Bir temsil verelim: Bir insanla giydiği elbisenin arası ne ise, Hazret-i Allah ile vücud elbisesinin arası öyledir.
Bir elbisenin giyindiği kişiyi tanıyamadığı gibi, bir bedenin de yaratanını tanıması mümkün değildir. Çünkü elbisedir. Kişinin düşüncesini elbise ne bilir? Allah-u Teâlâ'nın o kişi hakkındaki hükmünü de maske hiç bilmez! Maske çünkü. Fakat insanoğlu vücudunu bir şey zannediyor, Hakk'ı bilmediği için kendisini görüyor.
Bu hakikatler kemiğin iliği mesabesindedir. Hakikatin özüdür, sözü değildir. Kemiğe kadar herkes iner, iliğe inemez. Kemik ayrı şey, ilik ayrı şey.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mektubat" adlı eserinde buyurur ki:
"Bu marifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyanın da marifeti ötesindedir. Hatta onların ilimleri, bu ilimlere nispetle kabuk kalır. Bu marifet dahi o kabuğun özüdür." (317. Mektup)
Allah-u Teâlâ'nın göstermesi ile fakir bunu gözü ile görür, görür de öyle söyler. Hiçbir ilmim olmadığına göre, eğer Allah-u Teâlâ öğretmese bunu bilmek mümkün değildir. O bana bu ilimleri satır satır, nokta nokta öğretir ve gösterir. Evliyâullah'ın "Has ilmullah" diye tarif buyurduğu ilim işte budur. Zâtına mahsus bir ilimdir. Bu ilim bugün indi. Hakk'al-yakîn ilmin özü de budur. Görünen ve bilinen bir ilim değildir. Diğer ilimler bunun yanında sözüdür. Oraya inemediği için sözde kalmış. Yani kemikte kalmış, iliğe inememiş.
Buradan da anlaşılıyor ki ilmin özü Hâtem-i veliye verilmiş.
Öz nedir? Hazret-i Allah. O özü biliyor, diğeri kabuğu biliyor. Öz ayrı, kabuk ayrıdır.
"Biz ona tarafımızdan has bir ilim öğrettik." (Kehf: 65)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulan ilim işte budur, Allah-u Teâlâ ancak dilediği kadar duyuruyor.
Nitekim Şeyh'ül-Ekber Muhyiddin-i İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûs'ül-Hikem" adlı eserinde şöyle buyurmuşlardır:
"Bu ilim ilm-i billâhın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir." (Sh: 43)
•
İlm-i ledün nedir? İlm-i ledün'ün özü Allah-u Teâlâ'yı bilmek, görmek; kendisinin maske olduğunu bildiği gibi, kendisini görmemektir.
Hazret-i Allah'ı görecek, bilecek, kendisini görmeyecek. Kendisinin yalnız ve yalnız bir maskeden ibaret olduğunu bildiği zaman ilm-i ledün'ün özünü bulmuş olur. Çünkü o zaman Hazret-i Allah ile kendi maskesini ayrı olarak görür. Ancak orada görür.
Bu bilgileri Rabb'im bana öğretmese, ben bunların bir tanesini bilemezdim. Bilmem de mümkün olmazdı. Zira kitaplarda yok ki okuyayım, şimdiye kadar böyle bir ilim inmiş değil ki bileyim. Bu ilim ancak O'nun öğretmesiyle mümkündür. Yalnız beşer beşerdir, o kendisini bile bilemez. Maske olduğunu bilir, maskeden ötesini bilmez. Allah-u Teâlâ'nın o maske hakkında verdiği hükmü de bilmez.
İnsan bir maskeden ibarettir, kâinat da bir maskeden ibarettir. Hepsi de "Ol!" demekten ibarettir ve O'nunla kaimdir.
•
Hazret-i Allah'ı müşahede ruh ile olur. Size bunun iç sırrını anlatayım:
Daha önce "Nefes zikri"nden mevzu geçmişti. Fakat bu dersi nasıl yaptığımızı şimdiye kadar açmamıştık.
Bu dersi yaparken kendimi ölmüş ve kefenlenmiş olarak kabul ederim. Fakat nefes alıyorum. Ölü bir insan... Ceset ayrı, ruh ayrı, Hazret-i Allah ayrı. Oradaki ceset, hükümsüz bir elbise oluyor. Allah-u Teâlâ ile irtibatı kuran ruhtur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Resul'üm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki: Ruh Rabb'imin emrindendir." (İsrâ: 85)
Ruh O'nun emriyle irtibat kuruyor. Cesedin hiçbir hükmü yok, ceset elbise olarak kaldı.
Ceset bir maskedir amma, Allah-u Teâlâ ona bir irade-i cüz'iyye vererek mükellef kılmış ve saha-i imtihana sürmüştür.
