Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
Başyazı - KALSAK DA O'NUNLA, GİTSEK DE O'NUNLA... - Ömer Öngüt
KALSAK DA O'NUNLA, GİTSEK DE O'NUNLA...
Başyazı
İsmail Yavuz
1 Nisan 2023

 

"Gerçek Hükümdar Olan Allah Çok Yücedir. O'ndan Başka Hiçbir İlâh Yoktur. O, Çok Şerefli Olan Arş'ın Rabb'idir."
(Mü'minûn: 116)

"Bugün Mülk Kimindir? Tek ve Kahhar Olan Allah'ındır!"
(Mü'min: 16)

"Hüküm, Yücelerin Yücesi Ulu Allah'ındır."
(Mü'min: 12)

"Biz Bir Şeyin Olmasını Dilediğimiz Zaman, Sözümüz Ona Ancak: "Ol!" Dememizden İbarettir. O da Derhal Oluverir."
(Nahl: 40)

"Eğer Allah Sana Bir Zarar İsabet Ettirecek Olursa, Onu Kendisinden Başka Hiçbir Kimse Gideremez. Sana Bir Hayır İsabet Ettirirse, (Bunu da Kimse Geri Alamaz.) Şüphesiz ki O Her Şeye Kâdirdir."
(En'âm: 17)

"De ki: Ey Rabb'im! Bağışla, Merhamet Et, Sen Merhamet Edenlerin En Hayırlısısın."
(Mü'minûn: 118)

KALSAK DA O'NUNLA,
GİTSEK DE O'NUNLA...

 

"Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu, Kitap'ta (Levh-i mahfuz'da) yazılıdır." (İsrâ: 58) Durum bildiğiniz gibi değil. Cenâb-ı Hakk; "Şimdiye kadar yaptım, bundan sonra hiçbir memleket hariç kalmamak üzere dünyayı amma harp ile amma zelzele ile amma afât ile yıkacağım, harap edeceğim!" buyuruyor. Onun için çok tedbirli olun. Yalnız borçlu olmayalım, borçlu ölmeyelim. Buna çok dikkat edin. Biz öteden beri kardeşleri her bakımdan tedbirli olmaya alıştırdık, hazırladık ki bugünler için... O'nunla olmak hayat, O'nsuz olmak vefat. Kalsak da O'nunla, gitsek de O'nunla... Denize baktığın zaman sakin, ne kadar güzel. Şimdiki deniz de öyle amma içi kaynıyor, dünya da böyle kaynıyor. Fakat patlamak için emir bekliyor, bir patladığı zaman bütün dünyaya yayılacak ve bu uzak değil, dünya memleketleri bir bir karışacak. Onun için dünyaya değil, ahirete gönül vermenizi tavsiye ediyorum. Bugün sığınma günüdür. (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)

 

Şubat ayında yaşanan büyük deprem âfâtından sonra yayınladığımız Mart 2023 tarihli dergimizde; her şeyin Allah-u Teâlâ'nın dilemesi ile, O'nun ilmi ve takdiri ile zuhur ettiğini, O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmediğini; bu âfatı O'nun gönderdiğini, O'na yönelip tevbe etmemiz gerektiğini; küffarın fırsat kolladığını, bu sebeple birlik ve beraberliğimizi korumamız gerektiğini; daha büyük âfâtların da beklendiğini; bu hususlardaki Hazret-i Allah ve Resul'ünün beyanlarını, Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin ifşaatlarını arzetmiştik.

Bu sayımızda da yaşanan hadiselerden almamız gereken öğüt ve nasihatleri; bu Zât-ı âli'nin eserleri ve sohbetlerindeki beyanlarından derleyerek arzediyoruz.

Âfâtlar, musibetler bir ikazdır, Allah-u Teâlâ'nın azamet ve kudretinin büyüklüğünü, bizim ise ne kadar aciz, muhtaç, günahkâr ve zâlim bir mahlukçuk olduğumuzu bilmemiz için bir ihtardır.

Bugün gadab-ı ilâhî'ye sebep olan bütün kötülükler işleniyor. Seyyiat zamanındayız. Korkunç bir durum var.

Bir yandan insanlar nefislerinin peşinden gidiyor, hükm-ü ilâhî yok sayılıyor; diğer yandan irşad ve ikaz makamını işgal eden ve fakat dinde ve vatanda bölücülük yapanlar ortalığı istilâ etmiş durumda. Müslümanlara en büyük zararı veriyorlar. FETÖ gitti, başkaları ortalıkta dolaşıyor.

Bu iki husus gadab-ı ilâhîyi celbediyor. Öyle bir devir ki İslâm garip kalmış durumda.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir. Ne mutlu o gariplere!" (Müslim)

İşte bu zaman!

Emr-i ilâhî bırakılıyor, kendi arzuları hüküm yerine konuluyor, Hazret-i Allah'ın emir ve hükümlerine kulak verilmiyor, nefislerin arzuları ilâh ediniliyor, nefsin, şeytanın peşinden gidiliyor.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkan: 43)

İnsanlar heva ve heveslerine tâbi olunca nizam ve intizam bozulur, hayatın gerçeklerinden uzaklaşılır. İnsanlar böylece gizli şirke sapmış olurlar.

Demek ki insanın nefsini ilâh edinmesi bir şirk imiş, kişi bunun farkında bile değil.

Görünüşte iman etmiş gibi görünürler, hem de kendilerinin, müslümanların en ön safında olduklarını zannederler;

"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: 106)

Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere Allah'a şirk koşarlar ve dolayısıyla müşrik olarak yaşarlar.

Bunlar imandan, İslâm'dan, saf ve doğru tevhid istikametinden mahrumdur. İmanlarına şirk karışmıştır, Allah'tan başkasına ilahlık payesi verirler veya dünya nimetlerine taparcasına düşkünlük gösterirler.

İkinci bir husus;

Cenâb-ı Hakk dinde bölücülüğü, tefrikayı yasaklamış olduğu halde;

"Dinde ayrılığa düşmeyin." (Şûra: 13)

Buyurduğu halde ortaya çıkan bu sahteler müslümanları fırka fırka bölmüşler ve bu dini kendi menfaatlerine alet etmişlerdir.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Onlar ki, dinlerinde ayrılığa düşüp gruplara ayrıldılar." (Rum: 32)

"Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, birbirlerini çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler.

Eğer belirli bir süre için Rabb'inin verilmiş bir sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilerek iş bitirilmiş olurdu." (Şûrâ: 14)

Çeşit çeşit bölücüler türedi, herbiri bir isimle türediği için İslâm dinini parçaladılar.

"İnsanlar ilk önce tek bir ümmet idiler, sonradan ayrılığa düştüler.

Eğer Rabb'inden ezelde bir takdir geçmemiş olsaydı, ihtilafa düştükleri şeyler hakkında hüküm çoktan verilmiş olurdu." (Yunus: 19)

İslâm dininden ayrılıp bir isimle ortaya çıkan, dinini ilân eden her bölük ayrı bir dindir. Artık o, kendi ismiyle çağrılır. Bir isim altında ayrılanlar bir bölük oluyor. Öyleyse kendine has isim veren ve o isimle türeyenlerin hepsinin dini ayrıdır.

"Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir." (En'am: 159)

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri bu Âyet-i kerime'nin ümmet-i Muhammed hakkında nazil olduğunu söylemiştir.

Allah-u Teâlâ burada onların dinden çıktığını belirtiyor ve sakın onlarla ilgi kurma diye de emir veriyor. Zira onlar İslâm'dan çıktılar, bir isimle din kurdular.

Bu Âyet-i kerime mucibince din-i mübin'i parça parça edenlerin İslâm dini ile hiçbir ilgileri yoktur. Zira bütün bölücüler İslâm dâiresinden atılmışlardır.

Allah-u Teâlâ onları kulluğundan tardetmiş, dininden atmış, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine de tardetmesi için emir buyurmuştur.

"Benim onlarla ilgim yok, senin de olmasın!"

Bu emr-i ilâhî kıyamete kadar şamildir.

"Ayrılık yapan bizden değildir." (Münâvî)

Hadis-i şerif'i ile ümmetliğe kabul etmiyor.

Bu şuna benzer; bir baba çocuğunu evlâtlıktan reddetmiş, nüfusundan da sildirmiş. Artık o evlât her ne kadar: "Ben filân kişinin oğluyum." dese bile mirastan mahrum edilmiştir.

Bunlar da imandan ve İslâm'dan mahrum edilmişlerdir.

Allah-u Teâlâ rahmet kapılarını onların üzerine kapamış, bölücüler hakkında hükmünü vermiş, âkıbetlerini açık olarak beyan etmiştir.

Bu bölücüler İslâm için değil, isim için çalıştıklarından, Allah-u Teâlâ onları reddetmiştir.

Hem müslüman gibi görünüp müşrik gibi yaşama, hem dinde ve vatanda bölücülük yapılması, halkın da bunlara rağbet etmesi gadabullaha mucip oluyor.

Oysa isyan cezasız kalmaz.

"Allah tarafından kuşatıcı bir felâket gelmesi veya farkında olmadan kıyametin ansızın kopması karşısında kendilerini emin mi gördüler?" (Yusuf: 107)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Ümmetimde zelzeleler olur. Öyle ki bu zelzelelerde on bin, yirmi bin, otuz bin kişi ölür. Allah bu ölümü muttakilere öğüt, müminlere rahmet, kâfirlere ise azap kılar." (Râmuz el-Ehâdis: 3222)

Binaenaleyh "Bütün bu afâtları neden gönderiyor? Bir gadabı mı var?" diye muhasebe yapmamız gerekmez mi?

Dikkat buyurursanız Hazret-i Allah zelzele gönderiyor, sel gönderiyor, peşi sıra gönderiyor.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:

"Resulullah Aleyhisselâm gökyüzünde bulut veya rüzgâr görünce, ona doğru bakar, sonra döner, kâh odasına girer, kâh çıkar, çehresinin rengi değişirdi.

'Yâ Resulellah! İnsanlar bulut görünce onda yağmur var umudu ile sevinirler. Sizin ise hoşlanmadığınız yüzünüzden belli oluyor.' dedim.

"Yâ Âişe! Onda bir azap bulunmadığından emin değilim.

Çünkü bir kavim rüzgâr ile azaba uğratılmış, bir kavim de gelen azabı görmüş ama 'Bu bize yağmur yağdıracak buluttur.' demiştir." buyurmuşlardır." (Buharî-Müslim)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hâli bu iken bizim nasıl olmamız gerekir?

Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- buyurur ki:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- gök gürleyip şimşek çakınca, yıldırımlar duyduğu zaman şu duâyı okurdu:

"Ey Allah'm! Bizi gazabınla öldürme! Azabınla da helâk etme! Bundan önce bizi âfiyete kavuştur." (Tirmizi)

Resulullah Aleyhisselâm ilâhî azaptan endişe etmiş, helâkiyetten sığınmış, bizim de endişe etmemiz, O'na sığınmamız gerekmez mi?

Böyle bir ibtilâ inmiş, bundan sonra bari toparlanalım. Cenâb-ı Hakk'tan af dilenelim. O'na sığınalım. Bu âfâtlardan öğüt alanlardan olalım inşallah.

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bir beyanlarında şöyle buyurmuştu:

"İtimad edin bazen duâ etmeye korkuyorum, o kadar gadaplı. Bazen o kadar gadaplı, her zaman değil. Siz uyuyorsunuz, kendi âleminizdesiniz."

Hazret-i Allah'tan, O'nun gadabından korkmamız lâzım. Herkesin başını iki elinin arasına alıp tefekkür etmesi, kendi kusur ve kabahatlerine nedamet etmesi lâzım. Hazret-i Allah ve Resul'üne dönülmesi, fitne ve fesadın, bölücülüğün terkedilmesi, birlik ve beraberliğin tesis edilmesi lâzım.

Başka bir beyanlarında da şöyle buyurmuşlardır:

"Bir kere gadaplandı mı hiçbir şey O'nun önünde duramaz. Hükm-ü ilâhî derler ona. O hükmünde hikmet sahibidir."

Âhir-son zamandayız. Her an yeni bir afât yaşanıyor. Bugün hayattayız, yarın sıra bize gelecek. O gün geldiğinde rahmet-i Rahman'a kavuşanlardan mı olacağız, yoksa ilâhî azaba uğrayanlardan mı olacağız?

Allah-u Teâlâ bizi rahmetine kavuşturduklarından etsin. Yoksa bu dünya da, içindekiler de, zevkleri de geçicidir, aldatıcıdır.

Âyet-i kerime'de:

"Dünya hayatı aldatıcı zevkten başka bir şey değildir." buyuruluyor. (Âl-i imrân: 185)

Allah-u Teâlâ bizi bu dünyaya imtihan etmek için göndermiştir. Ölüm ve hayat bunun için yaratılmıştır:

"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)

Binaenaleyh bütün bu âfâtlar, ibret alınırsa, Allah'a yönelmeye, O'na sığınmaya; bu dünyanın ise geçici ve bir gün yok olacağını hatırlamamıza; Allah'tan başka sığınılacak ve yönelinecek başka hiçbir merci, başka hiçbir makam olmadığını idrak etmemize vesile olursa bizim için bir rahmet olur.

 

Artık Hakk'a Dönme Zamanı:

Bu afâtlar bir ihtar-ı ilâhîdir. Kula düşen; sığınma, tedbir ve niyazdır. Bunlardan ders çıkaralım, af ve mağfiret ayı olan Ramazan-ı şerif'i milat kabul edelim. Günahlarımıza, isyanlarımıza tevbe istiğfar edelim. Hazret-i Allah ve Resul'üne dönelim, O'nun rahmetine, lütuf ve keremine nâil olalım.

Bir gün mutlaka öleceğiz.

"Her insan ölümü tadacaktır." (Âl-i imran: 185)

Mühim olan imandır, bize bahşedilen bu hayatı hangi yolda harcadığımız, Allah-u Teâlâ'nın nimetlerinin, ihsan ve ikramlarının kadrini, kıymetini bilip bilmediğimizdir. Eğer bilirsek imtihanını vermiş olarak ahirete intikal etmiş oluruz. Bilemezsek, nankörlerden olursak âkıbetimiz ne olur?

İnsanoğlu çok aciz ve çok muhtaç bir varlıktır. Var dediğimiz her şey, en başta kendi varlığımız gerçek Var'ın, Allah-u Teâlâ'nın "Ol!" emri ile hayat bulmuştur. "Öl!" demesi ile yok olacaktır.

Âyet-i kerime'sinde:

"Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak 'Ol!' dememizden ibarettir. O da derhal oluverir." buyuruyor. (Nahl: 40)

Allah-u Teâlâ'nın iradesinin sonsuz olduğunu gösteren bu ilâhî beyan, bir şeyi yokluk âleminden varlık âlemine çıkarmayı ve bunun süratini gösteren bir temsildir. Yoksa burada kendisine emir verilen bir şey yoktur. Her şey O dilediği an meydana geliverir.

O'nun "Ol!.." emri ile her şey hayat bulur. "Öl!.." demesiyle de ölür.

Mülk O'nundur, kullar O'nundur. Hepsi O'nundur.

Her ânımız, her nefesimiz, her şeyimiz, kendimize malettiğimiz her ne varsa hepsi O'nundur ve O'ndandır. Allah-u Teâlâ'nın bir nimetidir, ihsan ve ikramıdır.

Bütün bu nimetlerin devamı da ancak O'nunla, O'nun ihsan ve ikram etmesi ile, dilemesi ile kaimdir, O'nun muradı ile devam etmektedir.

Her şey O'nunla vardır, O'nunla hayattadır.

"Her nefes O'ndan gelir. Nefes verirse hayat var, nefes vermezse vefat var.

Onun için Yaratan'a, yaşatana, nimetleri ile donatana sonsuz şükürler olsun." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)

İnsan âdeta O'nun sonsuz ihsan ve ikramlarından oluşan bir nimet denizinin içinde yüzen balık gibidir. Deniz de O'nundur, balık da O'nundur, hayat da O'nundur, Varlığını, Zâtını, kudretini çektiği an hepsi yok olmaya mahkûmdur.

O'nun kudretinin, azametinin karşısında bütün insanlar bir araya gelse, ellerindeki bütün imkânlarını seferber etseler hükmü yoktur. O dilerse yok eder, dilerse var eder. Dilerse yükseltir, dilerse alçaltır.

"Bugün mülk kimindir? Tek ve kahhar olan Allah'ındır!" (Mümin: 16)

O Mâlik-ül mülk'tür. Kulların elindeki de O'nun mülküdür, hatta kulun bizzat kendisi de O'nun mülküdür. Mülkünün hem sahibi, hem hükümdarıdır.

İstediği olur, istemediği olmaz. Her dilediğini dilediği gibi yapar. Dilediğini izzet sahibi yapar, dilediğini zillet sahibi yapar.

Hakikat bu olduğu hâlde O'ndan bîhaber olmak, O'nsuz bir hayat yaşamak, O'nun sonsuz nimetlerinin, ihsan ve ikramlarının kadrini bilmemek, hatta O'na karşı isyan ve inkârda bulunmak çok büyük bir gaflet, büyük bir zulümdür.

İnsanoğlu dünyanın cazibesi içinde topladığı her şeyin kendisine ait olduğunu zannediyor, hiç ölmeyecekmiş gibi hareket ediyor. Oysa mukadder âkıbetine doğru hızla yol alıyor.

Halbuki bu dünya hayatı çok kısa. Bir kelebeğin kısacık ömründen hiçbir farkı yok.

"Allah onlara: 'Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?' diye sorar.

Derler ki: 'Ya bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. Sayabilenlere sor!'

