olmalarını Âyet-i kerime'lerinde emir buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki, Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın." (Ahzâb: 70-71)
İman, aslâ kopmak bilmeyen sağlam bir kulp gibidir. O kulpa sarılan kişi kurtuluş yolunu aslâ kaybetmez, şaşkınlık içinde bocalamaz. İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık delillerle birbirinden ayırt edilir haldedir.
Bu nur ile nurlanmak isteyen iman ehli müminler Allah-u Teâlâ'nın Emr-i şerif'ine uymak ve riâyet etmekle sorumludurlar:
"İşte bundan ötürü sen onları (tevhide, birliğe) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol." (Şûrâ: 15)
Bu ilâhî emir imanda da böyledir. İslâm'da da böyledir. Bütün ibadetlerde; namazda, abdestte, gusülde de böyledir, zekâtta da böyledir. Baştan başa hayatın her noktasında bu böyledir. O'nun emri olduğu için. İslâmiyet'in nezâfeti O'nun hükmü altındaki doğrulukla kâimdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür." (Buharî)
Doğruluk imandadır, ameldedir, sözdedir. Hepsi İslâm'ın emridir.
Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- Efendimiz ne güzel buyuruyorlar:
"Doğru sözlü olun, yağcılık, tabasbus etmeyin! Konuştuklarınız açık olsun! Kendinizin bile inanmadığı şeyleri söylemeyin! Allah'a ve Resul'üne 'şöyle diyorlar' diye âyet ve hadise iftira etmeyin! Makam, mevki, para, kadın... gibi menfaatler için, Allah yolunda taviz verip, yalan söylemeyin, çünkü münafık olursunuz! 'Allah'ın kanunlarına isyan ederek, akabinde, 'ben de müslümanım, ben de hacı çocuğuyum' diye müslümanları kandırmayın!"
"Kitab'a sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte biz ıslah edenlerin mükâfatlarını zâyi etmeyiz." (A'râf: 170)
Onlar kitaba sımsıkı sarılırlar, mucibiyle amel ederler. Onların mükâfatını vermek Allah-u Teâlâ'nın üzerinedir.
Her işte iki rehber olacak: Kelâmullah ve Hadis-i şerif. Bu iki noktadan ayrılmadıkça biz istikametteyiz.
Ahkâm haricinde yapılan en küçük bir iş bizi dalâlete götürür.
Yol çok güzel amma güzel yürümek lâzım. Bu güzel yürümek ne demek? Ahkâm mucibince, Hazret-i Kur'an'ın tarifi üzerinde yürümek. Hazret-i Kur'an'la, Sünnet-i seniyye rayları üzerine bir kere oturttun mu o raylar seni öyle götürür, mal-i maksuda ulaştırır. Ama o iki rayın üzerine oturmak lâzım. O hayatı yaşamak lâzım.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, İbn-i Ömer -radiyallahu anh-e şöyle emretmişti:
"Ey İbn-i Ömer!
Dinine sahip ol. Dinine sahip ol! Bil ki o, (seni ayakta tutan) bedenin, damarlarında akan kanındır. Dinini kimden aldığına iyi dikkat et. İstikameti doğru olanlardan al, eğrilerden alma!" (Kütüb-i Sitte cilt: 1 s: 500)
Bu yol Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a aittir. Mahlûka ait değildir. Bunu görün, yola devam edin, ilâhi emirlere dikkat edin, ahkâm mucibince yaşamak için. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hadis-i şerif'lerine riayet edin, ona uymak için. Bu şekilde hareket ederseniz muhabbetinizle ulaşmaya vesile olur.
Hakikat, Hazret-i Allah'ın kelâmı, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in beyanıdır. Bak kelâmına, uy izine, kurtul!
