Ona denildi ki:
"Ey Âdem! Sana yapılan dâvetçilik, seni O'nun cevherine ulaştırmaya yapılan dâvetten ibarettir, senin O'na tâbi olmalarına bedel oluşun değildir. Bu, toprağın cevheridir ve bu öyle bir şeydir ki; sana yapılan dâvet seni cennetten çıkardı, sana yeryüzünü mekân tutturdu.
Ayrıca bu, cennetten seni dâvet edip çağırmak niteliğinde olduğu gibi, civarından da seni çıkarmaya sebeptir.
Sen O'nun cevherini mesken edindin, bu ise yeryüzünden başka bir şey değildir. İşte bu, seni çağırıp dâvet etmez; O'nun cevheri O'nu sevdirdiği ve O'na karşı itminâna kavuşturduğu için, O'nun civarı ve yurdu ile ilgili şeylere tekrar geri dönmeni sağlar.
Bu (diğeri) ise yeryüzünden ibarettir ve senin âhireti unutmana sebebiyet verir.
Allah sana rahmet etsin, ey Âdem! Şu yeryüzünden ibaret olan, kendisine dâvet edildiğin toprak cevheri gibi; cennete karşılık aldığın bu habbe (tane) de senin azığın olsun.
Bunu al ey Âdem ve onu kendine ağaç edin! Zira O'nun ağacı da Âdem'dir.
Yetiştirdiğin ve ağırlığını taşıyacak hâle getirdiğin zaman onu parçalayıp çıkar; olgunlaştır ve dallarının üzerini sar ki, o bitkiyi gören Âdem şaşırıp kalsın!
Güneş doğduğu vakit, onun üzerine sen de doğ!
Battığı zaman, sen de onun üzerine bat!
'Lâ ilâhe illâllâh!' koruyucu duvarlarıyla sana nakşedilen yön üzere; dallarını uzat, olgunlaştır, yapraklarını çıkar, yeşert, ondaki her yapraktan meyve çıkart!"
Ona taaccüb edip şaşırarak, kendisine nazar ettiği zaman şöyle dedi:
"Keşke O'nun ismini de bilip öğrenseydim!"
O'na denildi ki:
"Ey Âdem! Bu ağaç 'Zeytûn' (zeytin) ağacıdır."
Dedi ki:
"Yâ Rabb! Onun isimleri 'Zeytûn' (zeytin) ağacında mı bir araya toplanmıştır; bu Tûbâ ağacından mıdır?"
Şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki ben, üzerine sabitlediğim gün seni onunla rızıklandırırım.
'Ze'; 'Zâd'ın, yani azığın 'Ze'sidir;
'Ye'; 'Yevm'in, yani 'gün'ün 'Ye'sidir;
'Te' ise 'Tevbe'nin 'Te'sidir."
Dedi ki:
"Yâ Rabb! Peki onun içindeki 'Vâv' nedir?"
Buyurdu ki:
"Bu 'yön'le ilgili bir âlâmettir ki, onun yönü kendi anasıdır, bu da Tûbâ'dır. İşte sen bu yönü istihrâc edip çıkarmalısın!"
Dedi ki:
"Peki onun 'yön'ü gerçekte ne demektir?"
Şöyle buyurdu:
"Tûbâ'nın yönü benim. Ben Allah'ım. Yön işte budur. Bu, onun yapraklarının üzerine de nakşolunmuştur. O ise 'Lâ ilâhe illâllâh'tır!"
Yine dedi ki:
"Öyleyse onu tâkip eden içindeki bu 'Nûr' nedir?"
Buyurdu ki:
"Bu da onun içine yerleştirilmiş olan 'Nûn'un alâmetidir! Onun içindeki Nûr, bizzat O'nun ışığını saçar."
O öyle bir şeydir ki, hakkında şöyle buyurulmuştur:
"Onun yağı, ona ateş değmese de kendi kendine ışık verir." (Nûr: 35)
Şimdi biz, onun hakkında bulmuş olduğumuz şeye mürâcaat edecek olursak; o, kalp ağacının yağına teşbih olunabilir:
Bu "Zeytûn (zeytin) ağacı"nın yağı "Marifet"tir ki; Âdem'in o gün ne şarkta (doğuda), ne de garpta (batıda) mevcut olmayan ağacıdır.
Nitekim denilir ki:
"'Zeytûn' (zeytin), bu hâl meydana gelince, onun meyvelerinin çok bol olması gibidir.
'En güzel' oluşu da, aynı şekilde marifet ağacının da meyvesinin 'en güzel' oluşu gibidir; meydana gelince artık ne doğuda, ne de batıda benzeri bulunmaz."