Allah: 'Gerçekten pek az bir süre kaldınız. Keşke bunu vaktiyle bilmiş olsaydınız! Bizim sizi boş yere yarattığımızı ve huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?' buyurur." (Mü'minûn: 112-115)

Oysa insan sanki bu dünyaya kök salacakmış gibi, sonsuza kadar yaşacakmış gibi hareket ediyor. Her türlü isyan, her türlü tuğyan almış başını gidiyor.

Ve fakat Allah-u Teâlâ mütemadiyen azamet ve kudretini bize hatırlatıyor. İbret alan alıyor, ibret almayan küfür ve isyanında devam ediyor.

"Gerçek hükümdar olan Allah çok yücedir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, çok şerefli olan Arş'ın Rabb'idir." (Mü'minûn: 116)

Sorsan herkes müslüman. Ancak ahkâm-ı ilâhî'ye riayet edilmiyor. Fâiz ve fuhuş almış başını gitmiş. İslâm ülkesinde dinsizler, türlü sapkınlar pervasızca küfürlerinin, ahlâksızlıklarının reklamını yapar olmuş.

"Ahlâksızlık memleket için çok büyük bir âfât, çok korkunç... Fâiz ve fuhuş memleketi yakar götürür..."

Allah-u Teâlâ bize yine de rahmet ediyor. Dilerse çok daha büyük helâkiyetler verebilir. Onun için çok sığınmamız, çok duâ etmemiz lâzım.

"Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk eder misin Allah'ım!" (A'raf: 155)

Dikkat ederseniz bu âhir zamanda, bu seyyiat zamanında belâ ve musibetler çok arttı.

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bir beyanlarında şöyle buyurmuşlardı:

"Ömrü olan kısa zamanda çok şey görecek, "Yevmü'l-beter" denmiş, bitmiş.

Bu gelecek dalga Allah'u-âlem çok büyük dalga, O dilediğini korur, tabi ki size de her şey anlatılmıyor. Allah'ım korusun, Allah'ım korusun, Rabb'im korusun. Allah'a emanet... Takdir ne ise o olur. Hazret-i Allah'a yönelik olmak lâzım, bakalım bu âfât bu dalga kimi alır, kimi bırakır, onu Yaratan bilir.

Çok vahim hadiseler olabilir, fakat O dilediğini korur." (Hatmü'l-Evliyâ Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, s. 640)

Zât-ı âlileri sohbetlerinde ve eserlerinde bu günleri, bu devri "Harp ve harabiyat devri" olarak isimlendirmişler, içinden geçtiğimiz bu âhir zaman devrinde Hazret-i Allah'ın duyurduğu birçok hadisatın yaşanacağını ifşa etmişler, hususiyetle Ümmet-i Muhammed'e bu günleri duyurmaya ve bu sıkıntılı günlere hazırlamaya çalışmışlar, elden gelen her türlü tedbirin alınmasını, Hazret-i Allah'a yönelik olunmasını nasihat etmişlerdi.

Şubat ayında yaşanan deprem tahminlerin ötesinde, hafsalanın almakta zorlanacağı boyutta çok büyük bir âfât idi. Öyle ki bütün millet ve devlet seferber olduğu halde, hatta bütün dünyadan yardım ekipleri geldiği hâlde ilk anda her yere yetişilemedi. Acil ihtiyaçların giderilmesi bile bir zaman aldı. Binlerce insan hayatını kaybettiği gibi, ortaya çok büyük bir maddi kayıp çıktı.

Bu felâketin üzerinden yaklaşık 40 gün sonra Şanlıurfa ve Adıyaman başta olmak üzere depremden etkilenen bazı illerimizde bu sefer büyük bir sel âfâtı yaşandı. Fırtınalar, dolu yağışları oldu. 20 kişi hayatını kaybetti. Birçok evi, depremzelerin kaldığı çadırları su bastı.

Her türlü musibet birbiri ardına geliyor. Zelzeleler, harpler, salgın hastalıklar, yangınlar, seller, fırtına, dolu... Nükleer harp dahil daha neler yaşanacağını O bilir. Ve bunların yaşanmasına da çok bir zaman kalmadı. Susuzluk, kuraklık, kıtlık, açlık, geçim sıkıntıları, terör, iç harp, kargaşa vs. âfâtlar, fitneler zuhur edebilir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde adeta bugünleri tasvir edercesine şöyle buyurmuşlardı:

"Belâ ve fitneden başka dünyanın hiçbir şeyi kalmadı." (İbn-i Mâce: 4035)

Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde de kıyamete yakın zamanda yaşanacak âfâtların peşi sıra gelmesini "ipi kopan bir kolyenin tanelerinin birbiri ardı sıra gitmesi"ne teşbih buyurmuşlardır. (Tirmizî)

Dünyanın her yerinde ve memleketimizde bu âfâtların her biri zaman zaman yaşanıyor.

Bu âfâtlar insanoğluna ne kadar aciz olduğunu hatırlatıyor. Bir dakika önce saraylarda yaşayanlar, bir dakika sonra her şeyini kaybediyor, bir içim suya, bir kat elbiseye muhtaç duruma düşüyor.

O halde tevbe istiğfar ile yegâne sığınılacak kapıya, Allah'a yönelmemiz gerekmez mi?

Bu hâle düşmeden Allah-u Teâlâ'nın azamet ve kudreti karşısında boynumuzu büküp, O'na teslim olmamız gerekmez mi?

Kalsak da O'nunla, ölsek de O'nunla olmamız lâzım. Nihayet bir gün bu can emanetini teslim etmeyecek miyiz? Bugünden o ana hazırlanmamız lâzım.

Zira O'nunla olmak hayattır, O'nsuz yaşamak vefattır.

O dilerse çok verir, dilerse hiç verir. Dilerse nimetini artırır, dilerse verdiklerinin hepsini bir anda elimizden alır. Bize düşen O'na teslim olmak, O'ndan gelene boyun bükmek, bu imtihan sahnesinde imtihanımızı hakkıyla vermeye çalışmaktır.

Allah-u Teâlâ bu dünyada imtihanını verenlere sonsuz bir mükâfat ve nimet yurdu olan cennetini vâdetmektedir. Ne mutlu imtihanını verenlere, ne mutlu O'nu bir tanıyıp O'na yönelenlere.

"İman edip salih ameller işleyen ve Rabb'lerine gönülden boyun eğenlere gelince, işte onlar cennet halkıdırlar. Onlar orada ebedî kalacaklardır." (Hûd: 23)

"Mutlu kılınanlara gelince, onlar da cennettedirler. Rabb'inin dilediği hariç, gökler ve yer durdukça onlar orada ebedî kalacaklardır.

Bu, bitmez tükenmez bir lütuftur." (Hûd: 108)

Oysa birçokları gerek nimetler içinde yüzerken, gerek bir âfâta düştüğünde her hâl ve şartta isyan ve tuğyanına devam ediyor, O'nu bir tanıyıp azamet ve kudreti karşısında teslim olmak yerine kibir putunun, nefis putunun esiri olmaya devam ediyor. Her şey O Zât-ı ecell-ü âlâ'nın varlığına ve birliğine delalet ederken, O'nu inkâr ediyor, küfür ve isyanda kalmayı tercih ediyor. Bu gibiler için bu felâketler bir azap oluyor ve Allah-u Teâlâ bunlara da ebedî azap yurdu cehennemi vadediyor.

"İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar cehennem halkıdırlar." (Mâide: 10)

"Gözleri bizim öğüdümüze karşı kapalı olan ve öfkelerinden onu dinlemeye tahammül edemeyen kâfirlere o gün cehennemi öyle bir gösteririz ki!" (Kehf: 100-101)

 

Hüküm Allah'ındır, O'nun Hükmünden Kaçış Yoktur:

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri "Allah'ım! Hükmün arzumdur, hakkımdaki hükmünü sevdir." diye niyaz ederlerdi.

Onun için mümine düşen sükût ve sabırdır. Hüküm O'nundur, ibtilâ da O'ndan gelir. Muhafaza da O'ndan gelir. Murad ederse fırına verir de kılını yakmaz. Yalnız sen O'nu bil, O'ndan bil, O'na dayan.

Hüküm veren O'dur. O ne murad ederse onu hükmeder. Hükmünde ortağı yoktur. O neyi dilerse o olur, dilediği gibi olur.

Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Hüküm yücelerin yücesi Allah'ındır." (Mümin: 12)

Cenâb-ı Hakk'ın izni olmadıkça bir yaprak dahi düşmez. Hep O'nun takdiri ile oluyor. Kişi istese de istemese de mukadderat ne ise o olacak.

Hüküm Allah'ındır.

O'nun hükmünü kim bozabilir? O'nun hükmünden kim kurtulabilir?

"Hüküm veren Allah'tır, O'nun hükmünü bozacak kimse yoktur." (Ra'd: 41)

O'nun verdiği hükmü değiştirecek, engelleyip ortadan kaldıracak hiçbir kuvvet, hiçbir makam ve merci yoktur.

O, mülkünde yücedir, dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O'nun verdiği hükümler belirli bir zaman ve asır ile sınırlı değildir. Kıyamete kadar geçerlidir.

"Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hikmet sahibidir." (Mümtehine: 10)

Kullarına uygun olanı çok iyi bilendir ve bu husustaki hükümlerini koymakta Hakîm olandır.

Çünkü mahlûkun hükmü yoktur, O'nun hükmü esastır.

Söz O'nun sözü, hüküm O'nun hükmü, kitap O'nun kitabı, mülk O'nun mülküdür. O'nun sözlerini değiştirecek, temyiz edecek, tashih yapacak hiçbir kimse olamaz.

"Allah hüküm verenlerin en güzel hüküm vereni değil midir?" (Tin: 8)

Bu hükmünü mahlûkun zannına bırakmamıştır. Kim olursa olsun, mahlûkun hiç hükmü yoktur. Hükmünü hiç kimse değiştiremez, verdiği kararı hiç kimse bozamaz.

"Yakîn bir bilgi ile inanan bir topluluk için, Allah'tan daha güzel hüküm veren kim vardır?" (Mâide: 50)

Allah'ın hükmünden daha güzel hangi hüküm olabilir, O'nun hükmünden başka bir hükümle daha güzel hüküm verecek kim olabilir?

"İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabb'i olan Allah'ın şânı ne yücedir." (A'raf: 54)

Mülk O'nundur. O'ndan başka hiç kimsenin hiçbir şeye müdahale etmeye hakkı ve salâhiyeti yoktur. Hükmünü hiç kimse değiştiremez, verdiği kararı hiç kimse bozamaz. Emir, yasak, tedbir ve irade, tam tasarruf O'na âittir.

"Rabb'inin sözü doğruluk bakımından da adalet bakımından da tamamlanmıştır, tam kemâlindedir. O'nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur." (En'am: 115)

Tatbikini emir buyurduğu bütün hükümler kemâle ermiş, tamamlanmıştır. Hiçbirisinde noksanlık ve eksiklik tasavvur edilemez, hükmünde yanılması düşünülemez. O'nun haber verdiği her şey gerçeğin tâ kendisidir. O'nun haber verdiği her şey adaletlidir, O'nun dışında hiçbir şey adaletli değildir. O'nun yasakladığı her şey bâtıldır. Hiç kimse O'ndan daha doğru söyleyemez, hiç kimse O'ndan daha âdil hüküm koyamaz. Hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi hikmetle yapar.

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri 1999 Marmara depreminden sonraki bir beyanlarında şöyle buyurmuşlardı:

"Gerçeği bilmeyenler ise "Şu şöyle olmuş, bu böyle olmuş." diyorlar. Onlar mülkün sahibi olan Allah-u Teâlâ'yı bilip tanımıyorlar, imanları da yok.

Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:

"O'nun bilgisi olmadan hiçbir dişi hamile kalamaz ve doğuramaz." (Fatır: 11)

Tesadüf diye hiçbir şey yoktur.

"O'nun bilgisi olmadan hiçbir meyve kabuğundan çıkmaz." (Fussilet: 47)

O'nun dilemediği hiçbir şey vücuda gelmez.

"O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez." (En'am: 59)

İlm-i ezelîsi her şeye şâmildir.

"Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur." (Şûrâ: 12)

Her şey O'nun kudret ve tasarrufundadır. Zira mülkün sahibi O'dur. Yaratmak da öldürmek de O'na âittir. Yarattığı bütün mahlûkatı, âlemler ve içindekiler bir araya gelseler bir tek yaprağı yaratamazlar. Bir tek yaprak karşısında âciz düşerler. Yarattığı her şey böyledir. Yaratıcı yalnız Hazret-i Allah'tır." (Öyle Bir Zaman Geldi ki, Nice Türemeler Üredi, Allah'lık Dâvâsında Bulunan Firavunlar Yine Türedi, s. 303-304)

 

Murad Ettiği Zaman Muradını İndirir;

Gerek İyi, Gerek Kötü:

O'nun muradı, O'nun hükmü ne ise o husule gelir.

"Hazret-i Allah ezelde ne takdir etmişse anbean o husule gelir. Ne hikmet tahtında olduğunu yine ancak O bilir. Nasıl murad ettiyse hep öyle olur. Yeter ki biz insanlar bir tüyden farksız olduğumuzu bilelim. O'na teslim olmakla ancak hayat buluruz."

Mülk O'nundur. Mülkünün hem sahibi, hem hükümdarıdır.

"Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O'nundur." (Hadîd: 2)

Göklerde ve yerde bulunan melekler, insanlar, cinler ne varsa hepsi O'nun mülküdür, yarattığı ve yönettiği varlıklardır.

"Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah'ındır." (Şûrâ: 49)

Mülk O'nundur, hükümranlık O'na mahsustur. Eğer onlar inanmazlarsa O'nun hükümranlığı yıkılmaz. Bitmez tükenmez zenginliklere sahiptir. Hiçbir şekilde hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, hiç kimsenin övgüsüne de muhtaç değildir. Herkes her nefeste O'na muhtaçtır. En güzel övgüler ancak O'na yaraşır, O her övgüye lâyıktır.

O'nun mülkünde ancak O'nun emirleri ve kudreti hüküm sürer. Takdirine ve tedbirine kimse karşı gelemez. Hükümlerinin tersine hareket etmek isteyenler, elbette cezaya müstehak olurlar.

"Diriltir ve öldürür." (Hadîd: 2 - Bakara: 258 - Âl-i imrân: 156 - A'râf: 158 - Tevbe: 116 - Yunus: 56 - Müminûn: 80 - Mümin: 68)

Hayat da ölüm de Allah-u Teâlâ'nın göklerde ve yeryüzündeki mutlak hakimiyetinin tezahürlerinden başka bir şey değildir.

Dünyada dirileri öldürür, ahirette ise haşrı ve neşri gerçekleştirmek için ölülere hayat verir.

"O her şeye kâdirdir." (Hadîd: 2 - Mâide: 120) (Bakınız. Âl-i imrân: 189 - Mâide: 17)

O'nun dilediği olur, dilemediği olmaz. Kudreti sonsuz ve sınırsızdır. Dilediğini yapmakta hiç kimse O'na mâni olamaz.

O her şeye karşı kâdirdir, hiçbir şey O'na kâdir değildir. O'nun kudreti hiçbir şekilde kayıt ve tahdide uymaz. Bütün tasarruf hakkı ve hüküm O'nundur.

Tam bir hakimiyet ve tam mülkiyet ile bütün zerrelerin ve kürrelerin, ruhların ve cisimlerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde bir azamete sahiptir. Oradan hem yaratıyor, hem yaşatıyor, hem yönetiyor, hem rızıklandırıyor, hem de öldürüyor.

"Allah'ın fermanı bunların arasından iner ki, böylece Allah'ın her şeye kâdir olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz." (Talâk: 12)

Mülkünün mutlak sahibi olan Allah-u Teâlâ, kudret ve azametini, bütün mahlûkatın hâkimiyeti altında bulunduğunu bildirmek üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir." (Mülk: 1)

Allah-u Teâlâ ebedî kemâlâta sahiptir. İyilik ve faziletleri hudutsuzdur, her yere ulaşır. Bolluk ve bereket kaynağıdır.

O zevâlden, yok olmaktan münezzehtir. Sınırı olmayan yüce bir saltanata ve güce sahiptir. Bir kimseyi nimetlendirmeyi dilediğinde, dilediğini dilediği zaman hiçbir engel tanımadan yapar.

"Ve O'nun her şeye gücü yeter." (Mülk: 1)

Hiçbir yardımcıya, vezire, vekile ve vasıtaya ihtiyacı yoktur. Hiçbir iradesi hikmetsiz değildir. Dilerse zorla yaptırır, dilerse serbestlik verir. Dilerse sıkar, dilerse açar. Dilerse yıkar, dilerse yapar. Dilerse büyültür, dilerse küçültür. Dilerse başka âlemler de yaratır ve onlarda da dilediği gibi tasarrufta bulunur. Dilediğini yapmaya muktedirdir.

"Ehad"dır, yarattığı her şey O'na muhtaçtır.

Mülkünde ancak O'nun iradesi, hüküm ve tasarrufu câridir.

Yaratan O olduğu gibi yaşatan da, donatan da O'dur. O yaratıyor, O yönetiyor.

Arş-ı Rahman'dan bütün yarattıklarına hükmünü sürdürmeye devam etmektedir.

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Sonra Arş'ı istivâ etti. (Oturdu, oradan mülkünü yönetmektedir.)" (Furkan: 59)

Yerden göklere, göklerden Arş'a varıncaya kadar bütün yaratıklar; O'nun hüküm ve idaresi altında, andan âna, halden hale, şekilden şekile, devirden devire, oluş ve yok oluş, farklılık ve benzeyiş ile değişip gitmektedir.

O ise tam bir hakimiyet ve tam mülkiyet ile bütün zerrelerin ve kürrelerin, ruhların ve cisimlerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde bir azamete sahiptir. Oradan hem yaratıyor, hem yaşatıyor, hem yönetiyor, hem rızıklandırıyor, hem de öldürüyor.

Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Buyruğunu icrâ eder." (Yunus: 3)

Arş'ından arzına varıncaya kadar mahlûkatın bütün işlerini hikmet ve maslahatının gerektiği şekilde bizzat kendisi yönetir ve yönlendirir. Hiç kimse O'nun hiçbir tedbirine mâni olamaz. Hükümranlığı kayıtsız şartsız ve devamlıdır.

"Yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratan Allah'tır." (Talâk: 12)

Bu ise O'nun mülkünün genişliğini göstermektedir. Mülkünün genişliği karşısında bütün bu yeryüzü ve bir o kadarı çok basit kalır.

O'nun bir İsm-i şerif'i de "Vâli"dir. O öyle bir Vâlî-i âzam'dır ki, mülkünü ve mülkünde olup biten her şeyi tek başına tedbir ve idare eder.

Azâmet ve ululukta eşi yoktur, her şeyde, her hadisede büyüklüğünü gösterir.

Her türlü perişanlıkları düzeltip yoluna koyar, dilediğini dilediği şekilde yaptırmaya muktedirdir. Hiçbir güç ve kudret O'na muhalefet edemez.

Mukaddes şânına saldırıda bulunanların cezasını verir, şiddetli intikamı ile perişan eder. Her şeye hükmünü geçirir. Zâlimlerin, zorbaların gurur ve kibirlerini kırar, kahreder.

Kâfirleri inkârları ve azgınlıkları sebebiyle lânetle alçaltır, düşmanlarını rahmetinden uzaklaştırarak esfel-i sâfilin'e indirir. Şan ve şeref sahibi iken bir anda rezil ve rüsvay eder.

İtaat edenleri aziz kıldığı gibi, isyan edenleri de zelil kılar. O'nun zillete düşürüp hakir kıldığı kimseler şereflerini yitirirler.

 

Kalsak da O'nunla, Ölsek de O'nunla:

"Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu, Kitap'ta (Levh-i mahfuz'da) yazılıdır." (İsrâ: 58)

Durum bildiğiniz gibi değil.

Cenâb-ı Hakk; "Şimdiye kadar yaptım, bundan sonra hiçbir memleket hariç kalmamak üzere dünyayı amma harp ile amma zelzele ile amma afât ile yıkacağım, harap edeceğim!" buyuruyor.

Onun için çok tedbirli olun. Yalnız borçlu olmayalım, borçlu ölmeyelim. Buna çok dikkat edin. Biz öteden beri kardeşleri her bakımdan tedbirli olmaya alıştırdık, hazırladık ki bugünler için... O'nunla olmak hayat, O'nsuz olmak vefat. Kalsak da O'nunla, gitsek de O'nunla... Denize baktığın zaman sakin, ne kadar güzel.

Şimdiki deniz de öyle amma içi kaynıyor, dünya da böyle kaynıyor. Fakat patlamak için emir bekliyor, bir patladığı zaman bütün dünyaya yayılacak ve bu uzak değil, dünya memleketleri bir bir karışacak. Onun için dünyaya değil, ahirete gönül vermenizi tavsiye ediyorum. Bugün sığınma günüdür.

Hepimiz geldik göçücüyüz. Hepimiz göçerken dayandığımız şeyle göçeceğiz. Dayandığımız şey Hazret-i Allah ile olursa O'nda göçeriz. Hazret-i Allah'a dayanmayan herkes nedâmetle göçer, helâk olmaya mahkûmdur.

Dünyada herkes icraatını yapar, imtihanını verir, göçer gider. Yalnız Hakk rızâsını icraat olarak kabul edenler kazanır bu imtihanı. Gerisi hep boştur.

Hakk ile olursan Hakk'ta göçersin, halk ile olursan nereye göçersin. Yaşatacak Hazret-i Allah, tutacak O'dur, muhafaza edecek O'dur. Seni tuttukça ferahtasın, seni bırakırsa helâktasın. Yani iyilikler O'ndandır.

İnsan Hakk'a meyâl olmalı ki göçtüğü zaman O'nda göçmüş olsun."

"Allah'ım! Zâtınla olayım, Zâtınla öleyim!"

"Uyan be kardeş! Bu musibetler bizim için bir ihtardır. Yarın ne göndereceğini yine Allah-u Teâlâ bilir.

Ve fakat muhakkak ki isyan cezasız kalmaz, bu kati bir gerçektir. Bunu böyle bilin.

Şimdi en şiddetli fitnelerin içindeyiz, gaye Hakk'a bağlanmak, rızâ adımlarını atmaya çalışmak, yılmamak, hiç durmamak. Çünkü küçücük bir ömrümüz var, büyük bir hayat-ı ebediye var. Ömür kısa, yol uzun, fitne çok büyük.

Bir insanın son durağı nihayet ölümdür, kabirdir. Gerçek hayat ölümden sonra başlar. Ya ebedî saâdet, yahut da ebedî felâket.

Bunlar bir hatırlatmadır, uyandırmadır. Nasibi olan hidayete mazhar olur, uyanır, tevbe eder, Hazret-i Allah'a yönelir. Ve fakat ruhu ölmüş olanların imanları yok ki hidayete ersin."

"Dikkat ederseniz biz her şeyi kendimize malederiz. Daha sonra da, eğer aklımıza gelirse "Hazret-i Allah böyle yaptı!" deriz.

Cenâb-ı Hakk'ın uyanık bulundurduğu kimseler ise, her şeyin izn-i irade ile olduğunu çok iyi bildikleri için, O'nunla konuşurlar. Öyle bir hale gelirler ki; "ALLAH" derler ağızlarından ikinci bir kelime çıkmaz."

"Geçen gün dünyanın bir köşesini gösterdiler. "Şu sizin canla sevdiğiniz dünyanın aslı ve mahiyeti budur." dediler.

Allah Allah dedik, biz insanlar ne kadar gafiliz. Halbuki yarından emin değiliz, her an göçmeye mahkûmuz. Böyle iken dünyaya kökleşmeye çalışıyoruz."

"Her şey bizim için... Hayat-memat, hastalık-sıhhat... Hepsi Hazret-i Allah'ın murad ettiği gibi oluyor. Hasta olmayayım desen elinden bir şey geliyor mu? Murad ettiği zaman hasta yapıyor, şifayı da yine O veriyor. Şifa-i hakiki O'dur. Öyleyse O'nu tanımak lâzım."

 

"Öyle Bir Dostla Ol ki..."

"En kıymetli ânım, Hazret-i Allah ile olduğum andır. Çünkü benim dostum O'dur. Dost dediğin düşman olabilir amma O'nun dostluğu sonsuzdur, O hep dosttur. Şu halde ben dostumla olayım, düşmanımla olmayayım. Halkla konuştuğum zaman birçok lüzumlu ve lüzumsuz kelimeler geçiyor, amma O'nunla olduğum zaman hiç kötü geçmiyor, ânım hep dolu geçiyor. İbadet etmesem bile huzuru yeter.

Allah-u Teâlâ'dan daha yakın bir dost olamaz, Vallâhi olmaz! O'nu bulan dostu neyler? Dost olarak O yeter! Benim dostum O'dur, yâr olarak O'nu seçmişim.

Allah-u Teâlâ lütfu ile ihsan buyurursa, dost olarak O'nu seçmişim, O'nu dost bilmişim, O'nunla olmaya gayret ediyorum. O'nunla olduğum zaman hayattır, O'nsuz olduğum zaman ruhî bir vefattır. Kendi dostuyla dostluk, Dost'a ulaşmaya; düşmanlarıyla görüşmek, O'nun rızâsından ayrılmaya vesile olur.

Eğer dostun Hazret-i Allah olursa, bütün dünya düşman olsa ona zarar vermez. O'nunla dostluk kurmaya çalış. Sen Hazret-i Allah ile misin, kabirde de olsan, dünyada da olsan berabersin, telâş etme!..

Dost zannettiğin seni kabre kadar götürür. Sonra... Eğer Hazret-i Allah ile dostluk etmişsen O'nunlasın, korkma! Amelin sâlih ise ebedi sermayen var korkma! Ama o yoksa halin ne olacak! Hakk ile olursan her yer cennet, Hakk'sız olursan her yer cehennem.

O'nun yolunda olalım, O'nun yolunda ölelim. O'nun yolunda ölen ebedi hayat bulur. Bir kimse Hakk ile beraberse daima Hakk'ı ve gideceği yeri düşünür. Bir kimse halk ile beraberse ondan kaç, seni götürür. Bu aynada kişi kendine baksın. Nerede olduğunu görsün. Her şey muhabbet ile kaim. Sevgi bir sermayedir, alış veriş onunla kaimdir. Bu da, sözde değil, özde olacak. Sûreta değil, samimi olacak."

"Elinizde çantanız her zaman hazır olsun!"

"Bir oda altının var, ruhunu almaya geldiler, o anda o altının kırk para kadar değeri var mı? Kıymeti var mı? Şu halde kıymetli olana değer ver, değersize değer verme."

"Dostun seni mezara kadar götürür. Amma öyle bir dostla ol ki, ebedi hayatta beraber olursun."

"Onun için fakir der ki: 'Hakk ile olalım, Hakk ile ölelim!'

Nerede olursak olalım Hakk ile olalım. Geldik gitmek için. Mühim olan O'nunla olmak, O'nunla ölmek."

"Herkese yaptığının karşılığı tam olarak verilir. Çünkü Allah onların ne yaptıklarını en iyi bilendir." (Zümer: 70)

Size dünyayı terk edin demiyorum. Yalnız dünya için çalışırken ebedi hayatın saadetini de ihmal etmeyin. Çünkü dünya malı dünyada kalacak. Önümüzde öyle büyük fırtınalar varki hiçbir şey kalmayacak. Biz hazır olalım. İmanla göçmek için çareler arayalım. Onun için cihat yolunda bulunalım. O'nun yolunda olalım, O'nun yolunda ölelim.

Hazret-i Allah'ın, Resulullah'ın ve onun varislerinin getirdiklerinin, bıraktıklarının emanet olduğunu bilelim; azmayalım, şaşmayalım!"

"O'nunla olmak hayattır, O'nsuz yaşamak vefattır.

O'nunla olmak hayattır. Yani hakiki hayat O'nunla kaimdir. Fakat O'ndan gafilsin. Yaşıyorsun, ama nefsinle yaşıyorsun, canlı cenaze olarak yaşıyorsun. Niçin? Ruh öldüğü için. Fakat nefsi öldürebilirsen, ruhun hayat bulursa hayat-ı ebediye köprüsü odur. Nefsini öldürebilirsen, ruhuna hayat verirsen ebedî hayata ulaşmak için köprü budur. Fakat ruh ölürse, nefis de hayat bulursa; eee sen öleli çok olmuş. Yaşayan yalnızca canlı cenazesin. Yarın kabre girer, ama zaten ruh çoktan ölmüş. Allah'ım bizi bunlardan etmesin."

"Hazret-i Allah'ın işine karışır mıyım diye biz ölümü tercih ederiz. Çünkü O'nun işine karışmak benim ebedî hayatıma mâl olabilir. Şu kadar var ki;

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:

"Allah'ım! Yaşamak benim için hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat, ölmek hayırlı olduğu zaman da beni öldür." (Buhâri) Onun için orada kalmak lâzım.

Beni alman hayırlı olduğu zaman beni lütfunla al. Beni tutman hayırlı oldukça beni tut.

Çünkü bazen; "Bir daha bunu isteme!" diye emrettiler. Yoksa Hakk'a vuslat vallâhi dünya değil, âlemden hayırlı. Hazret-i Allah'a kavuşmak dünyadan değil, bütün âlemlerden hayırlı.

Yani bütün âlemleri sana verseler vallâhi Allah'a vuslat ondan hayırlıdır. Fakat buna rağmen hangisini murad ederse güzel odur. Senin arzun güzel değil, O'nun hükmü güzeldir. O'ndan gelen her şey güzeldir..."

 

Hakk'ın Hükmüne Rıza Göstermek

Amellerin En Faziletlisidir:

Allah-u Teâlâ'nın her türlü hükmüne râzı olmak, hoşnutluk göstermek amellerin en faziletlisi, ahlâkın en güzelidir.

Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Kul hayrıyla şerriyle kadere inanmadıkça, kendine hayır ve şerden isabet edecek şeyi atlatamayacağını, hayır ve şerden kaçacak olan şeyi de yakalayamayacağını bilmedikçe iman etmiş olmaz." (Tirmizi: 2145)

İnsanoğlu dünyaya imtihan için gelmiş bulunmaktadır. Muhakkak ki imtihanlara tâbi tutulacak, birçok ibtilâlara musibetlere maruz kalacaktır. Ömür imtihanlarla ibtilâlarla doludur.

Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Mükâfatın çokluğu ibtilânın büyüklüğüyle beraberdir. Allah bir topluluğu sevdiği zaman şüphesiz ki onları ibtilâlarla imtihan eder.

Kim ki rızâ gösterirse Allah'ın rızâsı o kimseyedir. Kim de öfkelenirse, Allah'ın gazabı o kimseyedir." (İbn-i Mâce: 4031)

Allah-u Teâlâ her müslümana bir ibtilâ taksim etmiştir. İnsanın ibtilâdan kaçması, onu istememesi boşunadır. Takdir ettiği ibtilâ muhakkak başına gelecektir. Kula düşen Hakk'a sığınmak ve bitmesini beklemektir. Damlaya damlaya biter, sonra gider, sonu hayırla neticelenir.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Andolsun ki biz sizi imtihan edeceğiz. Tâ ki içinizden cihad edenlerle sabır gösterenleri meydana çıkaralım." (Muhammed: 31)

İlâhî emirlere uyarak, değil malını, canını bile ortaya koyan, isteye isteye ortaya atılan, en şiddetli ibtilâlara karşı sabır göstererek ilâhi takdire teslimiyette bulunan müminler belirlenmiş olsun.

Musibet tıpkı deniz dalgası gibidir, birbiri ardınca devamlı gelir. Allah-u Teâlâ isabet ettirmemeyi dilemişse, denizin dalgasını seyrettiğin gibi olursun. Dalgalar sana gelir, fakat hiç dokunmaz, dışarıdan seyredersin. En hayırlısı dışarıdan seyretmek.

Bütün kâinat düşmanın olsa, O seni hıfz-u himaye etmeyi dilemişse:

"Allah'ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez." (Teğâbün: 11)

Âyet-i kerime'si mucibince bir tek kılına zarar gelmez.

Bütün kâinat dostun olsa, kahretmeyi murad ettikten sonra, kıl kadar kimsenin sana yardımı olamaz ve seni kurtaramaz.

Sanki o musibet, bizâtihi insana yönelmiş, isabet etmek için Allah-u Teâlâ'nın iznini beklemektedir.

Nice musibetler vardır ki, sabırlarından dolayı fazla sevap almak, günahları örtmek ve benzeri başka bir şey için insana gelip çatar.

Kişinin işlediği bir kötülük sebebiyle başına gelen musibetler de ancak Allah-u Teâlâ'nın izni ve iradesi iledir.

"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir." (Şûrâ: 30)

Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.

Buradaki musibetten maksat, herhangi bir musibettir. Vücuduna batan bir dikenin acısı, her türlü üzüntü, sıkıntı, korku ve her türlü hastalıklar birer musibettir. İbtilâ bununla da kalmaz, insanın malında, aile efradında, çocuklarında da olabilir.

"O yine de çoğunu affeder." (Şûrâ: 30)

Dünyada hesaba çekmez, kötülük yapanları hemen cezaya uğratmaz. Bu da O'nun rahmetinin bir eseridir.

Hakk yolda bulunan bir müminin karşılaştığı sıkıntılar onun sadece günahlarına kefaret olmakla kalmaz, Allah katındaki derecesini de yükseltir.

Allah-u Teâlâ kâinat ve insan hakkında Levh-i mahfuz'da ne ki yazmışsa o tecelli eder. Bir kâğıt, üzerindeki yazıyı silmeye muktedir midir? Değildir. Kâinat da kâğıttır, insan da bir kâğıttır, üzerindeki yazıyı silemezler.

"Eğer Allah sana bir zarar isabet ettirecek olursa, onu kendisiden başka hiçbir kimse gideremez. Sana bir hayır isabet ettirirse, (bunu da kimse geri alamaz). Şüphesiz ki O her şeye kâdirdir." (En'am: 17)

İnsan için kader yayından atılan oku müdafaa bâbında, rıza gibi bir zırh ve kale bulunamaz.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Kim Allah'ın takdir ve taksiminden râzı olursa, Allah da ondan râzı olur." buyuruyorlar. (Câmiüs-sağir)

"Hazret-i Allah'ın sevgilisi olmak için, bize sefâ da verse, cefâ da verse "O hep güzel yapar." deyip yolumuza bakmamız gerekiyor."

Allah-u Teâlâ kâinatı yaratmadan önce mahlûkat hakkındaki takdirini Âyet-i kerime'lerinde haber vermektedir:

"Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir Kitap'ta yazılmış olmasın. Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır." (Hadid: 22)

Her türlü muvaffakiyetler Allah-u Teâlâ'nın lütfu olduğu gibi, bütün musibetler de ezelî ilminde yazılmış bir takdiridir.

"O Rabb ki yaratıp düzene koymuştur. Her şeyi takdir edip (plânlayıp) doğru yolu göstermiştir." (A'lâ: 2-3)

Yarattığı mahlûkatın takdirini önceden ve ayrı ayrı tayin etmek O'na güç değildir.

"Biz her şeyi bir kader ile yarattık." (Kamer: 49)

Hakikati bilmediğimiz için hep tesadüfler üzerinde duruyoruz. "Geldi, gitti, tesadüf etti!" diyoruz. Halbuki her şey Hazret-i Allah'ın takdir ettiği gibi olur. Hiçbir hâl ve hareket hiçbir söz yoktur ki, onu ezelden takdir filminin içine dahil etmesin.