Onun için:
"Şüpheli şeylerden kaçınanlar, dinini ve namusunu korumuş olurlar." buyrulmuştur. (Buhârî. Tecrîd-i sârîh: 48)
Şu Hadis-i şerif de çok mühimdir:
"Sana şüphe veren şeyi bırak. Şüphelendirmeyene bak. Şüphesiz doğruluk kalbin yatıştığı şeydir. Yalan ise kalbin kuşku duyduğu şeydir." (Buhârî)
Hazret-i Kur'an'ı ve Sünnet-i seniyye'yi yaşamak lâzımdır. Şeriat-ı Ahmediyye üzerinde Sünnet-i Resulullah'a tabi olmak, bidatlerden sakınmak şarttır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında, Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur'an'dı." buyurmuşlardır. (Müslim)
Yani Kur'an-ı kerim'deki bütün hükümlerin tatbiki onun yaşayışında görülmektedir. Bu bakımdan o Hazret-i Kur'an'dır.
•
Binaenaleyh, bir insanın Hûd Sûre-i şerif'inin 112. Âyet-i kerime'si karşısında, ben iyiyim demesi çok acayiptir. Meğer O'nun lütfuna, rahmet ve merhametine kalmış.
"Yazıklar olsun o adama ki, derviş hırkası giyer de sözü ve fiili birbirine muhâlif olur." (Münâvî)
"Yazıklar olsun o şahsa ki, lisan ile Cenâb-ı Allah'ı çok zikreder, fiile gelince şerîatın emrinin aksini irtikab ile Allah'a âsî olur." (Münâvî)
Resulullah Aleyhisselâm görerek konuşuyor.
İmanların kaymaması için, imanımızı muhafaza için Cenâb-ı Hakk'ın emrine riâyet şarttır. Hem fitneci olmamalı, hem doğru olmalı. Aksi takdirde büyük bir ateş dokunabilir.
İslâm dini Allah-u Teâlâ'nın insanlığa gönderdiği en aziz emanettir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim." (Mâide: 3)
Bu bir lütuftur ve lütufların en üstünüdür. Doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın lütuf desteğidir, kendisinin yürüttüğü hükmüdür. Bunların hepsi yine "Hatemiyet"in içinde toplanıyor.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise;
"Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm'ın sulh ve selâmetine girin!" buyuruluyor. (Bakara: 208)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor:
"Ben size iki emanet bıraktım ki, onlara sımsıkı sarılıp tutunduğunuz müddetçe, katiyyen sapıtmazsınız. Birisi, Allah'ın kitabı; diğeri, Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetidir." (İmâm-ı Malik)
Bir diğer Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruyor:
"Ben size iki ağır emanet bırakıyorum.
Birisi; Allah'ın kitabı ki içerisinde doğru yolun rehberi ve nur vardır.
Diğeri; Ehl-i beyt'imdir. Ehl-i beyt'im hususunda size Allah'ı hatırlatırım."
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anh- yolculuğa çıkan bir kimseye; "Yanıma yaklaş, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in bizimle vedâlaştığı gibi seninle vedâlaşmak istiyorum." dedi.
"Resulullah Aleyhisselâm Efendimiz;
"Dinini, emanetini, işlerinin sonuçlarını Allah'a emanet ediyorum." buyururdu." (Tirmizî)
"Din emanettir, dinine hıyanet eden, imanını kaybetmiş olur."
İslâm dini Allah-u Teâlâ'nın insanlığa gönderdiği en aziz emanettir.
İslâm dini emirleri ve yasakları ile bütün olarak ilâhi bir emanettir. Hükümlerine kâmil bir şekilde uymak farzdır, uymayanlar emanete hıyanet etmiş olurlar.
Hadis-i şerif'te:
"Emanet, izzettir." buyurulmuştur.
Emanet; korumak ve saklamak için insana verilen maddî ve mânevî şeyler demektir. Emanete riayet imânın kemâline işarettir. Allah-u Teâlâ emaneti müslümanların sıfatı olarak beyan buyurmuştur:
"Onlar o kimselerdir ki, emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler." (Müminun: 8)
Emanetin çok geniş mânâsı vardır. Hazret-i Kur'an, din-i İslâm, marifetullah, ilâhi bir emanettir. Dinî, dünyevî, ahlâkî her şey emanettir. Kişiye bütün vücudu ve azâlârı birer emanettir.
Allah-u Teâlâ'nın her şeyi emanettir. Senin vücudun da emanettir. Ona "Benim!" dersen riyâkâr olmuş olursun. Buradan kaç kişi kurtulabilir? Bunu kim anlar?
