Peygamber vârislerinin üzerlerindeki hal nübüvvetin bir cüzü, iç âlemleri de Hatem-ül Enbiyâ -sallallahu aleyhi ve sellem-in bir emanetidir. Ve bütün fazilet de o emanettedir. İşte bunlar Hakk iledirler ve Hakk'tan bahsederler. Onların muallimi bizzat Hazret-i Allah'tır.
Allah-u Teâlâ onları Âyet-i kerime'sinde şöyle tarif ediyor:
"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." (Bakara: 282)
Onların ilmi vehbidir. Bu ilim onlara Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm'dan gelir.
Okumakla, zahiri ilimlerin tahsili ile bu halin husule gelmesi imkânsızdır. Akla bile gelmesin.
Peygamber Aleyhisselâm'ın tam vârisleri olanlar bir evlât derecesinde olup zahiri neseb itibari ile ona yakın olanlardan da ileridirler. Mânevi neseb itibari ile en yakınları onlardır.
Hadis-i şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
"Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak arif-i billah olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit Allah'tan gafil olan kimseler anlamazlar.
Binaenaleyh, Allah-u Teâlâ'nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Cenâb-ı Hakk onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti." (Erbain, Ebu Hureyre -radiyallahu anh-den)
İşte bunlar hükümsüz olduklarını gören kimselerdir. Zira hüküm de Allah-u Teâlâ'ya aittir. Bunu onlardan başka kimse bilemez.
Herkes varlığını ortaya koyup varlık satmaya çalışır. Fakat o, Hazret-i Allah'ta fani olduğu için, Hazret-i Allah'ı görür, kendisinden hiçbir şey görmez. Yani onlar Hakk'ı bilir, kendisini bilmez. Hakk'ı görür kendisini görmez.
•
Bir de sehm-i nübüvvete vâris olanlar vardır: Bunlar zahiri ilme sahiptirler, faydalı ilim diye tarif edilen ilme de mazhardırlar. Hakiki âlimler bunlardır. Hakk'a iletir ve Hakk ile hüküm verirler.
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." (A'raf: 181)
Kimseden menfaat beklemez. Okuttuğu ilimden asla ücret almaz. Her işleri yalnız ve yalnız rıza-i Bari'ye dayanır, bütün icraatları liveçhillah'tır. Kur'an ehli diye tarif edilenler bunlardır. Hazret-i Kur'an'ı yaşarlar. Bütün iş ve icraatlarını ahkâma uydururlar. Halka nûr saçarlar, beşeriyeti irşad ederler. Bunlar irşad memurlarıdır. Sayıları pek azdır.
•
Sehm-i velayete varis olanlara gelince; bunlar Cenâb-ı Hakk tarafından gönderilen, sevdiği seçtiği veli kullarıdır. Bunlara mukarrebun denir. İrşada mezun değildirler, halk ile hiçbir ilgileri yoktur. Kendilerine gelen emir ve ilhama bakarlar. Makamları çok âlidir, daima huzurda ve huşudadırlar. O huzurdan ayrılmak istemezler.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın huzur-u izzet'ine kadar çıkardığı kimselerdir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
•
Bu saydıklarımız mükemmel olanlardır.
Bunlar da kendilerinin bir çerçeveden ibaret olduğunu görüyorlar ve içinde nûr ile yazılmış lâfza-i celâl'in olduğunu biliyorlar. Bu da ancak ulül-elbâb'a mahsustur. Oraya çıkanlara mahsustur. Bu ancak Hazret-i Allah'ın göstermesiyle bilinir. Kişinin bilgisiyle mümkün değildir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa o Rabb'inden verilen bir nûr üzerindedir." (Zümer: 22)
Zira bunlar halkı karanlıklardan çıkarırlar, Nûr'a götürürler. Her iş ve icraatları Hakk'ın emriyledir. Asla kendi başlarına hareket edemezler. Bunun için de rehber-i sâdık'tırlar. Hıfz-u himayesinde ve tasarruf-u ilâhiyesinde bulundurduğu kullar işte bunlardır. Hıfz-u himaye ve tasarruf-u ilâhiye içinde bulundurduğundan dolayı da bunlar yanılmazlar. Bunlar mahfuz olanlardır. Tasarruf-u ilâhiye ile hareket ederler.
Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, emanetini kime vermişse, Resulullah Aleyhisselâm'ın nûrunu kime takmışsa, işte onlar Peygamber vârisidirler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Ebu Bekir sizi orucunun ve namazının çokluğu ile değil, ancak kalbine dökülen bir şeyle geçmiştir." buyuruyorlar.
Kalpten kalbe dökülen ilâhi emanetullah kıyamete kadar devam eder.
Bu nûr kaynağının devam ettiğine dair Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetim yağmur gibidir. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, yoksa sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez." (Tirmizi)
Bunlar nâdiren gelenlerdir, yüz senede bir defa gelirler.
Hadis-i şerif'te:
"Her asırda benim ümmetimden sâbikun yani öncüler vardır." buyuruluyor. (Nevadir-ül usûl)
Bunlar Resulullah Aleyhisselam'ın vekilidirler. Hazret-i Allah onu seçmiş ve sevmiştir, o dostuna akıtmıştır.
Akıtılan bu mânevi ve ruhanî feyizlerle kalbinin diriltilmesini arzu edenler, kalplerini evliyaullahın rûhâniyetinin teveccühüne arzetmelidirler.
Mürşidle beraberliğin bir kısmı cismânî olduğu gibi bir kısmı da ruhânîdir. Bu şerefli kalpten, kişinin kendi kalbine akıtması da râbıta ve murakaba sayesinde mümkün olur.
Hazret-i Allah'a ait olan ilâhi feyiz, Hâlik'ın deryasından mânevî kanal vasıtası ile Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin deryâsına gelir. Oradan da zamanın mürşidinin deryasına gelir. Oradan da nasibdar olan kimselerin kalblerine gelir. Râbıta ile öyle bir merbudiyet husule gelir ki mürşid-i kâmil'deki bütün hasletleri bir mürid üzerine geçirebiliyor. Kalbindeki muhabbet bağı ile onun boyasına giriyor. An be an onun gibi oluyor, ondan akseden nûrlar ile nûrlanıyor.
•
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." buyuruyor. (Enbiyâ: 107)
Âlemlere rahmet demek onunla âlemler hayat buldu demektir. O olmasa kâinatta hayat yok! Kâinatın hayatı onunla kaim.
Hangi yağmur tanesinin içine nasıl bir hayat yerleştirildiğini bilebiliyor musunuz? Hiç kimse bilemez.
Ebu Hureyre -radiyallahu anh- Hazretleri:
"Ey gök suyunun çocukları! İsmail sülâlesindensiniz. Hacer sizin ananızdır." buyurmuşlardır. (Buharî)
Yani her yağmur tanesinin içine neler koyduğunu ancak O bilir, o tane düşer, dilediğini murad eder.
Âlem-i ervah'tan merhale merhale Felek-i kamer'e geldikten sonra, oradan Anasır-ı erbaa denilen ateşe, havaya, suya ve toprağa düşer. İnerken yağmur taneleri ile iner, toprağa düşünce de bitki olur.
Âyet-i kerime'de:
"Allah sizi yerden bitki bitirir gibi bitirmiştir." buyuruluyor. (Nuh: 17)
Başlangıçta babaları Âdem Aleyhisselâm'ı da topraktan yaratmak suretiyle yerden bitirmişti.
İnsandaki ruh-u hayvânî, gıda olarak o bitkiyi yer. Bir müddet erkeğin sulbünde üreme nüvesi halinde kalır. Daha sonra nutfe olarak ana rahmine geçer.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"İnsan neden yaratıldığına bir baksın! Atılıp dökülen bir sudan yaratıldı. O su erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar." (Târık: 5-6-7)
Burada "atılıp dökülen su" ile erkekten hızla çıkan "meni" kastedilmiştir.
Meni, bir çeşit sıvı ile nutfe yani sperma hayvancıklarının karışımından meydana gelir. Erkeğin sulbünden çıkar. Yumurtacık ise kadının göğüs kemikleri arasından çıkar.
Bir çekirdeğin içerisinde neler halkettiğini görebiliyor musunuz? Küçücük çekirdeğin içinde ağaç var. Ağacın dalları, kaç yaprağı olacağı, ne kadar meyve sunacağı, kimlere nasip olacağı, ağacın ömrü... hep o çekirdeğin içine yerleştirilmiştir. Ve o çekirdek de toprakta eriyip gidiyor. Bu saydıklarımız onun özündedir. Öz ne demek? Yani Cenâb-ı Hakk'ın emrindedir.