Allah-u Teâlâ her müslümana bir ibtilâ taksim etmiştir.

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olacaksınız." (Âl-i imran: 186)

Rıza gösteren kulundan da râzı olur.

"Bir insanın Hazret-i Allah'ın takdirine peşinen boyun eğmesi lâzımdır. Hiç şüphe yok ki sabır ancak Hazret-i Allah'tan gelir. O'nun bahşettiği sabırla insan sabreder."

"Hakk Celle ve Alâ Hazretleri her şeyi ezelde takdir ve taksim etmiştir. Mahlûk O'na sığınacak, O'nun takdirine boyun bükecek. Suya düşmüş mantar gibi olacak. Dalgalar mantarı istediği tarafa sürüklüyor.

Bu nokta imtihan noktasıdır, kişinin teslimiyeti ölçülüyor. Kazanan kazanıyor, kaybeden kaybediyor."

 

Tek Çare; O'na Sığınmak:

"Allah tevbe edenleri sever." (Bakara: 222)

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri şöyle buyuruyorlar:

"En büyük tedbir Hazret-i Allah'a yönelmektir. Sonra da verdiği aklı kullanmaktır.

Her hususta Hazret-i Allah'a yönelmek, ağlamak ve korkmak lâzımdır. O, niyet-i halis, azmi çok ve Hazret-i Allah'a yöneleni destekler."

Bugün akıllı olan kimse Hazret-i Allah'a sığınmalıdır. İbadet ve taat ile Allah-u Teâlâ'nın hıfz-ı himâyesini talep etmelidir.

Cenâb-ı Hakk Kur'an-ı kerim'inde:

"Sen Allah'a sığın!" buyuruyor. (Mümin: 56)

Bu Âyet-i kerime'si çok mühimdir.

Bugün Hazret-i Allah'a sığınma günüdür. Yarın ne olacağını bilmiyoruz. O sığınmanın sayesinde, halkın sıkıntılı, telaşlı olduğu zamanda dilerse O seni kurtarır. Çünkü azabın ne zaman geleceği bilinmez. Zira bu isyan cezasız kalmaz.

Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:

"Dünyanın geniş vakitlerinde, (yani sıhhat ve servet, asayiş ve emniyet gibi istirahat sebepleri mükemmel olduğu bir zamanda) Cenâb-ı Hakk'a ibadet ve taat ile kendini takdim et ki, muzayakalı bir zamanda seni lütfu ile yad buyursun." (Ahmed bin Hanbel)

O gün gelmeden önce tevbe edip Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a yönelenlere ne mutlu! O dilediğini dilediği şekilde kurtarır. Bu gibi kimselerin dünyası saadet, ahireti selâmet olur. Çünkü o Hakk ile idi, halk ile değil.

Hazret-i Allah'a yönelelim, bize O yeter! Kalsak yolunda, gitsek yolunda ölelim inşaallah. Bizim için fayda getirecek budur: Yolunda olalım, yolunda ölelim.

Allah-u Teâlâ'ya yönelmekten daha güzel bir kale olmaz, O'nun kalesinin harici boşluktur. O kalesine kimi aldıysa hayat vardır, hem de hayat-ı ebediye vardır. Bu bir ikazdır, hatırlatmadır, yöneltmedir. O dilediğine hidayet verir. Dilerse O her felâketten kurtarır.

Kitapları daima okuyun ve böylece bu devirleri aşmaya bakın!

Ey kardeş! Sakın ilâhi hükümleri arkaya atıp, nefis arzusunun peşinden gidenlerden olma. Öğüt ve nasihatten fayda gören müminler sınıfına dahil ol!

Hazret-i Allah ve Resulullah'a gönülden bağlı ol. İbadet ve taata devam et. Mahviyyetten ve hiçlikten ayrılma. Yolu bunlarla alın... Ölçü budur.

Hazret-i Allah kendisine yönelen, ibadet eden kulunu seviyor.

Namazla, ibadetle, zikirle, fikirle, Salât-ü selâm'la çok meşgul olalım. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in günlük sığınma duâlarını okuyalım...

Dünyaya değil, ahirete özenin. Dünyada özenilecek yer yok. Hele şimdiden sonra ne harpler, ne felâketler var...

İsyan çok büyük, bu isyanın cezası ne ile verilir? Harp ile mi, zelzele ile mi?

Başa gelen musibetin süresi uzamış olsa bile, bir kul Allah-u Teâlâ'dan ümidini kesmemeli, bazı nimetlerden mahrum olduğu zaman teessüre kapılmamalı, O'ndan olduğunu bilmeli, duâ ve niyazda bulunmalıdır.

Kul her şeyden önce Hakk'a sığınmalı ve şöyle niyaz etmelidir:

"Allah'ım! Beni bana bırakma. Her takdirin husule gelsin, fakat o takdirlerle beni meşgul ettirme, nefsimi müdahale ettirme. Zira ben senden gelecek her takdire peşin olarak râzıyım. Bu söylediklerimi bana hâl ile de bahşet. Husule gelen bütün hadiselerin senden olduğunu bilerek boyun bükmeyi lütfet."

Allah-u Teâlâ'ya gönülden sığınmak lâzımdır. Çünkü ibtilâ anında kişinin içi dışarıya çıkar.

Bu şekilde bir ibtilâya maruz kalan kimse, vesveseye düşmesine rağmen sabrettiği takdirde, Allah-u Teâlâ ona da bir çıkış yolu gösterir.

Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder, düştüğü darlıktan kurtulacağı bir çare gösterir.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurmaktadır:

"Eğer Allah sana bir zarar bir sıkıntı verirse, onu senden kaldıracak O'dur." (Yunus: 107)

O'ndan başka hiç kimse o zararı gidermeye kadir değildir. O'nun yazısını reddedecek, hükmünü aksatacak, lütfunu engelleyecek bir güç yoktur.

"Eğer sana bir hayır ve iyilik dilerse, lütfuna kimse mâni olamaz." (Yunus: 107)

Hayır ve iyilik bizzat istenilen şeydir, zarar ve sıkıntı ise birtakım dış sebeplerle kulun sebep olduğu bir şeydir.

Hikmeti gereğince O'nun lütuf ve nimeti dilediği kullarına ulaşır.

"O bunu kullarından dilediğine eriştirir. O bağışlayandır, merhametlidir." (Yunus: 107)

İbtilâ ve sıkıntılarla günahları örter, ihsanları ile âfiyete, esenliğe eriştirir.

Kula boyun bükmek ve teslimiyet düşer. Takdir edilen ibtilânın bitmesini gözetlemek düşer. Bir akarsuya bakın ki, taşlara vura vura gidiyor, hiç eğlenmiyor, yoluna devam ediyor. Çünkü o bir defa başını eğdi. Çer-çöp olan şeyler ise tıkanıp kalıyor. Biz de su gibi olalım ki yolumuza devam edelim.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:

"Sabır göstermekle ve namaz kılmakla Allah'tan yardım isteyin." diye emir buyurmaktadır. (Bakara: 45)

Dünya saâdetini ve ahiret selâmetini arzu eden kimse, ortak ve yardımcıdan müstağni olan Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne yönelip, sebeplerini halketmesini de o Zât-ı Ecell-ü Âlâ'dan istemelidir.

Hayır ancak Allah-u Teâlâ'nın kudret elindedir. Hayrı da şerri de ancak O bilir. Biz iyilikleri O'ndan isteyeceğiz. Her şey O'nun takdirine dayanır, her şeyi dilediği gibi yapar.

Sinemaya giden bir insan, film seyrederken bazen heyecanlanır. Nihayet ışıklar yanınca bir hayal olduğunu anlar. Dünya da böyledir. İnsanın başından, herkesi hayretler içinde bırakan birçok hadiseler geçer. Nasıl takdir etmişse hep o işler olur, başkası olmaz. Olmadığına göre telâşa da lüzum yok, endişeye de lüzum yok.

Kul bütün iyiliklerini Hakk'tan bilecek, kötülüklerini ise kendi nefsinden. Kula düşen budur.

Bir mühim husus da şudur ki; enbiyâ-i izam ve evliyâ-i kiram hazerâtının şefaatlarını temenni etmek, onların hürmetine bir musibet ve kederden kurtulmayı Allah-u Teâlâ'dan niyaz etmek de O'na olan merbudiyete, O'nun takdirine teslimiyete mâni değildir.

Hayrın ve şerrin nede ve nerede olduğunu kişi bilemeyeceği için, Allah-u Teâlâ'ya sığınmaktan ve hakkında hayırlı olanı dilemekten başka bir çare yoktur.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey, hakkınızda hayırlı olabilir ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda şer olabilir. Allah bilir siz bilmezsiniz." (Bakara: 216)

Hoşlanıp hoşlanmamak sadece bir duygudur. Sadece bununla iyilik ve kötülük, yarar ve zarar bilinemez. İnsan aklı iyiye ve kötüye, güzele ve çirkine tam olarak vâkıf olamaz. Vâkıf olan Allah-u Teâlâ'dır.

İnsanın teslimiyeti tam olursa, bir dere geçileceği zaman, onu geçmeden önce hazırlarlar. "Geç!" denildiği zaman düşünmeden geçer. Halbuki o geçmemiştir, önceki hazırlıktan ötürü geçirilmiştir. Fakat hazırlıklı olmayanın karşısına küçücük bir dere çıkar. Ona "Geç!" derler. "Ben burada düşerim!" der. "Düşerim!" dediği anda düşer zaten.

İnsanlar hep imtihandadır. Allah-u Teâlâ'nın kişiyi ne ile imtihana çekeceğini bilemez. İmtihandan sonra gösterilecek teslimiyete göre kişi derecesini alır. Kimin ne derece teslimiyet gösterdiğini ancak Yaratan bilir.

 

Sonsuz Nimetler:

Kerem sahibi olan Allah-u Teâlâ'nın lütuf ve ihsanları sonsuzdur. Zâhirî ve bâtınî nimetleri o kadar engindir ki; bir damla kerih su iken insanı en güzel bir biçimde yaratıyor, vücuttaki âzâ nimetlerini yerli yerine koyuyor ve donatıyor, bir de suretini veriyor.

"Görmediniz mi? Göklerde ve yerdeki her şeyi Allah size musahhar kılmıştır. Zâhir ve bâtın (açık ve gizli) her türlü nimetlerini bol bol vermiştir." (Lokman: 20)

Bir taraftan vücudunla seni var ediyor, diğer taraftan seni en güzel nimetlerle rızıklandırıyor ve mülkünde yaşatıyor.

Sonsuz ihsan ve ikramların sahibi Allah-u Teâlâ'dır. Bu nâmütenahi nimetleri ihsan ve ikram eden Allah-u Teâlâ kullarını bir takım emir ve nehiylerle mükellef kılmıştır.

Bu nimetlerin yalnız O'nun olduğunu bilip mâbud olarak yalnız O'nu tanıyasınız, emir ve yasaklarına uyarak O'na kulluk edesiniz, nankörlükten kaçınasınız.

Âyet-i kerime'sinde:

"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım." buyuruyor. (Zâriyat: 56)

Kullarına iman etmeleri için emir vermiş, şartlarını koymuş, hudutlarını çizmiştir.

Âyet-i kerime'sinde:

"Bunlar Allah'ın hudududur, sakın onlara yaklaşmayın!" buyurmuştur. (Bakara: 187)

Allah-u Teâlâ'nın bu hududu; O'nun tahdit ve takdir ettiği hükümler, insanların onları geçmesi câiz olmayan hususlar demektir. Haram kıldığı, yasakladığı şeylere "Hududullah" denir.

"Bu hükümler Allah'ın hudududur. Kim Allah'ın hududunu aşarsa, kendisine yazık etmiş olur." (Talâk: 1)

Diğer taraftan namaz, oruç, zekât, hacc gibi ibadetleri de İslâm'ın şartlarından kılmış hudud-u İlâhi'yi koruyanları da cennetle müjdelemiştir.

"Allah'a tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah'ın hududunu koruyanlar var ya, işte bu müminleri müjdele!" (Tevbe: 112)

 

İsyankârların Cezası:

Şu kadar var ki insanlar Yaratan'a, nimetlerle donatana, her ihtiyacını karşılayana karşı şükür vazifesini lâyıkıyle yerine getirmemektedirler.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Şüphesiz ki insan çok zâlim ve çok nankördür." (İbrahim: 34)

Sıkıntı anlarında zâlimdir, şikayet eder, sabretmez. Nimet içinde iken nankördür, şükretmez.

"Hayır! Doğrusu insan, henüz Allah'ın emrettiğini yapmadı." (Abese: 23)

Allah-u Teâlâ'ya itaat etmesi gerekirken nankörlük yapmakta, kulluk vazifesini yerine getirmekte ihmalkâr davranmaktadır.

Bunca ihsan ve ikramların sahibi olan Allah-u Teâlâ'ya karşı alenen isyan edip hasım kesilen, Allah'lık dâvâsında bulunan kimselere karşı Kahhar'dır. Onlara bir müddet için fırsat verir fakat ruhsat vermez, hepsini kahreder, yerlere serer ve cehennemine atar.

O her şeye kâdirdir, O'nun hükmünden kurtulmak mümkün değildir. O nasıl cezalandırmayı murad ederse öyle cezalandırır, azabı çok şiddetlidir.

Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:

"Amma yalancı sapıklardan ise; işte ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır.

Kesin gerçek budur işte!" (Vâkıa: 92-95)

Ve bunun inkârı mümkün değildir, bu bir doğru haberdir.

Onlar cehenneme ilk geldiklerinde, kendilerine çekilecek ziyafet, karınları eritecek olan kaynar sudur.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Başlarının üstünden de kaynar su dökülür. Bununla karınlarındaki şeyler ve derileri eritilir." (Hacc: 19-20)

"Onlar kazandıklarından ötürü helâka sürüklenmiş kimselerdir.

Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkârlarından dolayı da acıklı bir azap vardır." (En'am: 70)

Bunlar Allah'ın kitabı ile alay eden, dinlerini oyun ve eğlenceye alan sapıklardır. Azap boyunduruğu altında tutulmuşlar, hak ettikleri cezâlarına kavuşmuşlardır. Karınlarında gurultu edecek ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar sudan şaraplar, cezâlarının sadece bir bölümüdür.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır." (Mümin: 71-72)

Önce Hamîm'e sürüklenirler, sonra Cahîm'e atılırlar.

"Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar." (Rahman: 44)

Allah-u Teâlâ zebânilere emreder:

"Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!" (Duhan: 47-48)

Ve onları tahkir ederek şöyle buyurur:

"Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin." (Duhan: 49)

Çünkü onlar dünyada iken kendilerinin çok büyük kimseler olduklarını, elde ettikleri mal ve mevkiye güvenerek halkın en şereflileri olduklarını zannediyorlardı. O derece refaha boğulmuşlardı ki; âhireti, muhasebeyi, cezayı hiç hesaba katmıyorlardı. Kendilerini uyaran, bu günleri ile karşılaşacaklarını haber veren zâtları yalanlamaya ve karşı çıkmaya cüret ediyorlardı.

 

Zâlimlerin Âkıbeti:

Geçmiş devirlerde Allah'lık dâvâsında bulunan zâlimlere de fırsat vermişti ve fakat âkıbetleri nasıl oldu?

Dikkatle bir inceleyin! Nemrut'u nasıl ve ne ile helâk etti? Firavun'u yer bile kabul etmedi. Âlemlere ibret olması için onu deniz sahiline attırdı. Böylece beşeriyete, hususiyetle Allah'lık dâvâsında bulunanlara numune olarak teşhir ediyor. İbret almak isteyenler ibret alırlar.

Allah-u Teâlâ Firavun'un da, avanesinin de ruhlarını sabah akşam ateşe sokuyor, bu azaplar her gün devam ediyor.

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Onlar (kabirlerinde kıyamet gününe kadar) sabah-akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet koptuğu gün de 'Firavun hanedanını azabın en çetinine sokun!' denilir." (Mümin: 46)

Firavun ve hanedanı dünyada kötü bir azap ile mahvoldukları gibi, kabirlerinde ahirete kadar sabah-akşam ateşe sunulmak suretiyle dehşet içinde kalacaklar, kıyametten sonra ise asıl cezayı görecekler, azabın en çetinine sokulacaklardır.

Bu azap sadece Firavun'a ve kavmine mahsus olmayıp, bütün kâfirler kabirlerinde kıyamete kadar aynı muameleyi göreceklerdir.

Zâlimler bundan ibret alsınlar diye bu âkıbetleri arzediyoruz, böylece O'nun kahredici olduğunu anlatıyoruz. Kahhar olan Hazret-i Allah'a karşı hiçbir yardımcıları da yoktur. Onlardan başka bugünkü zâlimlerin de hakkından gelir.

Yaratan O olduğu gibi, yaşatan da O'dur.

Âyet-i kerime'sinde:

"Hayır! Doğrusu biz onları kendilerinin de bildikleri şeyden yarattık." buyuruyor. (Meâric: 39)

Sen hiçbir şey değilken O seni bir damla kerih sudan yaratmadı mı? Sana hayat vermedi mi? O'nun sana verdiği hayat ile yaşıyorsun. Hayatı çektiği zaman yoksun. Ruhun da gider, vücudun da gider. Ruhunu çektiği zaman toprakta çürüyorsun. Çünkü vücudun zaten bir elbiseden ibaret. Elbiseyi gösteren de O, seni tutan da O, seni yok eden de O. Her an tutuyor. Bir an bıraksa o anda yoksun. İnsan hep O'nunla kâim de bilmiyor.

O yaratıyor, O yaşatıyor, aynı zamanda O yönetiyor.

"Gökten yere kadar her işi O düzenler." (Secde: 5)

O'nun düzenlemesi, hikmetine göre dilemesidir.