Allah-u Teâlâ kimi "Fenâfillâh"a erdirdiyse yalnız o bilir, bildirdiği kadar bilir, ötesi yine bilmez. Kör olarak gidiyoruz. İnsan öldükten sonra ayılacak. Bir gün olup hakikati göreceğiz amma pişman olacağız.
Binaenaleyh sıhhat ve afiyeti korumak, aklı ve azaları iyiye, doğruya kullanmak bir emanettir. Anne, baba, evlât, kardeş, karı-koca, akraba, komşu, arkadaş, yoksul, dul, yetim ve diğer insanlarla her hususta ahkâm ölçülerinde adalatle, iyilikle muamele etmek emanettir.
Birinin diğerine geri almak üzere bıraktığı mal veya ödünç bir şey emanet olduğu gibi, bir toplulukta konuşulup da dışarıya sızmaması icabeden sözleri ve sırları saklamak da emanettir.
İstişare yapıldığında, konuşulanların sağa sola yayılmaması emanettir. Akıl danışan kimseye doğru bilgi vermek, hakikati anlatmak da emaneti yerine getirmektir.
Gerek dini ve gerekse dünyevî vazifeler de birer emanettir. Bu vazifelerin ehil olan kimselere, lâyık olanlara verilmesi lâzımdır.
Ücret, maaş karşılığı yapılan işi hakkıyla yapmak emanettir.
Çalışanlar, çalıştıranlara emanettir. İnsanların faydasına sunulan hayvanların hakkı emanettir.
Hadis-i şerif'lerde; "Emanetin ganimet bilineceği", "Emanete hıyanet etmenin kıyamet alâmetlerinden olduğu" haber verilmektedir.
"Dininizden ilk kaybedeceğiniz şey emanettir." (Tebârani)
Hazret-i Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- Efendimiz:
"Doğruluk emanettir, yalancılık hıyanettir." buyurmuşlardır.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz de;
"Dinin aslı emanete riayet, ahde vefadır." buyuruyorlar.
Emanet üzerinde bu derece hassasiyetle durmuşlardır. Çünkü bu din emanettir, emanet üzere kurulmuştur.
Allah-u Teâlâ emaneti insana yüklediğini ve bunun çok büyük bir şey olduğunu Âyet-i kerime'sinde beyan buyuruyor:
"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korkup endişeye düştüler. Onu insan yüklendi. Çünkü insan çok zalim ve çok cahildir." (Ahzab: 72)
Emanet göklerin, yerin ve dağların dayanamayacakları derecede ağır, yerine getirilmesi zor, mesuliyet getiren büyük bir yüktür.
Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyuruluyor:
"İnsan ise o emaneti yüklendi. Çünkü insan çok zâlim ve çok cahildir." (Ahzâb: 72)
Binaenaleyh emanet sahibi olan Allah-u Teâlâ'nın hakkını eda etmek insanlar üzerine farzdır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Hepiniz muhafızsınız ve hepiniz maiyyetinizde bulunanların hukukundan mesulsünüz.
Amirler maiyyetindekilerin, erkek âile efradının muhafızı durumundadır. Kadın da kocasının evi ve çocukları üzerinde muhafızdır.
Hülâsa, hepiniz muhafızsınız ve hepiniz emriniz altında bulunanların hukukundan mesulsünüz." (Buharî-Müslim)
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah size emanetleri ehil olanlara vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder." (Nisâ: 58)
Bu Âyet-i kerime Mekke'nin fethinde nâzil olmuştur.
Kâbe-i muazzama'nın bakım ve temizlik işleri Osman bin Talha ailesinin elinde bulunuyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mekke'yi fethettiğinde henüz müslüman olmamış olan Osman, kapısını kilitleyip Kâbe'nin üstüne çıkmıştı. Anahtarı vermeyi reddederek "Senin peygamber olduğunu bilseydim, onu verirdim." demişti. Bunun üzerine Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Osman'ın kolunu bükerek anahtarı elinden zorla aldı ve Kâbe'yi açtı.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz içeri girdi, iki rekât namaz kılıp dışarı çıkınca amcası Hazret-i Abbas -radiyallahu anh- anahtarın ve şerefli bir vazife olan bakıcılığın kendisine verilmesini istedi. Bunun üzerine Âyet-i kerime nâzil oldu. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e anahtarı yine eski vazifeliye vermesini ve ondan özür dilemesini emir buyurdu.