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere maskeyi başıboş bırakmamış, denemek için sahneye koymuştur.
Allah-u Teâlâ'ya intikal eden kimse O'nun izniyle kendisinin bir maske olduğunu görür. Ona maske olduğunu gösterecek olan ruhtur. Hazret-i Allah ile nefes alan da ruh olmuş oluyor, ceset değil. Bu noktaya çok dikkat ederseniz, sırların çoğunu bilmiş olursunuz.
İtimat edin dünyada da böyledir, kabirde de böyledir, mahşerde de böyledir, Cennet-i âlâ'da da böyledir. Dünyada bunu ihsan eden kabirde etmez mi? Çünkü ruh kabirde kınından çıkmış kılıç gibidir, mülâkat daha çabuk olacak. Ceset bir elbise idi, onu soyundu çıkardı. Sen yatakta yatarken elbisenin ne hükmü olur? Elbise çıktı, ruh ve ruhâniyet iş görür.
Hülâsa olarak; O'nunla mülâkat yapan ruh oluyor, ceset bir elbise olarak kalıyor ve hiçbir hükmü kalmıyor.
O'nun duyurduğunu size söylüyorum. Bu ilim karşısında marifetullah ehlinin ilminin kabuk kalması işte bu sebepledir.
•
Allah-u Teâlâ'nın emriyle ruh nefes alıyor. O zaman koyduğu bu hükmü bütün evliyâullahın istifadesine sunmuş, O'nun koyduğu hükümden istifade ediyorlar. Ruhuna o zaman lütfetmiş, ruhundan diğer veliler alıyor. Cesedin hükmü yok.
Nitekim İsmail Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususu ifşâ etmişlerdir.
Buyururlar ki:
"Her asırda mevcut olan insan-ı kâmil peygamber makamına oturmuştur ve Hâtem-i velâyet'in üflediği nefesidir. Halk onu ister kabul etsin, ister etmesin." (Kenzü Mahfi. 10. Bahis)
Muhyiddin-i İbn'ül Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Âdem ruh ile cesed arasında iken peygamber olduğunu bildirdiği gibi, Hâtem-i veli'nin de öyle olduğunu beyan etmiştir.
O âlemlere rahmet olarak gönderildi. Nurundan nurunu yarattı, o nurdan bütün âlemleri yarattı.
Hâtem-i veli'ye gelince;
O da Âdem Aleyhisselâm'dan evvel yaratıldığı için Allah-u Teâlâ'nın nefesi ile nefes alır verir, O'nun nefesi ile alıp verdiği için veliler o nefesi alıp verir. Onu ezelden öyle yarattı, mayasını kendi nuru ile yarattığı için, O'nunla nefes alıyor, O'nunla nefes aldığı için de diğer veliler o nefesten alıyor. Öyle yaratmış, öyle koymuş... O O'nunla nefes alıyor, diğer veliler ona verdiği nefesten alıyor.
Fakir size daha önce şöyle demişti:
"Hazret-i Allah ile alınan nefes, nefeslerin en hayırlısı, Hazret-i Allah ile mülâkat mülâkatların en güzelidir."
Bu sözün mânâsını siz şimdi anlamış oluyorsunuz.
Kapalı idi açılmış oldu. Yavaş yavaş kapalı kutular açılıyor ve siz bunları idrak etmiş oluyorsunuz.
Halk ister kabul etsin, ister kabul etmesin, bu böyledir. Bunlar hep ezeli lütuftur, başka hiçbir şey değil, mahlûka âit de değildir.
O koyacak, O lütfedecek, O idare edecek, bu işler olacak. Mahlûkatın hiçbir hükmü yok. Allah de geç! Gayrısını bırak!
O zaman o nefesi koymuş, o nefesi alıyorlar. O zaman ruhu koymuş, o ruhtan ruh alıyorlar. O zaman o ilmi koymuş, o ilimden o ışıktan almışlar. Hepsini o zaman koymuş, koyduğundan alıyorlar.
Farz-ı muhal ki bana yasaklamış olsalar, bir tanesini ifşâ edemem. Onlara yasaklamamış, onlar da ifşâ etmişler.
Allah-u Teâlâ Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'e, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in geleceğini bildirmiş, bildirdiği için ifşâ etmişler, zemin hazırlamışlar. "Gelecek, gelecek, gelecek..." dediler ve geldi, âlemleri nurlandırdı. Sonra nübüvvet ve risâlet kesildi, artık gelecek haberi yok.
Ondan sonra ise evliyâullah hazerâtı: "O gelecek!" dediler, kendilerinden sonra gelecek olan Hâtem-i veli'yi müjdelediler, geleceğini haber verdiler.