O yaratıyor, O yönetiyor. Meselâ gökten yağdırıyor, yağdıran O'dur. Yerden fışkırtıyor, fışkırtan O'dur. Sonsuz nimetleri ihsan ve ikrâm eden yine O. Hazine-i ilâhî'den durmadan akıyor.

Âyet-i kerime'sinde:

"Hazinesi bizim katımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz." buyuruyor. (Hicr: 21)

Zerreden kürreye kadar her yaratık O'na muhtaçtır.

Allah-u Teâlâ iradesini yerleştirmek ve kudretini göstermek için her şeyi sonradan ve yoktan var etmiştir. Yoksa ihtiyacı için değil. O Samed'dir, hiç kimseye muhtaç değildir, herkes O'na muhtaçtır.

Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:

"Şüphesiz ki Allah bütün âlemlerden müstağnîdir." (Âl-i imran: 97 - Ankebut: 6)

Kim iman ederse kendi lehine, kim de inkâr ederse yine kendi aleyhinedir. Ne itaat edenlerin itaatı O'na fayda verir, ne de âsilerin isyanı zarar verir.

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." (Nisâ: 126- 131-132)

Yalnız gökler ve yerdekiler değil, onların ötesinde, gerek âfâkta gerek enfüste hiçbir varlık yoktur ki, başlangıcından ve sonundan, görünen ve görünmeyeninden, Allah-u Teâlâ'nın kudreti ve azameti ile, ilâhî hükmü ile kuşatılmış olmasın. Şu halde zâhirde ve bâtında, yükseklik ve alçaklıkta, maddelerde ve mânâlarda, dünyada ve âhirette ilâhî kuşatmanın dışında bir şey tasavvur etmek mümkün değildir.

Uludağ bir karıncaya göre çok büyüktür. Fakat güneşin büyüklüğü karşısında karınca gibi küçük kalır. Güneş de Arş-ı Rahman'ın yanında karınca gibidir.

Allah öyle bir Allah'tır ki, O'nun varlığı ve azamet-i ilâhîsi karşısında bütün kâinat bir karınca mesabesindedir. Her şeyi O kuşatmıştır.

"Allah her şeyi çepeçevre kuşatandır." (Nisâ: 126)

Zerreden kürreye kadar her şey her şeyi kuşatmıştır. Kimini zar ile kuşatmış, kimini deri ile, kimini kabuk ile... Yani Allah-u Teâlâ her zerreyi bir şey ile çevirmiştir. Yerler de böyledir, gökler de böyledir. Arş-ı Rahman ile de her şeyi kuşattırmıştır. O ise her şeyi kuşatmıştır.

"Doğu da batı da Allah'ındır. Yüzünüzü hangi cihete çevirirseniz çevirin, vech-i ilâhî oradadır. Şüphesiz ki Allah Vâsi'dir, O her şeyi bilendir." (Bakara: 115)

Mülk O'nun, bütün tasarruf hakkı ve hüküm O'nundur.

Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"İşte Rabb'iniz Allah budur. O'ndan başka ilâh yoktur. O her şeyi yaratır." (En'am: 102)

Bundan önce her şeyi yaratmış olan O olduğu gibi, gelecekte de her şeyin yaratıcısı O'dur.

O'nun "Ol!.." emri ile her şey hayat bulur. "Öl!.." demesiyle de ölür.

"Bak! Onlar iyice anlasınlar diye âyetleri nasıl açıklıyoruz." (En'am: 65)

Nitekim aklını kullanan kimseler, O'nun âyetlerinden pek çok istifade etmekte ve kendilerine yön vermektedirler.

 

Yaratmak Hazret-i Allah'a Mahsustur:

Yaratmak; olmayanı, bilinmeyeni ortaya koymak, hiç yoktan var etmektir. Bu da yalnız Hazret-i Allah'a mahsustur.

Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, her yarattığını birbirine uygun, yeni bir icat ile numunesiz olarak yaratan O'dur.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Allah her şeyin yaratıcısıdır. O her şeye vekildir." (Zümer: 62)

Her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet verir, düzenler ve en güzel bir biçimde terkip eder. Yarattığı şeylerde güzelliğinin kemâlini gösterir.

"Allah ne dilerse yaratır." (Âl-i imran: 47)

Bir şeyi yaratmak istediğinde; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Kâinatı ve içindeki her şeyi misilsiz, benzersiz yaratmıştır. Her şeyin en güzelini, en güzel hikmetlerle yaratan O'dur.

İnsanların yaptığı, sadece O'nun verdiği akıl sayesinde yaratılanların sırlarını keşfetmekten ibarettir.

Bütün insanlar bir araya gelseler, ilimlerini fenlerini ortaya koysalar bir tek incir çekirdeğini, bir buğday tanesini yapabilirler mi? Veyahut bir sivrisineği, bir tek kılı yoktan var edip onlara can verebilirler mi? Bir tek yaprak karşısında bütün kâinat acze düşüyor. Şu halde yaratıcı yalnız Hazret-i Allah'tır.

Âyet-i kerime'sinde:

"Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak 'Ol!' dememizden ibarettir. O da derhal oluverir." buyuruyor. (Nahl: 40)

Allah-u Teâlâ'nın iradesinin sonsuz olduğunu gösteren bu ilâhî beyan, bir şeyi yokluk âleminden varlık âlemine çıkarmayı ve bunun süratini gösteren bir temsildir. Yoksa burada kendisine emir verilen bir şey yoktur. Her şey O dilediği an meydana geliverir.

O; bir şey için sadece bir tek emir verir, bu emrin tekrarına ihtiyaç yoktur. "Ol!" dediği şey kaçınılmaz olarak varolur.

 

Âlemlerdeki Nizam:

O Allah ki yarattığı her şeyde bir hassa koymuştur. Hassa demek, emrinin özü demektir. Toprakta, havada, suda... Her şeyde o hassa mevcuttur.

Âlemleri yaratan Hazret-i Allah'tır. İlâhî nizamını kurmuş, her yarattığına; güneşe, aya, gündüze, geceye, dağlara, denizlere, hülâsa bütün âlemlere bir nizam vermiştir.

Farz-ı muhal ki bir meyve olgunlaşabilmesi için toprağa, suya, havaya ve güneşe muhtaçtır.

Toprağı O yarattı, suyu O yarattı. Her şeyi topraktan ve sudan yarattı. Amma toprak da O'na muhtaç, su da O'na muhtaç.

Bir meyve tekâmül edebilmesi için havaya ve güneşe muhtaçtır. Hava da O'nun emrinde, güneş de O'nun emrinde.

Her şey O'na muhtaç olduğu gibi, güneş de O'na muhtaç. Her şey O'nun yed-i kudretinde ve O'nun emrindedir.

Hülâsa olarak; cemâdatı, nebâtatı, hayvanatı, insanları, melekleri hep O yaratıyor, hepsi de O'na muhtaç. O yaratıyor, O tekâmül ettiriyor, O öldürüyor... Hep O...

Aslında her şey Hakk'a muhtaçtır.

Meselâ toprağı ele alalım. İnsanı ondan yarattı, yiyeceğini de ondan yarattı. Kokuları ayrı, renkleri ayrı, tadları ayrı ayrı olan bütün bitkiler toprakta bitiyor.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Ölü toprak da onlar için bir delildir. Biz onu (yağmurla) dirilttik de ondan pek çok taneler çıkardık, işte onlar bunlardan yerler." (Yâsin: 33)

Allah-u Teâlâ onu hem kendileri hem de hayvanları için bir rızık kılmıştır. Geçimin esasını bu taneler teşkil etmektedir. Çünkü tahıllar azalacak olsa kıtlık olur, sıkıntılar başgösterir.

Toprakta ne var? Hiçbir şey yok. Ne varsa yalnız O'nun emrinde, O'nun hükmünde, O'nun takdirinde var.

"İşte bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir." (Yâsin: 38)

Kör bir tabiatın eseri değildir.

Göklere bir nazar et, direksiz tutuyor. Deniz gibi büyük bulutları havada tutuyor.

Havada tuttuğu deniz suyu kadar ağır bulutları, dilediği zaman rüzgarlar ile dilediği yerlere sevkediyor, yayıyor, sıkıştırıp dilediği yerlere yağmur yağdırıyor.

Ve o inen yağmur tanesinin içine neler koyduğunu da yalnız kendisi bilir.

İnsanı topraktan ve sudan yarattığı gibi yine ondan çıkarıyor.

Yağmur tanesinin meydana getirdiği su ile yer kabarıyor, harekete geçiyor, canlanıyor, taneler çıkmaya başlıyor. O suyun içine ne koyduysa, topraktan o çıkıyor. Gerek insanı, gerekse yeryüzüne yaydığı her canlıyı da o topraktan besliyor.

Şu gördüğün toprağın aslı nurdur.

Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Allah göklerin ve yerin nûrudur." buyuruyor. (Nur: 35)

Sen ise onu toprak görüyorsun. Halbuki o toprak zannettiğin yerde neler oluyor?

O topraktan seni yaratıyor, yiyeceğini çıkarıyor ve seni tekrar toprağa yutturuyor. Seni toprakta yürütüyordu, yediriyordu, toprak bu sefer de seni yiyor, eritiyor.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"İşte o gün yer, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabb'in ona konuşmasını emretmiştir." (Zilzâl: 4-5)

Allah-u Teâlâ'nın bunu ona emretmesi, onun da üzerinde meydana gelen bütün hadiseleri anlatması, izin verilmesi sebebiyledir.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâbına: "Yeryüzünün haberlerinin ne olduğunu bilir misiniz?" diye sordu. "Allah ve Resul'ü daha iyi bilir." dediler.

Bunun üzerine buyurdu ki:

"Yeryüzünün haber vermesi, her erkek ve kadının neler işlediğini haber verip şahitlik etmesidir. 'Şu şu günlerde şunu şunu işlediniz!' demesidir." (Tirmizi, Kıyamet: 7)

Hani sen onu toprak olarak görüyordun, ölü zannediyordun? Sen kendin ölü olduğun için öyle zannediyordun. Demek ki yer, yer değilmiş, nur imiş. Amma onu öyle göstermiş. Sen ölüsün ki yer olarak görüyorsun. Ruhu ölenler zaten bilmez, ruhu tekâmül edemeyenler zaten görmez.

Onun aslı nurdu, her şeyden haberdar olduğu gibi, sana o gün bütün yaptığın işleri bir bir haber verecek.

Toprağın her işi emirle yaptığını ancak diri olanlar görürler.

Bitkilerde yarattığı berekete bir bak! Toprağa yüzlerce buğday tanesi atıyorsunuz, topraktan binlerce alıyorsunuz. Öğüttüğünüz zaman un oluyor. Unlar yoğurulduğu ve pişirildiği zaman ekmek oluyor. O buğdayda ne var ki, sana gıda veriyor. Alçı veya çiriş aynı una benziyor, fakat yutsan mideni dondurur. Birine başka hassa vermiş, diğerine başka hassa vermiş. Yani hepsinde O'nun "Ol!" emri var.

"'Ol!' dediği gün her şey oluverir." (En'am: 73)

Onlara öyle "Ol!" buyurmuş, öyle oluyorlar.

Bazı bitkilerden fevkalâde ilaç oluyor. Her bitkiye nasıl bir hassa koyduğunu yalnız O bilir.

Ağaçtan bir portakal alıyorsun. Tadlanmış, kokulanmış, pişirilmiş, paketlenmiş, paket içinde paketlere sarılmış. Vitaminleri ayrı, vücuda verdiği faydaları ayrı, şifâları ayrı ayrı.

Küçücük bir fındığın özü var, o özde besleyici protein var. Dışında zar var, kabuk var. En dışında tekrar bir kabuğu daha var.

Ağaç mı yaptı bunları? Hayır! Ağacın hükmü yok. Allah-u Teâlâ ağaca tepsilik vazifesi yaptırıyor. Hüküm O'nundur. O ağaç o suyu alamaz, o tadı, o lezzeti, o kokuyu, o rengi veremez. Çünkü kendisinde o hassalardan hiçbirisi yok. Meyve o tadı, o kokuyu, o diziyi, o güzelliği "Ol!" emrinden aldı. Hepsi O'nun ihsanı, O'nun ikramı. O görünmüyor da ağaç görünüyor. Vereni, ağaca tepsilik vazifesi yaptıranı kimse görmüyor.

"Yeryüzünde rengârenk şeyleri de sizin için yaratmıştır. Bunda da öğüt alan bir topluluk için ibret vardır." (Nahl: 13)

Gökten inen aynı suyu aldıkları, aynı güneşten faydalandıkları halde, binlerce bitki türünün renkleri, çiçekleri, şekilleri, tadları ve kokuları hep ayrı ayrıdır.

En güzel şekilde nasıl şekillendirdi, ne güzel takdir ve tasvir buyurdu!

Her şey O'nun emri ile olur. Görünen de görünmeyen de bütün her şey böyledir. Neye ve kime hangi hassayı koymuşsa, onda o mevcuttur. Bu hassaların hiçbirinden haberimiz yok.

Bir inek gıdasını alıyor, sindiriyor. Bu gıdaların bir kısmı kan oluyor, bir kısmı süt oluyor. Kan damarı ayrı, süt damarı ayrı, birbirine karışmıyor. Bunu inek mi yaptı?

Çocuk olunca anneye süt geliyor. Daha önce aynı meme annede vardı, niye süt gelmiyordu?

İnsanın aslı olan bir damla kerih suyu Cenâb-ı Hakk takdir toprağı ile karıştırdı, mukadderâtını da dürdü ve "Ol!" dedi, oluverdi. Diğerleri hep teferruattan ibarettir. Biz ise çocuk oldu deyip geçiyoruz, ötesini göremiyoruz. Ondaki bütün hassalar Cenâb-ı Hakk'ın birer ikram ve ihsanıdır. Herkes kabuğu görür, özü gören azdır. Herkesin gözü yaratılanlarda kalmış.

İnsanın topraktan ve meniden başlayarak kan pıhtısına, bir çiğnem ete ve nihayet insan suretine dönüşmesine kadar yaratılışının her safhasında, Allah-u Teâlâ'nın kudretinin yüceliğine delâlet eden ibret verici incelikler vardır. Bu deliller her canlıda mevcuttur.

Âyet-i kerime'de:

"Sizin yaratılışınızda ve yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan kimseler için ibretler vardır." buyuruluyor. (Câsiye: 4)

İnsanın yaratılışı olduğu gibi; hayvanların yaratılışları, beslenmeleri, doğurma ve üremeleri de Allah-u Teâlâ'nın kudret ve azametine delâlet etmektedir.

 

İnsan:

Yaratılan her şey, bütün bunları yaratan Müdebbir'in kudret ve azametine, vahdaniyet ve samedâniyetine apaçık birer delildirler.

Var olan her şeyi O yaratıyor, insanı en mükerrem yarattı ve dünya âlemini onunla süsledi, Allah-u Teâlâ Ehadiyet mertebesinde bir gizli hazine iken; rahmetinin cemâlini, kudretinin kemâlini, azamet ve celâlini, sanatının inceliğini ve hikmetinin sırlarını duyurmayı irade buyurdu. Bunun üzerine ruhlar âlemini ve cisimler âlemini yarattı.

Bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:

"Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi arzuladım, bunun için de mahlûkatı yarattım." (K. Hafâ)

Bunu bir bilgi, bir haber değil, aynı zamanda bir emir olarak kabul etmek gerekiyor. Çünkü Allah-u Teâlâ'yı tanımak insanın en başta gelen vazifesidir.

Allah-u Teâlâ'nın varlığı kadimdir, evveli yoktur. Zamandan da, ezelden de önce vardı. Zât-ı akdes'inin varlığından evvel hiçbir şey yoktu. Bütün varlıklar O'nun buyurduğu bir kelime ile meydana çıkmışlardır.

Hadis-i şerif'te buyurulduğu üzere:

"Allah var idi ve Allah'tan başka bir şey mevcut değildi." (Buharî. Tecrîd-i sarîh: 1317)

Sonra varlığını ve kemâlini duyurmayı, hikmetiyle kâinatı ve insanları yaratmayı irade buyurdu ve dilediği şekil ve nizam üzere yarattı.

Allah-u Teâlâ ilk insan olma şerefini kazanan Âdem Aleyhisselâm'ı yaratmadan önce, ona olan lütuf ve ihsanını meleklere haber vermiş, "En yüce melekler meclisi" mânâsına gelen Mele-i a'lâ'da anarak yüceltmiştir.

Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teâlâ, yeryüzünde hiç insan yok iken, kuru toprağa hayat vererek Âdem Aleyhisselâm'ı yaratmıştır.

Âyet-i kerime'sinde:

"Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona 'Ol!' dedi ve oluverdi." buyuruyor. (Âl-i imran: 59)

Bir şeyi yaratmak istediği zaman; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Kâinatı ve içindeki her şeyi misalsiz yaratmıştır. Her şeyin ilk numunesini yaratan O'dur.

Âdem Aleyhisselâm'ın yaratılışında Allah-u Teâlâ'nın kudretinin tecellileri kat kattır.

Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Andolsun ki biz sizi yarattık." (A'raf: 11)

Siz hiçbir şey değilken, şu bulunduğunuz şekil ve biçimi almadan önce ilk mayanızı takdir ve icad ettik.

Burada bizzat Âdem Aleyhisselâm'ın yaratılışı yerine, bütün insanların yaratılışı ifade edilmiştir. Çünkü onun yaratılmasından maksat, nesli vasıtasıyla yeryüzünün bayındırlığının sağlanmasıdır. Böylece onun yaratılışı, bütün insanların yaratılışı mesabesindedir.

"Sonra size şekil verdik." (A'raf: 11)

Yaratılışın başlangıcında şekilsiz bir yaratık olduğunuz halde sizi "Ahsen-i takvim" olan insan şekline koyduk.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Allah Âdem'i kendi suretinde yarattı." (Buhari)

İnsanda öyle tecelli ettiği gibi kâinatta da öyle tecelli etti.