Anahtar kendisine teslim edildiğinde, Osman bunun sebebini sordu. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- "Bu bize ait bir mesele değildir, emr-i ilâhidir." buyurdu ve Âyet-i kerime'yi okudu. Bundan fevkâlade duygulanan Osman bin Talha, müslümanlığın adalet ve emanet üzerindeki titizliğini görünce "Ben artık Muhammed'in, Allah'ın Resul'ü olduğuna şehadet ediyorum." diyerek müslüman oldu.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Yoksa onlar, Allah'ın lütfundan verdiği kimselere haset mi ediyorlar?" (Nisâ: 54)
Haset, Allah-u Teâlâ'nın bir kuluna ihsan ettiği nimetlere karşı kıskançlık duymak, o nimetin ondan çıkmasını istemek, ona verilenin, onda bulunmasından hoşlanmamak, ondan alınmasını ve kendisine verilmesini istemektir.
Allah-u Teâlâ şeytanın şerrinden korunmamızı emir buyurduğu gibi;
"Haset ettiği zaman, hasetçinin şerrinden sabahın Rabb'ine sığınırım." (Felâk: 5)
Âyet-i kerime'si ile, haset edenin şerrinden de sakınmamızı tavsiye buyuruyor.
"Hasetten sakınınız. Şüphesiz ki ateş odunu mahvettiği gibi, haset de sevap ve iyiliklerin yok olmasına sebep olur." (Ebu Dâvud)
"Birbirlerinize buğzetmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinizle alâkayı kesmeyin. Kardeş olun ey Allah'ın kulları!" (Buhârî-Müslim)
•
"Kıyamet ne zamandır?" diye soran bir zâta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
"Emanet yitirildiği zaman kıyameti bekle! İşler ehil olmayanlara verilince kıyameti bekle!" (Buharî. Tecrid-i sarih: 54)
Ehliyet ve salâhiyeti olmayan, yapacağı işe hakkıyla vakıf olamayan bir kimse, bir işi üzerine alıp da layıkıyla yapamazsa, bu da emanete hıyanettir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz emanete hıyaneti nifak ve münafıklık âlameti saymıştır.
Hadis-i şerif'lerde emanete hıyanet etmenin kıyamet alâmetlerinden olduğu haber verilmektedir. Diğer bir Hadis-i şerif'te ise kıyamet alâmeti olarak "Emanetin ganimet bilineceği" beyan edilmektedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Müslümanların işine harcanmak üzere ayrılan maldan birçok haksız harcamalar yapan kimseler için kıyamet gününde cehennem vardır." (Buharî. Tecrid-i sarih: 1294)
"Emanete hıyanet edenler, olgun imandan mahrumdur." buyurmuşlardır. (C. Sağir)
Âliye kabilesinden bir zât gelerek;
"Yâ Resulellah! Bu dinde en zor ve en kolay şeyi bana haber ver!" dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Bu dinde en kolay şey 'Lâ ilâhe illallah, Muhammed'ün abduhu ve Rasulühü' şehâdetidir. En zor olanı ise emanettir. Zira emanete riayet etmeyenin dini de, namazı da, zekâtı da yoktur." (Bezzar)
Onun için bizler de aldığımız emanetlere hıyanet etmeyelim. Birgün ahirete çıkacağımızı unutmayalım.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Rüyâmda (havuzumun başında) ayakta duruyormuşum. Bir de baktım ki, ondan içmek için bir bölük insan geldi. Ben onları tanıyınca benimle onların arasında bir melek belirdi, onları çağırdı. Ben de ona: 'Bunları nereye götürüyorsun?' dedim. 'Vallâhi cehenneme götüreceğim!' karşılığını verdi. 'Neden götürüyorsun? Bunlar benim bildiklerimdir!' dedim. Melek: 'Onlar senin vefatından sonra kıçlarıyla dönüp (dinlerine) arkalarını çevirerek mürted oldular.' dedi.