İnsanın hayat bulması hakkındaki ilâhî iradesi tecellî edince; zamana, tahavvüle, teselsüle muhtaç olmaksızın ilk insan müstakil olarak vücuda geldi.

Onun bir insan olmasını diledi ve öyle oldu. Üzerine kudretinin sırlarını, eşsiz hikmetini akıttı. Hikmetinin muktezâsına uygun olarak yedi merhaleden geçirdikten sonra insan haline getirdi.

Nitekim Âyet-i kerime'de:

"O sizi merhalelerden geçirerek yaratmıştır." buyuruluyor. (Nuh: 14)

Bunları yapan o güzel Yaratıcı, ululama ve saygıya lâyık değil mi? O insanları başka bir şekil ve yaratışla yükseltemez mi? Yahut elem verici azaplara düşüremez mi?

Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı; toprağı çamur haline, sonra kara balçık, daha sonra ses getiren kuru balçık haline getirerek topraktan yaratmıştır.

Bunlar yaratılışın merhaleleridir ve ilâhî kudretin tecellisiyle şekillendirilmiştir.

Allah-u Teâlâ daha sonra ruh vererek insanın yaratılışının kemâle erdiğini Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:

"Ona kendi ruhumdan üfledim." (Hicr: 29 - Sâd: 72)

Böylece ilâhî ruh, şekillendirilmiş balçığa girince her tarafına sirayet etti, orada hayat ve hareket başladı. O basit balçığa o üstün ve yüce insanlık şerefini veren unsur, bu ilâhî ruhtur.

Ruh, Allah-u Teâlâ'nın emrindendir. Üfleme tabiri de maddeye fiilen hayat başlangıcının akışını temsil eder.

Allah-u Teâlâ onu şereflendirmek, üstün bir varlık, şerefli mahlûk olduğunu ve Rabbi ile münasebeti olan bir durumu bulunduğunu ortaya koymak için ruhu kendisine nispet etmiştir.

İlâhî ruhtan üflenen nefha bu bünyeyi meydana getirmiş ve insan en mükemmel bir şekle ve en güzel bir hâle gelmiştir.

Bu cismen küçük, gücü az, eceli kısa, ilmi sınırlı olan varlık; naîl olduğu bu izzet ve şerefe, kıymet ve değere o ilâhî nefha olmasaydı eremezdi. O ilâhî nefha, onu Allah-u Teâlâ ile ilgi kurmaya ehliyetli kılmaktadır.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âdem Aleyhisselâm'ı merhalelerden geçirerek yarattığı gibi, onun nesli olan insanları da yedi safhadan geçirdikten sonra, ululuk şanı ile gittikçe mükemmelleştirerek insan durumuna getirmiştir.

İnsanı her uzvu yerli yerince ve en mükemmel bir tarzda, en güzel bir şekilde yaratmıştır. Hangi uzuv nereye yarayacaksa ona uygun biçimde düzgün yapmış, her birini birçok faydalar sağlayacak şekilde düzenlemiştir. Onun yaratıcı gücü bütün uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini gösterir.

İnsanın şekline, biçimine ve uzuvlarının uygunluğuna bakıp düşünen kimse, insanın şeklinin, diğer canlılara nisbetle en güzel şekil olduğunu anlar.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Size suret verip, suretlerinizi de en güzel şekilde yapmıştır." (Teğabün: 3)

Bütün yaratıkların içinde sizi ayrı şekil ve suret ile tasvir edip insan biçimine koymuştur.

İnsanın bütün uzuvlarında harikulâde ince sanatlar vardır.

"Andolsun ki biz insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâh olan rahimde nutfe hâline getirdik. Sonra o nutfeyi alekaya (kan pıhtısına) çevirdik. Derken alekayı da mudğa (bir çiğnemlik et) yaptık. O mudğayı da kemikler hâline çevirdik. O kemiklere et giydirdik. Daha sonra onu bambaşka bir yaratılışla inşâ etttik. Şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir!" (Mü'minûn: 12-14)

Bu beyan, Allah-u Teâlâ'nın yaratıcılığındaki mutlak güzelliği ifade etmektedir. Yarattığı her bir şeyde güzellik ve eşsiz sağlamlık tecelli etmektedir.

Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden O'dur. Her güzelliğin, her tekâmülün ilk numunesi O'nundur.

Açık bir göz, uyanık bir kalp bütün bu varlık âleminde güzeli ve güzelliği görür. Gördüklerinin güzelliğini şuurla kavrar.

Allah-u Teâlâ bu şekil verdiği balçığa kendi ruhundan üfürmüş ve en güzel bir şekilde insan varlığını meydana getirmiştir.

İnsanın yaratılışındaki değişik merhalelerin olması, Allah-u Teâlâ'nın tek gerçek olması dolayısıyladır.

Allah-u Teâlâ öldükten sonra dirilip ikinci hayata kalkma hakkında şüphe edenlere, ilk yaratılışlarını müşahhas bir delil olarak önlerine koyuyor ve buyuruyor ki:

"Ey insanlar! Eğer öldükten sonra tekrar dirilmekten şüphede iseniz, gerçek şu ki; biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra yapısı belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık. Ki size kudret ve hikmetimizi açıkça gösterelim." (Hacc: 5)

Ölüyü diriltmek, hayatı olmayan şeye hayat vermek demek olduğuna göre, cansız topraktan bir canlıyı yaratmanın, bir ölüyü diriltmekten daha fazla bir gücün olmasını gerektirdiğinde hiç şüphe yoktur.

Bu merhaleli yaratılış ile güç ve kudretinin, azamet ve ululuğunun ne kadar mükemmel olduğunu, insanları önce topraktan, sonra bir nutfeden yaratmaya kâdir olanın tekrar onu yaratmaya kâdir olduğunu açıkça göstermeyi murad etmiştir. Halbuki görünüşte toprak ile nutfe arasında herhangi bir münasebet yoktur. Nutfeden sonra onu bir aleka ve bir çiğnem et hâline getirmiştir. Aleka ve çiğnem eti kemiğe dönüştürmüştür. İşte insanları bu şekilde tedrici olarak yaratmakla kudretinin ve hikmetinin sırlarını göstermiştir.

Bu yaratılış merhalelerini göz önünde bulunduran ve üzerinde ciddi bir şekilde düşünen kimse, o yaratıcı kudretin ölüleri tekrar diriltebileceği hususunda hiç şüphe etmez.

 

Gökler ve Yer:

Allah-u Teâlâ bir şeyi yaratmak istediği zaman; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Onu istemesiyle o şeyin meydana gelmesi bir olur.

Esmâ-i hüsnâ içinde mevcudâtı yaratışını, düzenleyişini belirten mübarek isimleri mevcuttur.

"Hâlik"; her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, yaratan ve tedbirini görüp ihtiyaçlarını yerleştiren demektir.

Her yarattığını birbirine uygun, yeni bir icad ile numunesiz olarak yoktan yarattığını belirten ism-i şerif'i ise "Bârî" dir.

Bir ism-i şerif'i de "Musavvir" dir ki; her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet veren, düzenleyip en güzel bir biçimde tertip eden, güzelliğinin kemâlini gösteren mânâsına gelir.

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"O ki gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattı." (Furkan: 59)

Yaratmak; bir anda dilemek ve meydana getirmek, "Ol!" demekle oluvermekten ibaret olmakla birlikte, O bunların hepsini birden değil, ilâhî hikmetleriyle geliştire geliştire, olgunlaştıra olgunlaştıra yaratmıştır. Bu yükseklik ve genişlikteki yedi kat gökleri, bu yoğun ve geniş yerleri bir anda da yaratmaya gücü yeten Kâdir-i mutlak, her birini bir ölçü ile takdir ve bir zamana tahsis etmiştir.

Bu şekilde yaratma da ilâhî kudrete delâlet etmektedir. Hiçbir tedricen ilerleme olmadan bütün yaratıklar bir defada ve bir anda yaratılmış olsaydı, hiçbiri diğerinin yaratılışına şâhid olamazdı. Diriden ölü, ölüden diri, ateşten toprak, topraktan su, çamurdan hayat ortaya çıkması şöyle dursun; gece ve gündüz birbirini takip etmez, insandan insan bile doğmazdı.

Şu halde birçok yaratılışları da içine alan dereceleme ile yaratmada Allah-u Teâlâ'nın ayrıca bir kudreti ve azameti gözler önüne serilmektedir.

Günlerden maksat, yirmi dört saat süren dünya günleri değil, müddetini ancak O'nun bildiği merhaleler ve devrelerdir.

Çünkü gün, güneşin doğuş ve batışıyla ortaya çıkan bir durumdur. Gökler yaratılmadan önce ise gündüz ve gece yoktu.

Kur'an-ı kerim'de göklerin ve yerin yaratılması ile ilgili olarak pek çok Âyet-i kerime mevcuttur.

Göklerin ve yerin yaratılmasının mânâsı, bu muazzam kâinatın ve mahlûkatın yoktan var edilişi demektir.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"O'nun âyetlerinden (delillerinden) birisi de gökleri ve yeri yaratmasıdır." (Rum: 22)

Allah-u Teâlâ'nın yaratışında öyle yüksek bir sanat vardır ki, her noktası O'nun emsalsiz irade ve gücünü göstermektedir.

"Gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu döşeyene andolsun ki!" (Şems: 5-6)

Göğün bina edilmesi, düzenlenip dengede tutulması, yeryüzünün insanlar için döşenip hazırlanması, hem bir plânın, hem de bir plânlayıcının varlığını ve azametini göstermektedir.

İçindekilerle birlikte bütün kâinatı "Ol!" emr-i şerif'i ile yaratan, kudret, azamet ve ululuk sahibi Hazret-i Allah'tır.

Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:

"Gökleri ve yeri hak ile yaratan O'dur." (En'am: 73)

Yaratan şüphesiz ki yönetme yetkisine de sahiptir. Gökleri, yeri ve onlardakileri yaşatan ve yöneten O'dur.

"'Ol!' dediği gün her şey oluverir." (En'am: 73)

Allah-u Teâlâ'nın iradesinin sonsuz olduğunu gösteren bu ilâhî beyan, bir şeyi yokluk âleminden varlık âlemine çıkarmayı ve bunun süratini gösteren bir temsildir. Yoksa burada kendisine emir verilen bir şey yoktur. Her şey O dilediği an meydana geliverir.

"O'nun sözü haktır." (En'am: 73)

Göklerin ve yerin yaratılmış oldukları kesindir ve yaratıcılarının da Allah-u Teâlâ olduğu muhakkaktır. Aynı zamanda bunların Hakk'a delâletleri, Hakk'ın eseri oldukları da gerçektir.

Allah-u Teâlâ ne ki yaratmışsa, yarattığı şeylerde büyük hikmetler ve yüksek gayeler vardır.

Bu muazzam ve muhteşem nizamın binlerce seneden beri hiç şaşmadan devam edegelmesi, ancak ezelî ve ebedî olan Allah-u Teâlâ'nın hikmeti mucibince mümkün olmaktadır.

Bütün kâinat O'nun sağlam temelleri üzerine kurulmuştur. O bütün kâinata hâkimdir. Yaratıcı olduğu için, kâinat üzerinde hakimiyetini sürdürür. Gerçek yönetici O'dur.

O'nun bir ism-i şerif'i de "Vâli" dir. Mülkünü ve mülkünde olup biten her şeyi tek başına tedbir ve idare eder. O öyle bir Vâli-i âzam'dır ki; yarattığı bütün mahlûkatın işlerine mütevelli olup, her şeyi ezelî takdir plânına göre yürütmektedir.

Her şey O istediği anda meydana gelir.

"Bir şeyin yaratılmasını hükme bağladığında ona sadece 'Ol!' der, o da hemen oluverir." (Bakara: 117)

Buyruğu bir an bile geciktirilmez. O böyle bir yaratıcıdır.

Her neyin yaratılmasını veya yok edilmesini dilerse, derhal dilediği şekilde zuhur eder. Bir anda bir değil, sayılamayacak ve hesap edilemeyecek şeyler yaratıp yok edebilir.

Bütün bu âlemler kendiliğinden değil, O'nun yaratması ve varlık âlemine çıkarması ile meydana gelir. O'nun terbiyesi ile olgunlaşır ve yine O'nun dilemesi ile yok olurlar. Hiçbir şey O'nun mülkünden dışarı çıkamaz.

Allah-u Teâlâ'nın bir ism-i şerif'i "Bedi"dir. "Numunesi ve emsâli bulunmayan, acîb ve hayret verici şeyler yaratan." demektir. Gökleri de, yeri de, bütün kâinatı da misilsiz yaratmıştır. Her şeyin en güzelini yaratan O'dur.

Allah-u Teâlâ kudretinin eserlerine ve azametinin alâmetlerine dikkatleri çekmek için Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:

"Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı?" (Nâziat: 27)

İnsan dünyada bir zerrecik mesabesinde olduğu gibi, dünya da âlemlerin içinde bir zerre mesabesindedir.

Büyüklüğüne rağmen bu göğü yükselten Zât-ı kibriyâ'ya insanları yaratmak ve öldükten sonra diriltmek son derece kolay bir şeydir.

"Onu Allah bina etti." (Nâziat: 27)

Gökleri sağlam yapılı, direksiz ve kazıksız bir şekilde yüksek olarak yaratmıştır. Bu öyle bir yapıdır ki, gökteki cisimlerin her biri yörüngelerinden ayrılmadan dönerler, hepsi de birbirleriyle ahenkli bir durumdadırlar.

"Onun boyunu O yükseltti, sonra onu bir düzene koydu." (Nâziat: 28)

Dengesini koyup denkleştirdi, düzene koyup düzeltti, onu karanlık gecelerde yıldızlarla müzeyyen kıldı.

Yarattığı her şeyin kendisine has bir güzelliği vardır. Her şey kendi yaratılış tarzı ile mütenâsiptir.

Bütün bu düzenlemelere bakılınca görülür ki, hepsi de O'nun emrine uyarak ayakta durmaktadırlar. Yaratan, yaşatan ve yöneten O'dur. O "Mâlik'ül-Mülk" tür, mülkün yegâne sahibidir.

"Gecesini kararttı, gündüzünü aydınlık yaptı." (Nâziat: 29)

Güneş battıktan sonra gece gelir ve güneşin doğması ile de gün başlar.

Daha sonra Allah-u Teâlâ yeryüzünün düzenlenmesinden söz ederek şöyle buyurdu:

"Bundan sonra da yeryüzünü döşedi." (Nâziat: 30)

Üzerinde yaşama ve yerleşme imkânı olacak şekilde yayıp serdi. Yeterince gıda maddeleri yetiştirecek özellikte donattı.

"Ondan suyunu ve otlağını çıkardı." (Nâziat: 31)

Kaynaklarını fışkırttı, nehirlerini akıttı ve her sahasında insanların ve hayvanların yaşamalarını sağlayacak olan bitki ve yeşillikler bitirdi.

Su da yaratılmıştır. Çünkü su; insanlar, hayvanlar ve bitkiler için zaruri bir ihtiyaçtır.

"Dağları dikti." (Nâziat: 32)

Ki yeryüzü istikrar bulsun, üzerindekileri sabit tutup sarsmasın.

Dağlar aynı zamanda dünyamıza ayrı bir görünüm vermektedir.

"Sizin ve hayvanlarınızın faydalanması için." (Nâziat: 33)

Dünya, güneş sistemi içindeki durumu itibariyle benzeri olmayan bir gezegendir ve hayat şartları birçok bakımından üzerinde toplanmış bulunmaktadır.

Hiçbir şey gayesiz maksatsız yaratılmamış, Allah-u Teâlâ'nın kemâlât ve hikmeti her yerde müşahede edilmektedir.

Bir ism-i şerif'i "Mukît"tir. Ruha ve bedene kuvvet veren maddi ve mânevî besleyici gıdaları yaratan, mahlûkatını geçindiren ve barındıran O'dur. İnsanlar için geçim sebepleri yaratmış, maîşetlerini temin etmek için kullarını meşru bir sebebe başvurmakla mükellef tutmuştur.

Allah-u Teâlâ göklerin ve yerin yaratıcısının Zât-ı Akdes'i olduğunu, kendisinden başka ilâh bulunmadığını bir Âyet-i kerime'sinde ferman buyurmaktadır:

"De ki: Göklerin ve yerin Rabb'i kimdir?" (Ra'd: 16)

Gökleri ve yeri yaratan ve onların işlerini idare eden kimdir? Hayatınızı idame ettiren şeyleri, rızıklarınızı size kim sağlıyor?

Böyle bir soruya verilebilecek tek cevap:

"De ki Allah'tır!" (Ra'd: 16)

Göklerin ve yerin bir Rabbi'nin olduğu ve her şeyin O'nun hükümranlığı altında bulunduğu, O'nun emriyle hareket ettikleri ve musahhar kılındıkları gayet açıktır. O'ndan başka Rabbül-âlemin yoktur.

Hep O, hep O'ndan.

"O; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabb'idir. O Rahman'dır." (Nebe: 37)

Vasıfları bu olan, hikmeti gereğince her bir varlığa cömertçe iyilik ve ihsanda bulunandır.

Bu muhteşem kâinat Allah-u Teâlâ'nın izniyle ayakta durmaktadır. Gökleri ve yeri tutup zevalden koruyan, ortaksız olarak takdir ve tedbir eyleyen O'dur.

Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:

"Görmez misiniz, Allah yedi göğü birbirleriyle ahenkdar olarak nasıl yaratmıştır?" (Nuh: 15)

Öyle bir yaratış ki, hiçbirinde bir düzensizlik bulunmaz. Ne hârikulâde bir sanat!

"Şüphesiz ki Allah gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın diye tutuyor." (Fâtır: 41)

Onların belirli vakitlerden önce yok olmalarını istemediği için muhafaza buyuruyor da henüz yıkılmıyorlar.

"Andolsun ki eğer nizamları bir bozulacak olursa, onları kendinden başka kim tutabilir?" (Fâtır: 41)

Göklerin ve yerin, oldukları şekilde devamlarını sağlamaya O'ndan başka kimsenin gücü yetmez.

"Gerçekten O Halim'dir, çok bağışlayıcıdır." (Fâtır: 41)

O, bunca güç ve kudretine rağmen yine de halimdir. Cezayı hak ettikleri halde inançsızları ve âsileri cezalandırmakta acele etmez, onlara mühlet verir. İsyanları sebebiyle bu âleme son vermez. Tevbe edip yola gelmeleri için fırsat verir.

 

Dünya (Yerküre):

İlâhi irade ezelî kudret ve ilmiyle tecelli edince insanoğlu için yerküreyi yarattı.

Âyet-i kerime'de:

"O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır." buyuruluyor. (Bakara: 117 - En'am: 101) (Bakınız. Şûrâ: 11)

Burada "Göklerin ve yerin yaratıcısı" mânâsına gelen "Hâlik" yerine, "Yoktan var edicisi veya mucidi" mânâsında "Bedi'" ism-i şerifi kullanılmıştır. Bunların seyrine doyulmaz, sırlarına erilmez.

"O iki doğunun ve iki batının Rabb'idir." (Rahman: 17)

Mülkü olan bütün bu gökleri, yeri ve bunlardaki her şeyi Allah-u Teâlâ bir düzen üzere bir irade ile ve sadece "Ol!" demekle icad etmiştir. Her oluş bir yaratıcıya muhtaçtır ve Allah-u Teâlâ böyle bir yaratıcıdır.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Bir şeyin yaratılmasını hükme bağladığında ona sadece 'Ol!' der, o da hemen oluverir." (Bakara: 117)

Başka hiçbir şeye muhtaç olmaz.

Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:

"Bizim buyruğumuz bir göz kırpması gibi bir tek andır." (Kamer: 50)

Sebep meydana gelince, yani "Kün!" emr-i şerif'i vuku bulunca, sebebin sonucu da hemen oluverir ki bu da yaratmadır.

İlk insan Âdem Aleyhisselâm yaratılmadan, onun ve neslinin hayat sürecekleri yer hazırlandı ve adına "Dünya" denildi.

Dünya güneş sisteminde insanoğlunun yurdu olan gezegendir. Atmosfer, hidrosfer ve litosfer olmak üzere üç tabakadan meydana gelmiştir. Atmosfer, dünyayı çevreleyen gaz tabakasıdır. Yeryüzündeki bütün sular hidrosferi meydana getirirler. Litosfer ise dünyanın katı kısmını teşkil eder.

O öyle lütufkâr bir yaratıcıdır ki:

"Yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı." (Bakara: 22)

İnsanları yeryüzünde yaratmış, her türlü rahatlarının sebeplerini temin etmiştir. Yuvarlak olmasına rağmen açılmış bir yaygı gibi yapmış, üzerinde yaşamaya elverişli kılmıştır.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Yere ve onu döşeyene andolsun ki!" (Şems: 6)

Dağları, ovaları, dereleri ve denizleri gibi girinti ve çıkıntıları ile kutuplarının basıklığı yuvarlaklığına engel olmaz. Üstünde bir portakal pürüzleri derecesinde kalır.

Âdem Aleyhisselâm'dan bugüne kadar gelip geçmiş bütün canlılara döşeklik yapan yeryüzü, bundan sonra da kıyamete kadar bu vazifesini yapmaya devam edecektir.

Yeryüzünde birçok değişiklikler olmakta, kevnî mucizeler gözler önünde parlayıp durmaktadır.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Bizim yeryüzüne gelip, onun uçlarından eksilttiğimizi görmediler mi?" (Ra'd: 41)

Ayaklarının altına serdiğimiz yeri aynı durumda bırakıyor muyuz? Üzerinde yaşadıkları, etrafından kudretimizle sarıp daraltmıyor muyuz? Çeşitli yeryüzü hadiseleri ile onu aşındırıp parçalamıyor muyuz?

Gökyüzü de onun tavanı olarak bina edilmiş ve ona yeryüzünü muhafaza etme vazifesi verilmiştir.

Diğer Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyuruluyor:

"Yeryüzünün nasıl yayıldığına bakmazlar mı?" (Ğâşiye: 20)

Nasıl yayılıp döşenmiş? Bunu böyle yayıp serenler insanlar değildir. İnsanlar olmazdan önce de yeryüzü yaygındı.

"Biz yeryüzünü bir döşek yapmadık mı?" (Nebe: 6)

İnsanlar hep bu döşekte doğmuşlar ve bu döşekte hayatlarını sürdürmektedirler.

"Biz yeryüzünü diriler ve ölüler için toplanma yeri yapmadık mı?" (Mürselât: 25-26)

Yeryüzü insanların annesi gibidir. Canlılar onun üstünde, ölüler ise toprağın altında kabirlerde otururlar.

Yeryüzünün, başta insan olmak üzere mevcut canlıların yaşamasına uygun ölçü ve şartlarda yaratılması bir tesadüf değil, çok mükemmel bir plân ve programın mahsulüdür.

Dünya kendi mihveri etrafında döner. Dönüş hızı ekvatorda 27 km. kutuplarda 10 km. kadardır. Bir dönüşü 23 saat 56 dakika 4.095 saniyede tamamlar. Buna "Gün" denir. Günde 40 bin km.lik yol alır.

Dünya güneşin etrafında döner. Dönüş hızı saatte 110 bin km.dir. Bir devrini 365 gün 6 saat 9 dakika 5 saniyede tamamlar. Buna "Yıl" denir. Dünya güneşin etrafında dönerken tam yuvarlak değil de elips biçiminde bir yörünge takip eder. Bunun sonucu olarak yeryüzünün muhtelif noktalarında gece ile gündüz uzunluğu değişir ve mevsimler meydana gelir.

Dünya ayrıca bütün güneş sistemiyle birlikte de hareket eder. Güneş sistemi diğer yıldızların da hareketine uyarak gitmektedir. Bu hareketin hızı ise saatte 72 bin km.dir.

Âyet-i kerime'de:

"Kesin olarak inananlar için yeryüzünde açık deliller vardır." buyuruluyor. (Zâriyat: 20)

Meselâ dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi ve güneşin çevresinde belli bir mesafede elips çizerek hareketini sürdürmesi gece ile gündüzü ve mevsimleri meydana getirmektedir.

Kendi mihveri etrafında bir dönüşünü 24 saatte değil de, daha az veya daha fazla bir zamanda tamamlasaydı, gece ve gündüz durumları bugünkü gibi düzenli ve dengeli olmazdı. Güneşin etrafında elips değil de tam bir daire çizseydi mevsimler meydana gelmezdi.

Bütün bunlar bir tesadüf olmayıp kâdir-i mutlak olan Allah-u Zülcelâl Hazretleri'nin akıllara hayranlık ve durgunluk veren kudretinin eseridir.

"De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın. Allah'ın yaratmaya nasıl başladığına bir bakın! İşte Allah, ahiret hayatını da (aynı şekilde) yaratacaktır. Gerçekten Allah'ın herşeye gücü yeter." (Ankebut: 20)

Allah-u Teâlâ dünyayı içindekilerle beraber insanların istifadesine sunmuş, bir vakte kadar insanoğluna karargâh kılmış, yeryüzünün ıslahından sonra üzerinde azgınlığa sapmamalarını emir buyurmuştur:

"Islah olmuşken yeryüzünde fesad çıkarmayın." (A'raf: 56)

İnsanlar Allah-u Teâlâ'nın kurduğu düzeni ve dengeyi bozmaya kalkarlarsa, yaptıklarından sorumlu olmuş olurlar.

 

 

RAMAZAN-I ŞERİF

ORUÇ ve ZEKÂT

 

 Bu hadisat başımıza gelen bir ihtâr-ı ilâhî'dir. Bu mübarek Ramazân-ı şerif'i milât kabul edelim. Bu ibtilâdan kendimize ders çıkartalım. Hazret-i Allah'a ve Hazret-i Resulullah'a dönmeye çalışalım, af ve mağfiretimize vesile olması için gayret edelim inşallah... Bu ihtâr-ı ilâhî'den sonra kendimize gelip, boynumuzu bükmezsek, isyan ve tuğyana devam edersek başka şeyler de gelebilir. Hazret-i Allah bizden boyun bükmemizi, af dilenmemizi bekliyor. Evet, hepimiz üzüldük, çok kayıplarımız oldu. Bize düşen bütün bunların Cenâb-ı Hakk'tan geldiğini bilerek sabır göstermek, O'na yönelmek, O'ndan O'na sığınmak, tevbe istiğfar ile meşgul olmaktır. 

 

Âyet-i kerime'de:

"Ramazan ayı öyle bir aydır ki, onda Kur'an-ı kerim nâzil oldu." buyuruluyor. (Bakara: 185)

Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve bereketini bol bol ihsan ettiği, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in "Ümmetimin ayıdır." buyurduğu çok feyizli çok mübarek bir aydır. Bu ayda nafile olarak yapılan namaz, zikir, sadaka gibi her türlü ibâdetler, diğer aylarda edâ edilen farzlar gibidir. Ramazan'da edâ edilen bir farz ise sair zamanlardaki yetmiş farza muadildir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:

"Ramazân-ı şerîfin girmesiyle rahmet nüzulü için cennet kapıları açıldığı ve yasaklardan sakınma sebebiyle cehennem kapıları kapandığı gibi şeytanlar da zincir ile bağlı ve hapsolunurlar." (Buhârî)

Ramazanın evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden azad olmaktır. Bir kimse bu aya lâyık olduğu hürmet ve saygıyı göstererek ihyâ ederse onun bütün senesi iyi olarak geçer.

Ramazan-ı şerif Hazret-i Allah'ın bir misafiridir. Farz-ı muhal ki çok zengin sayılan, çok muteber bir kimse bize misafir olarak gelecek, bir çok da kıymetli hediyeler getirecek. Böyle bir misafiri nasıl karşılarız? Bir de bu misafir Hazret-i Allah'ın misafiri olursa, o zaman nasıl karşılamak ve geldiği zaman da nasıl ağırlamak gerekir?

Ramazan-ı şerif öyle bir misafir, tasavvura sığmayan bir lütuftur ki Kadir gecesi gibi kıymetli bir hediye ile gelmiştir. O Kadir gecesi ki Hazret-i Allah biricik Habib'inin -sallallahu aleyhi ve sellem- hürmetine ihsan ve ikrâm buyurmuştur. Kendisi de kıymetli, hediyesi de kıymetlidir. Nimet içinde nimet...

Her şeyden evvel Ramazan-ı şerif'i ihyâ edebilmeyi Hazret-i Allah'tan dilemek "Allah'ım, bu kıymetli ayda rızâna uygun hareketler yapabilmeyi ihsan et." diye niyaz etmek lâzımdır. Bu ayı ahireti kazanmak için fırsat bilmelidir. Bizden hoşnut olursa, belki de ebedî kurtuluşumuza vesile olacak.

Diğer taraftan Ramazan-ı şerif gelince hayatımıza nizam ve intizam girer. Gece ibadetlerine kalkmayan bir insan dahi sahura kalktığı zaman hiç olmazsa iki rekat namaz kılar da yatar.

Ramazan-ı şerif'te tutulan oruç da çok kıymetlidir.

Hadis-i şerif'te:

"Kim ki faziletine inanarak ve mükâfatını Cenâb-ı Hakk'tan umarak Ramazan'da oruç tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır." buyuruluyor. (Tirmizî)

Bir diğer Hadis-i şerif'te de şöyle buyruluyor:

"Ramazan ayının orucu, on ay oruç tutmaya, ondan sonraki altı gün orucu da iki ay oruç tutmaya bedeldir. İşte bu, senelik oruç gibidir." (Ahmed bin Hanbel)

Hadis-i şerif'te Ramazan orucundan sonra tutulması tavsiye edilen altı günlük oruç, Şevval orucudur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Ramazan ayında oruç tutup, Şevval ayında da altı gün oruç tutan kimse bütün seneyi oruçla geçirmiş gibidir." buyurmuşlardır. (Müslim)

Bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:

"Ramazan-ı şerîf'te çok kimseyi yedirip içiriniz. Zîra bu nafakayı çoğaltıp yedirip içirme işi savaş alanında aç kalan gâzîleri doyurmak kadar ecirli ve sevâbı bol bir iştir." (Câmius-sağir)

 

Oruç:

İslâm'ın binasını teşkil eden temel esaslarından ve en büyük erkânından birisi de Ramazan orucudur.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerîme'sinde:

"Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, oruç size de farz kılındı. Tâ ki korunasınız." buyuruyor. (Bakara: 183)

Oruç, niyet ederek, tan yeri ağarmaya başladığı zamandan güneş batıncaya kadar, yemek içmek, mukarenet gibi şeylerden uzak durmak demektir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Fecirde beyaz iplik siyah iplikten ayırdedilinceye kadar yiyin için. Sonra da orucu gece oluncaya kadar tamamlayın." (Bakara: 187)

Bundan maksat, gündüzün beyazlığının gecenin siyahlığından ayırdedilmesidir.

Oruç gizli yapılan ve pek faziletli olan bir ibadettir. Orucun sevabı her türlü ölçülerin üstündedir.

Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'de şöyle buyurur:

"Âdemoğlu'nun işlediği her iş kendisinindir, fakat oruç benimdir, onun mükâfatını ben vereceğim." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 903)

Bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:

"Cennette reyyan denilen bir kapı vardır. Kıyamet gününde bu kapıdan cennete yalnız oruçlular girerler, başka hiç kimse giremez. "Oruçlular nerede?" denilir. Hepsi kalkarlar ve içeri girerler, sonra da kapı kapanır, artık kimse giremez." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 898)

Oruçlu bir kimse, mükâfat olarak Allah-u Teâlâ'nın rahmeti ile karşı karşıya gelmekle vâdolunmuştur.

Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Oruçlu olan kimse bir mümini gıybet veyahut ezâ ve cefâ etmedikçe iftar edinceye kadar ibâdettedir." (Câmiu's-sağir)

"Oruçlunun iki sevinci vardır: İftar ettiği zamanki sevinci, bir de Rabb'ine kavuştuğu zamanki sevinci." (Müslim)

"Oruçta riyâ tasavvur olunmaz." (Münâvî)

Âyet-i kerime ve Hadis-i şerîf'lerde orucun fazilet ve ehemmiyetinin beyan edilmesi, mazeretleri sebebiyle tutamayanların kaza etmesi lüzumu, kasten bozanların misliyle cezalandırılması, ihtiyarlık ve hastalığından dolayı tutamayanların ise fidye vermeleri orucun ibadetler arasındaki değerini göstermektedir.

Oruç, diğer ibadetlerin kabulüne de sebep olur. Oruç bedenin zikri olur, ucbu ve kibri kırar, huşûyu artırır, kalbi ve aklı nurlandırır.

Hadis-i şerif'lere göre her şeyin bir kapısı vardır, ibadetlerin kapısı da oruçtur. Her şeyin bir zekâtı vardır, bedenin zekâtı da oruçtur.

Oruçta sıhhat vardır. Oruç bir kalkandır. Oruç sabrın yarısıdır. Oruçta riyâ tasavvur olunamaz.

Oruçlunun ağız kokusu Allah indinde misk kokusundan daha sevimlidir.

Oruçlunun uykusu ibadet, susması tesbih sayılır. Ameli kat kat, duâsı makbul olur.

Faziletine inanarak ve mükâfatını Cenâb-ı Hakk'tan umarak Ramazan'da oruç tutan kimsenin geçmiş günahları bağışlanır. Orucun sevabı mizanı doldurur.

Şeriatın emrettiği zâhiri orucun yanında ayrıca tarikat ve hakikat oruçları da vardır:

Zahiri oruç; gündüzleri yemekten-içmekten ve mukarenetten kesilmektir. Ramazan ayında tutulur.

Tarikat orucu ise, ömür boyu devam eder. Mürid, gece gündüz bütün âzalarını kötü duygulardan muhafaza etmek mecburiyetindedir. Gıybet etmez, hiçbir fenâlık düşünmez, kimseye zulmetmez, dövmez, sövmez, duygularını kötüye kullanmaz. Duygularını kötülüğe kullandığı anda, fiilen yapmasa da orucu bozulmuş olur. İşte asıl oruç budur. Çünkü Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor ki:

"Nice oruçlular vardır ki, oruçlarından onlara sadece bir açlık kalmıştır." (İbn-i Mâce)

Bu Hadis-i şerif'ten anlaşılıyor ki, bir çok oruçlular iftar ediyorlar; farkında değiller, hem de oruç tuttuklarını zannediyorlar. Görünüşte yemeyip, içmeyip oruç tutuyorlar ama; yaptıkları hareketler hiç de bir oruçlunun hareketine benzemiyor.

Dolayısı ile bir çok iftar edenler de vardır ki oruçludurlar, oruçları bozulmamıştır. Niyetleri dâima istikâmet üzerinde bulunur. Kötü duygu ve düşüncelerden kendilerini alıkoymuşlardır, istedikleri gibi hareket edemezler, istediklerini yiyip içemezler.

Hadis-i kudsî'de: "Oruç benim içindir, mükâfatını ben veririm." diye bildirilen oruç bu oruçtur.