Sonra yine havuzun başındaymışım, bir cemaat daha gördüm. Hatta onları da tanıdım. Benimle onların arasında bir melek belirdi, onları çağırdı. Ben ona: 'Bunları nereye götürüyorsun?' diye sordum. Melek: 'Vallâhî cehenneme götüreceğim!' karşılığını verdi. 'Ne sebeple götürüyorsun?' Bunlar benim iyi bildiklerimdir!' dedim. 'Melek: 'Onlar senin vefatından sonra kıçlarıyla dönüp (dinlerine) arkalarını çevirerek mürted oldular.' dedi.
Bunun üzerine: 'Bunlardan kırlarda başı boş kalan hayvanlar gibi, azdan az kişinin kurtulacağını sanıyorum.' buyurdu." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2060)
Durum budur, yolda ayaklarınızın kaymaması için bu pek hassas hakikati size duyurmaya çalışıyorum.
Buradaki kardeşlik yalnız tanışmaktan ibaret, asıl kardeşlik ahirette başlayacak.
Buradaki görüşmeler, buradaki haller orada uzun uzun anlatılacak. Yoksa burada her şey muvakkat. Görüyorsunuz ki yarından emin değiliz, kimin elinde senet var? Fakat muvakkat bir yer olmasına rağmen ahiretin bütün kazancı buradan götürüleceği için ve bir de saha-i imtihan olduğu için çok kıymetlidir. Asıl hayat, asıl kardeşlik orada yaşanacak.
Ümmet-i Muhammed'i öz kardeş bilmek ve sevmek, müslümanların birleşmesini ve çoğalmasını arzu etmek lütfu, Hazret-i Allah'ın kardeşlerimize cidden büyük bir ihsanıdır.
İşte siz bu yolun içinde bulunuyorsunuz. Onun için kuru ekmeğe râzı olun, Hakk'tan ayrılmayın. Ben gidiyorum...
Birbirinizi bırakmayın!
Boş konuşan bu yıkıcıların tahribatı karşısında bir kardeşin ayağı kayabilir. Bırakma onu. Yardımcı ol ona. Bırakırsan kurt kapar götürür.
Onun için insanın samimi olarak yolda bulunmak isteyenle beraber olması ve beraber ölmesi lâzım ki ahirette beraber çıkabilelim...
İhvan ihvanı bırakmamalı, düştüğü zaman kaldırmalıdır. Çok büyük tuzaklar var. Nefis, şeytan, şeytanlaşmış insanlar, şehvet, dünya muhabbeti. Bunlar imanı yok edecek kadar büyük düşmandır. Desteğe ihtiyaç var.
Abd-i acizin kanaati şu ki, niyet-i halisa ile çok da hata yapılsa af ediliyor. Hazret-i Allah kudret elinde bulundurduğu kalbi çevirmediği için muhabbet dönmüyor, râbıta kesilip yine bağlanabiliyor. Fakat kasd-ı mahsusa ile küçücük bir hata yapılsa çok büyük oluyor. Hazret-i Allah kalbi çeviriyor, Râbıta'nın teminine imkân kalmıyor. Kalp bir kere çevrilmesin, o artık hep ters görür.
Kasıt yok, suç var; af var.
Kasıt var, suç yok; af yok.
Allah ehli; tevâzu ve mahviyete değer verir.
Şeytan ehli; kibir ve varlığa değer verir. Bu anahtar elinizde oldukça herkesi ölçersiniz.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Akıllının dili kalbinde, ahmağın dili ağzındadır. Edep, aklın suretidir. Kötü edeple şeref olmaz. Cehaletten daha kötü hastalık yoktur. Akıl tam olunca söz eksik olur."
Akıl deyince akıl zekâ mânâsında değildir. Bu akıl mânevi akıldır. Hakk'a tekarrubiyet ve O'nu bilme aklı.
Ruh tekâmül ettikçe akıl da tekâmül eder. Ve Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz akıl ile edebi birbirine bağlamış, onun sureti saymıştır. Onun için ruhun tekâmüliyeti, aklın tekâmüliyetine, akıl da edebin kemâlleşmesine vesile olur.
Mânevi akıl tekâmül ettikçe kalbine vusat, diline sükût verilir. Bu sükût hali de onun edebini yükseltir. Aklın tam olması tekâmüliyettir. Edebi kemâlleşip tekâmüliyete ermezse o zaman şerefi kaybolur. Yani edep şerefi artırır. Ama edebi kaybedince şeref de kayboluyor derken cehaleti de husule geliyor. Bu cehalet nedir? Hazret-i Allah'ı bilmeme cehaleti. İnsan hem gafildir, hem cahildir. O cehaletin içinde birçok hatalar yapar.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz bu beyanları ile bunu görmüşler, edebi akla, aklı kalbe bağlamışlar. Cehaletin büyük hastalık olduğunu beyan buyurmuşlardır.
Mesrûk -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Bir kimseye ilim olarak Allah'tan korkar olması yeterlidir. Bir kimseye cehâlet olarak da kendini beğenmesi, nefsine mağrur olması yeterlidir." (Câmiu's-Sağîr: 6240)
Bu en büyük tehlikeyi hiç kimse bilmiyor ve görmüyor.
İlim sahibi insanlar var, profesör olmuş, bilgi sahibi ancak Hazret-i Allah'a karşı cahil, mânevi akıldan yoksun.
Ama Hazret-i Allah'a tekarrüb edenler edebi ile sükûtuyle âlim.
Bu noktada fakir der ki;
İstişare kimlerle kapılır?
Akıllı insanlarla yapılır.
Akıllı ile akılsızı biz nasıl ayırt ederiz?
Akıllı insan az konuşur çok düşünür.
Akılsız ise çok konuşur boş düşünür. Yalnız kendisinin bildiğini zanneder. Soysuzluğuna cehalet damgasını vurur.
Bunu ayırt edin, akıllıları seçin ve onlarla istişare yapın, az kişi de olsalar.
•
Akıllı olanlar işi Hakk'a bırakır, akılsız olanlar işi nefse, şeytana bırakır ve kendilerinin en üstün akla sahip olduklarını, en iyisini kendilerinin yaptığını, başkasının bilmediğini zannederler.
Onun için cahil ve edep yoksunu, istişareye ehil değildir.
"Bir kardeşimiz geçen gün bana mühim bir sual sordu. 'Sizden sonra rüyâ ile hareket edelim mi?' dedi. 'Hayır!' dedik. Çünkü bilmediğiniz bir yerde şeytan sızar, sizi hoplatır. Rahmânî gibi fevkalâde görünür, fakat çok âlim, âniden sizi kuyuya düşürür. Onun için bizden sonra rüyâ ile hareket etmeyeceksiniz. Rüyâyı diledikleri kadar bize vermişler. Amma tabirini yaparız amma yapmayız. Amma Rahmânî amma şeytânî. Biz onu hep düz tutarız, hiçbir şeyi halka sızdırmamaya çalışırız. Amma lüzumlu olan yerlerin tamirine tatbikine çalışırız. Fakat bizden sonra rüyâ ile hareket etmeyeceksiniz, yanılırsınız. Şeytan girer yanılırsınız, onu siz çözemezsiniz.
Bunlar gizli tutulmalıdır. Çünkü az evvel dedik ya, Rahmânî rüyânın içine şeytan rahat sızabilir. Binaenaleyh her şey ifşâ edilmez. Yalnız çok tedbirli ve dikkatli olmak lâzımdır. Biz âniden hiçbir şeye karar vermeyiz, ortalığı bulandırmayız. Ben rüyâya tabi değilim. Faydalı olanı alırım, faydasız olanı atarım. Onun için bizden sonra rüyâ ile amel etmeyin. Siz şerle hayrı çözemezsiniz. İçinde faydalı şeyler var, parçalayıcı şeyler var."
•
"Bilhassa bizden sonra rüyâ ile sakın hareket etmeyin. İbrahim Aleyhisselâm bile rüyâ gördü de 'Rahmânî mi şeytânî mi?' diye tereddüt etti,
Bir gün anlatılan rüyânın bir noktasını tetkik ettim. Anladım ki şeytanın rolü var. Mânen soruyorum: 'Peki buradaki gayesi ne idi?' dedim. 'Ortalığı, işi karıştırmak, ihvanı birbirine düşürmekti gayesi.' dediler. Onun için sakın rüyâya itibar etmeyin! Bizden sonra rüyâya itibar ederseniz şeytana tâbi olursunuz.
Çok dikkatli olmamız lâzım. Bizden sonra, hiçbir zaman rüyânın üzerinde durmayın, rüyâya iltifat etmeyin.
Ve bu size ölmeden evvel güzel bir ders oldu. Çünkü bizden sonra bunu sizin çözmeniz çok güçtür. Evet Rahmânî de olur, fakat bu arada bir şeytânî olur, seni hoplatır.
Rüyâya iltifat etmeyin. Bize Resulullah Aleyhisselâm'dan kalma Hazret-i Kur'an var, Hadis-i şerif var, bizden de kalma kitaplar var. Size yetmez mi bu?
Onun için demek istiyorum ki, ben hayatta olayım olmayayım, bunu defalarca söyledim. Bu yolun Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a âit olduğunu bilin."
•
Ahkâm esastır, rüyâ değil. Zira rüyâların rahmânisi olduğu gibi şeytanisi de vardır. Rahmâni rüyâ çok nadirdir. Bu çok ince bir konudur. Peygamberler dahi "Rahmâni midir, şeytani midir!" diye mütereddit durumda oluyorlar.
Nitekim İbrahim Aleyhisselâm gördüğü rüyâ "Rahmâni midir, şeytani midir!" diye tereddüt etti.
Kişi der ki;
"Ben Resulullah'ı rüyâmda gördüm!"
Gerçekten bir şey görmüşsündür ve fakat şeytan tıpkı Resulullah Aleyhisselâm'ın suretine giremediği gibi, Mürşid-i kâmil'in de tıpkı suretine giremez. Fakat o kişinin tıpkısını bilmemiz lâzım ki kimi gördüğünü bilmiş olsun.
Meselâ; sahte para hakikatine, gerçeğine çok benzetilmiştir. Fakat muhakkak ki ufak bir noksanlık vardır. Onu ancak ehli bilir.
Binaenaleyh; "Ben gördüm", "Ben oldum!" diyenlerden kaçının. Bu neye benzer, bir kimse bir baklava yapmış, zehrini de içine akıtmış. Kişi baklava yiyorum derken zahirlenir ebedi hayatına malolur. Halen "Ben oldum", "Ben gördüm!" der.
Kovulmuş olan İblis nice kimseleri aldattı ve hayat-ı ebediyelerini mahvetti.
Binaenaleyh; ahkâma bakın, kitaplara sarılın, "Gördüm! Oldum!" diyenlerden sakının.
İrbad bin Sariye -radiyallahu anh-dan rivayetle, Hadis-i şerif'te şöyle haber verilmiştir:
"Resulullah Aleyhisselâm bize öyle bir vaaz verdi ki bu vaazdan dolayı kalpler titremiş, gözler yaşarmıştı. Biz, ey Allah'ın Resul'ü! Sanki bu veda eden birinin vaazı gibidir, bizlere nasihat ve tavsiyede bulunsanız dedik, şöyle buyurdular:
Allah'tan sakınmanızı, Habeşli bir köle başınıza geçse itaat etmenizi vasiyet ediyorum. Sizden yaşayanlar çok kargaşa görecekler, bu yüzden size düşen sünnetime, doğru yola iletilmiş râşit halifelerin uygulamalarına sımsıkı sarılın. İşlerin yeniliklerinden kaçın. Her bidat sapıklıktır." (Tirmizî)
Bizden sonra şaşırmamanız için size ölçü veriyorum. Bu Hadis-i şerif'lere dikkat edin!
"Üzerinize başı kuru (kara) üzüm tanesi gibi olan bir Habeşî de yönetici olsa onu dinleyiniz ve itaat ediniz!" (Buhârî: 401)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"'Beni İsrail'i Peygamberler (Aleyhimüsselâm) idare ediyorlardı. Bir peygamber ölünce onun yerine ikinci bir peygamber geçiyordu. Ancak, benden sonra peygamber yok. Ama ardımdan halifeler gelecek ve çok olacaklar.'
Orada bulunanlar;
'(Onlar hakkında) bize ne emredersiniz?' diye sordular.
'Önceki biatınıza sadakat gösterin. Onlara haklarını verin. Onların üzerindeki haklarınızı (eda etmedikleri taktirde, kendilerinden değil) Allah'tan isteyin.
Zira Allah-u Teâlâ, idareleri altındakilerin hukukunu onlardan soracaktır.'" (Buhârî - Müslim)
Bu mevzu o kadar mühim ve hayati bir mevzudur ki Hazret-i Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- Efendimiz halife seçildikten bir gün sonra hitabede bulunmak üzere minbere çıktı. Zübeyr bin Avvam -radiyallahu anh-ı göremeyince onu çağırttı.
Gelince ona;
"Ey Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in hala oğlu ve onun havarisi, müslümanların birliğini parçalamak mı istiyorsun?" dedi.
Zübeyr -radiyallahu anh-;
"Ey Resulullah'ın halifesi, bu gün kimseyi kınama." dedi ve kalktı Ebu Bekir -radiyallahu anh-e biat etti.
Ebu Bekir -radiyallahu anh- insanlara tekrar baktı. Ali bin Ebi Talib -radiyallahu anh-ı göremedi. Onu da çağırttı.
Ona;
"Ey Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in amca oğlu ve damadı, müslümanların birliğini parçalamak mı istiyorsun?" dedi.
Ali -radiyallahu anh-;
"Ey Resulullah'ın halifesi, bu gün kimseyi kınama." dedi ve kalktı Ebu Bekir -radiyallahu anh-e biat etti." (el-Bidâye Ve'n Nihâye ibn-i Kesir)
Yolun düsturlarına azâmi riayet gösterin. Yoksa ahirette sahibiniz olmaz. Burası emanetullah. Dikkat edin, yol bu yol, Allah'a emanet.
Ağızdan çıkan sözler ve hareketlerimiz Hakk ile olacak. Hakk ile nasıl olur? O'na sığınmakla, her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu bilmekle olur. "Ben yaparım, ben ederim." demek yanlıştır. Bunlar nefis putuna ait işlerdir, bu benlikler nefse aittir.
Kendinize gelin! Efendi, bey, reis değil de kul olmaya çalışın. Bu yol; şefkât yolu, merhamet yolu, edep yolu; gösteriş yolu değil. Kimseyi incitmemek, kırmamak, her işi düzenli yapmak. Bu sessiz sedasız işleyişin altında mânevi bir disiplin vardır. İhvan ciddi olacak, resmi olacak, teslim olacak, tâbi olacak... Bu yol çok tatlı bir yol. Allah'ım içimizi, dışımızı güzelleştirsin. Allah'ım içimizi, dışımızı nurlandırsın. İlim irfan ile süslesin, kişi o zaman güzel insan olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Benden sonra ihtilaflar çıkacaktır. İşte o zaman sünnetime ve Hulefa-i raşidin'in sünnetine uyun! Onlara azı dişinizle ısırır gibi sımsıkı sarılın!" (Tirmizi)
Bu Hadis-i şerif çok mühimdir, bir ihtardır ve aynı zamanda iman ehli için kurtuluş reçetesidir. İhtilaf çıktığı zaman onun gösterdiği yola uyun ve o yolda, o ize basa basa gidenlere tâbi olun.
Uhuvveti, birliği sarsmayın! Fitne ve fitnecilere karşı uyanık bulunun!
Herkesin başını iki elinin arasına alıp tefekkür etmesi, kendi kusur ve kabahatlerine nedamet etmesi lâzım. Hazret-i Allah ve Resul'üne dönülmesi, fitne ve fesadın terkedilmesi, birlik ve beraberliğin tesis edilmesi lâzım.
Bağlılık, birlik ve beraberlik. Böyle olalım, böyle ölelim inşallah.