Hakikat orucuna gelince; o da Hazret-i Allah'ın muhabbetini sırda muhafaza etmektir. Cenâb-ı Hakk'ı görmek sır gözü iledir, yoksa baş gözü ile görülmez. O muhabbeti duyacak ki, orucu devam edebilsin. Çünkü o insanları Hazret-i Allah kendisi için halketmiştir. Hadis-i kudsî'de "İnsan benim sırrımdır, ben de insanın sırrıyım." buyuruyor. Onlar dâima Hakk iledir. Dolayısı ile Hazret-i Allah o kullarının başka bir şeyle meşgul olmasını da istemez. İşte âhirette O'nunla olacak yakın kullar bunlar olmuş oluyor.

• Hiçbir özürü yok iken Ramazan orucunu tutmamak veya tutulan orucu bozmak haramdır.

 

Oruçta Niyet:

• Oruçta niyet şarttır. Asıl niyet, insanın kalben oruç tutacağını bilmesidir. Gece sahura kalkmak da niyet sayılır. Dil ile de söylemek sünnettir.

• Ramazan orucu, zamanı belirlenmiş adak orucu ve nafile oruçların niyet zamanı, güneşin batışından başlayarak oruç günü istivâ vaktine yani güneşin tepe noktasına gelmesinden öncesine kadardır.

Ramazan orucunun kazası ile nafile oruçların kazası, kefaret oruçları ve mutlak adak oruçlarının niyetini tan yeri ağarıncaya kadar yani geceden yapmak gerekir. Ayrıca bu oruçları niyette belirtmek lâzımdır.

• Ramazanda her gün için ayrı ayrı niyet etmek gerekir.

 

Oruç Tutmamayı veya Tutulan Orucu Bozmayı Mubah Kılan Şerî Mazaretler:

Hastalık, yolculuk, hâmile ve emzikli kadınların oruçtan zarar görme korkusu, hayız ve nifas hâli, şiddetli açlık ve susuzluk, düşkünlük ve ihtiyarlık.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"(Oruç) sayılı günlerdir. Sizden kim o günlerde hasta olur veya seferde bulunursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar." (Bakara: 184)

• Oruç tutmamayı mubah kılan özürlerin gündüz ortadan kalkması hâlinde, Ramazan ayına hürmet için, günün kalan kısmında yenilip içilmemesi gerekir.

 

Fidye:

• Düşkünlükleri sebebiyle ölünceye kadar oruç tutamayacak kadar yaşlanmış olan veya iyileşmesi umulmayan sürekli hasta olan kimseler, tutamadıkları her orucun bedeli olarak bir fidye verirler.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Oruç tutmaya gücü yetmeyenler ise, bir yoksul doyumu fidye verir. Kim kendi isteğiyle nafile olarak hayır yaparsa, bu kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." (Bakara: 184)

• Bir fidye bir fıtır sadakası karşılığıdır.

 

Zekât:

Allah-u Teâlâ zekât verecek kadar zengin olan müslümanların mallarının belli bir miktarını fakirlere tahsis etmiştir. Bunun içindir ki zekât verilmeyen malda fakirlerin hakkı vardır. Bu hakkı sahibine veren kimse Allah-u Teâlâ'nın emrini yerine getirip borcundan kurtulmuş olur. Üzerine zekât farz olan kimse ise zekâtını vermezse, fakirlerin malını gasbetmiş olur.

İslâm'da imandan sonra en önemli iki esas vardır. Bu rükünlerden birisi namaz, diğeri ise zekâttır.

Zekât ibadeti bir çok Âyet-i kerime'lerde namazla birlikte emredilmiştir:

"Namazı kılın, zekâtı verin." (Ahzâb: 33)

Bunun da sebebi namaz ile zekât arasında kuvvetli bir bağlılığın oluşudur. Namaz İslâm'ın direğidir, namazı terkeden dinini yıkmış olur. Zekât ise "İslâm'ın köprüsüdür." Bu köprüden geçmeyen kurtuluşa eremez.

Namaz gibi zekâtın da çok yerde emrolunması, zekâtın önemini gösterdiği gibi, bu kadar emirlerden sonra yapılmamasının ise Allah-u Teâlâ'nın gazabına sebep olacağı aşikârdır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde, zekâtı İslâm'ın beş temel esasından birisi saymıştır.

Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:

"İslâmiyet'inizin kemâli zekât vermenize bağlıdır." (Münâvî)

Zekât vermekle dünyada borç ödenmiş, âhirette ise azaptan kurtulmuş olunur.

Zekât malı temizlediği için bu ismi almıştır. Kuyudan su çektikçe yerine su geldiği, budanan bağların daha çok üzüm verdiği gibi, zekât da malı hem temizler hem de bereketlendirir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"İnsanlardan mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir fâiz, Allah katında artmaz.

Fakat Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekâta gelince, o böyle değildir. O zekâtı veren kimseler (sevaplarını ve mallarını) kat kat artıranlardır." (Rûm: 39)

İyiliklerinin karşılığı kat kat verilecek kimseler bunlardır.

Zekât fakirlerden önce zenginlerin menfaatınadır. Çünkü hem kat kat sevap kazanıyorlar, hem malları bereketleniyor, hem de malları zekâtla korunmuş oluyor.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Zekâtı vermek suretiyle malınızı muhafaza ediniz. Fakirlere sadaka vererek hastaları tedavi ediniz. Duâ ve tazarru ile belâ ve musibetleri reddediniz." (Münâvî)

"Sermayeden zekâtın çıkarılıp verilmesi serveti azaltmaz." (Müslim)

Zekât farz olan bir vergi, sadaka ise gönülden kopan bir yardımdır. Zekât farizasını yerine getirmekle sadakadan kurtuluş olmayacağı gibi, sadaka vermekle de zekât emri yerine getirilmiş olmaz.

Zekât verenler Kuran-ı kerim'de övülmektedir:

"Onlar verdiklerimizden hayra sarfederler." (Bakara: 3)

Diğer bir Âyet-i kerime'de ise:

"O müşrikler ki, zekâtlarını vermezler ve ahireti de inkâr ederler." (Fussilet: 7)

Buyurularak, zekât vermemenin âhireti inkâra alâmet olduğu anlaşılmaktadır,

Cenâb-ı Hakk zekât verilecek yerleri Âyet-i kerime'sinde şöyle beyan ediyor:

"Sadakalar (zekâtlar), Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlara, kölelik altında bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya mahsustur. Allah bilendir, hükmünde hikmet sahibidir." (Tevbe: 60)

 

Mânevi Zekât:

Bir de tarikat zekâtı vardır. O ise ahiret fakirlerine, ahiret geçitlerinde lâzım olacak uhrevî bilgilerini vermektir. O onun hakkıdır.

Hakikat ehli, sevabını da onlara bağışlar. Onlar müflistir. Ne iyilikleri ne de sevapları vardır. Onlarda hiç sermaye bulunmaz. Yok ki olsun...

 

Zekât Vermekten Kaçınanlar:

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'nden rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Kim ki Allah kendisine mal verir, o da malın zekâtını vermezse, zekât verilmeyen mal kıyamet gününde mat zehirli, iki boynuzlu, gözleri kuru üzüm tanesi gibi bir ejderha olup, sahibinin boynuna dolanır, avurtlarını ağzı ile tutar, sonra 'Ben senin malınım, ben senin hazinenim!' der." buyurdu ve şu Âyet-i kerime'yi okudu:

"Allah'ın, kereminden kendilerine verdiği şeyde cimrilik edenler hiçbir zaman onu kendileri için hayırlı sanmasınlar. Bu onların zararınadır. Cimrilik ettikleri şeyler kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır." (Âl-i imrân: 180)

Zekât vermekle dünyada borç ödenmiş, ahirette ise azaptan kurtulmuş olunur. En mühimi, emr-i şerif yerine gelmiş olur.

Kulların mülkiyetinde olan her şey gerçekte Allah-u Teâlâ'nındır, müstakilen O'nun mülküdür. Bunlara sahip olanların hakiki mülkleri yoktur, kısa bir müddet için verilmiş birer emanettir. Herkes şu kısa ömür içinde kendisinin olduğunu zannettiği serveti, gün gelecek bırakmak zorunda kalacaktır. Sonra hepsi O'na dönecektir.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Altınla gümüşün haklarını vermeyen hiçbir altın ve gümüş sahibi yoktur ki, kıyamet gününde bunlar ateşten levhalar hâline getirilip de cehennem ateşinde kızdırılarak onlarla sahibinin yanları, alnı ve sırtı dağlanmasın.

Bu levhalar soğudukça miktarı elli bin sene olan bir günde kullar arasında verilecek hüküm bitinceye kadar sahibine azap için tekrar kızdırılarak geri çevrileceklerdir. Nihayet kendisine ya cennet ya da cehenneme doğru (giden yol) gösterilecektir."

– Yâ Resulellah! Ya (zekâtı verilmeyen) develer ne olacak?

"Hiçbir deve sahibi de yoktur ki, bu hayvanların hakkı su başlarına geldikleri gün sağılıp muhtaçlara vermek iken, onların hakkını vermesin de, kıyamet gününde o develerin altına alabildiğine düz ve geniş bir sahaya yatırılarak develerden bir tek yavru bile hariç kalmamak şartı ile onu ayakları ile ezmesin ve dişleri ile ısırmasınlar.

Deve sürüsünün baş tarafı üzerinden (çiğnenip) geçtikçe son tarafı onun üzerine iade edilir. Bu iş, miktarı elli bin sene olan bir günde kullar arasında verilecek hüküm bitinceye kadar devam eder. Nihayet ya cennete yahut cehenneme giden yolu kendisine gösterilir."

– Yâ Resulellah! Sığırlarla koyunlar ne olacak?

"Hiçbir sığır ve koyun sahibi yoktur ki, onların hakkını vermesin de, kıyamet günü geldiğinde düz ve geniş bir yerde onların altına serilerek, o hayvanlardan hiçbirisi hariç kalmamak ve içlerinde çarpık boynuzlu, boynuzsuz, kırık boynuzlu bulunmamak şartı ile onu boynuzları ile sürmesin, tırnakları ile ezmesinler.

Bu hayvanların önde bulunanları, üzerinden çiğneyip geçtikçe, sondakiler onun üzerine tekrar iade edilirler. Bu, miktarı elli bin sene olan bir günde tâ kullar arasında hüküm bitinceye kadar devam eder. Nihayet ya cennete veya cehenneme giden yolu kendisine gösterilir."

– Yâ Resulellah! Ya atlar ne olacak?

"Atlar üç kısımdır: Bir kısmı sahibi için bir yük, bir kısmı sahibi için örtü, bir kısmı da sahibi için ecirdir.

Bir kimsenin övünmek, gösteriş ve müslümanlara düşmanlık için bağlayıp beslediği at, sahibine bir yüktür.

Bir kimsenin Allah yolunda bağlayıp beslediği ve onun sırtında ve boynunda Allah'ın hakkı olduğunu unutmadığı at, onun için bir örtüdür.

Bir kimsenin Allah yolunda müslümanlar için çayır ve bahçede bağlayıp beslediği at, sahibi için ecirdir.

At bu çayırdan veya bahçeden ne yerse, yediği şeyler sayısınca sahibine sevap yazılır. Ona atın pislikleri ve idrarı sayısınca dahi sevap yazılır.

At, ipini koparır da bir veya bir iki tur atarsa, sahibine onun izleri ve pislikleri miktarınca sevap yazılır. Yahut sahibi onu bir nehir kenarından geçirirken, sulamaya niyeti olmadığı halde o nehirden su içerse, Allah sahibine onun içtiği su yudumları miktarınca sevap yazar."

– Yâ Resulellah! Ya merkepler ne olacak?

"Merkepler hakkında bana şu bir tek şümullü âyetten başka bir şey indirilmedi. Her kim zerre miktarı hayır işlerse onun mükâfatını görür, zerre miktarı kötülük işleyen de onun cezasını görür." (Müslim: 987)

Diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:

"Deve (kıyamet) gününde bugünkü şeklinden daha güçlü ve kuvvetli bir halde sahibine gelir. Zekâtı verilmedi ise sahibine musallat olup tabanlarıyla onu çiğner.

Zekât verilmeyen koyun da gayet semiz ve kuvvetli hâli ile gelerek sahibine musallat olup tırnaklarıyla onu çiğner, boynuzlarıyla da süser.

Sakın sizden biriniz, kıyamet gününde omuzuna zekâtını vermediği koyununu yüklenip avaz avaz bağırarak ve 'Yâ Muhammed!' diye imdat isteyerek bana gelmesin. Ben ona 'Bugün seni kurtarmak için hiçbir yetkiye sahip değilim, dünyada ben sana hükm-i ilâhi'yi ulaştırdım' diye cevap veririm.

Deveyi yüklenerek gelip de 'Ya Muhammed' diye feryad etmesin. 'Bugün seni kurtaramam, ben sana hükm-i ilâhi'yi ulaştırmıştım.' diye cevap veririm." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 690)

"Cenâb-ı Allah zekât vermeyenlerin imanını da namazını da kabule şâyân buyurmaz." (Münâvî)

"Malının zekâtını vermeyen kıyâmet gününde cehennem ateşindedir." (Câmiu's-sağir)

"Fâiz yiyenlerle zekât vermeyenleri cehennem ateşi ile müjdele." (Münavî)

Hazret-i Allah bize vermiş, bizim de vermemiz gerekir. Verilen şeylerle insanın malı eksilmez. Biz cahil insanlarız, vermekle azalacağını zannederiz.

Zekât veren bir insan ayrıca "Allah'ım! Bana verdiriyorsun, dileseydin aldırırdın, sana şükürler olsun." diye de şükretmelidir.

Zekât dinde zengin sayılan erkek ve kadın her müslümanın, zekâtı hak eden bir kısım müslümanlara sırf Allah rızası için senede bir kere malının muayyen bir miktarını vermesidir.

Zekâtın farz olması için mülkiyetteki malın nisaba ulaşması şarttır. Nisab miktarından az mala zekât düşmez.

Bir insan zekât verdiği zaman; verdirdiği için, vasıta kıldığı için Allah-u Teâlâ'ya şükrediyorsa, verdiği zaman zevk duyuyorsa, zekât budur işte. Çünkü O sana verdi, ver diye!

 

Zekât Kimlere Verilmez?

Ana-baba, dede ve ninelere, oğul, kız ve torunlara, karı veya kocadan herbiri diğerine, zekât vermekle mükellef bulunanlara, gayr-i müslim fakirlere zekât verilmez.

Zekât verilmesi câiz olmayan kimselere bile bile zekât vermek, verilmemiş hükmündedir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Malının zekâtını zekât düşmeyen kimseye veren, zekât vermemiş gibi olur." (Tirmizî)

Fâsık olanlara zekât verilemeyeceği gibi, dinde bölücülük yapanlarada zekât verilmez.

Çünkü bir başka Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:

"Fâsığa ikram eden kimse İslâmiyet'in yıkılmasına yardım etmiş olur." (Münâvî)

Zekât fakirin hakkıdır. Bunlar ise fakirin boğazındaki lokmayı alıyorlar, süse lükse harcıyorlar.

 

Fıtır Sadakası (Fitre):

Aslî ihtiyaçlardan başka en az nisab miktarı bir mala sahip olan her müslümanın vermesi vâcip olan ve yiyeceklerle takdir edilen bir sadakadır.

Fıtır sadakasının vâcipliği Ramazan Bayramı sabahı, sabah vaktinin girmesi ile başlar. Ancak bayramdan önce vermek câizdir. Böylece yoksullar bununla, bayram namazından çıkmadan önce ihtiyaçlarını karşılamış olurlar. Bayramdan sonraya bırakılması ile bu sadaka düşmez, kaza edilmesi gerekir.

Nisabdan murad, 200 dirhem (561.2 gram) gümüş veya 20 miskal (80.18 gram) altın veyahut bunların kıymetlerine muâdil bir maldır.

Bunda nisabın büyüyücü, artıcı olması ve üzerinden bir yıl geçmesi şart değildir.

Her zekât veren mükellefe fıtır sadakası vermek vâcip olduğu gibi, zekâtta nisaba girmeyen bazı mallara sahip olan kimselere de fıtır sadakası vâcip olur.

Meselâ bir kimsenin aslî ihtiyaçları dışında nisab miktarı değerinde fazla eşyası, ihtiyaç dışı ev ve arazisi olursa, bunların üzerinden bir yıl geçmese bile zengin sayılır. Fıtır sadakası vermesi gerekir. Çünkü bu sadakada nisab için ticaret niyeti aranmaz.

Fitre, verileceği yerler bakımından her durumda zekâtın benzeridir. Bir kimse eşine, anne-babasına, çocuk ve torunlarına fitresini veremez.

 

Bayramların Hakikati:

Bayramlar öyle bir sürur, öyle bir sevinçtir ki, biz o bayramların kıymetini idrak edemiyoruz.

Çocuğun bayramı ayrı, annenin bayramı ayrı, babanın bayramı ayrı ayrıdır.

Çocuğun bayramı; giyecek, koşacak, tabanca atacak, para toplayacak, şeker alacak...

Hanımın bayramı; giyinecek, akrabasına gidecek, akrabası gelecek, sevinecek...

Babanın bayramı; çoluk çocuğunu giydirecek, yedirecek, gezdirecek, dost ve akrabaları ile görüşecek...

Herkesin anlayışı ayrı ayrıdır.

Bir de mânen tekâmül etmişlerin bayramı vardır. O gün bir sevinç günü olmasına rağmen, çok kıymetli Ramazan-ı şerif'in bitmesi, ona büyük üzüntü vermiştir.

Bayram gelmiştir, fakat af olup olmadığını bilmediği için sevinemez.

Bayramda çok incelikler vardır.

İnsanın dostu ile, ahbabı ile görüşmesi, kaynaşması, sevişmesi, herkesin hatırını hoş tutması lâzımdır. O güne icabeden ne ki varsa yerine getirilmelidir.

Allah'ım bizleri hakiki bayramlara erdirsin inşallah.


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR