Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
Başyazı - Âhir Zaman Şeyhleri, Sahte Mutasavvıflar - Ömer Öngüt
Âhir Zaman Şeyhleri, Sahte Mutasavvıflar
Başyazı
İsmail Yavuz
1 Ocak 2023

 

"Onlar Hakikaten Kendilerinin Bir Şey Üzerinde Bulunduklarını Sanırlar. İyi Bilin ki Onlar Yalancıdırlar. Şeytan Onları İstilâ Etmiş, Onlara Allah'ı Anmayı Bile Unutturmuştur. Onlar Şeytan Taraftarı Olanlardır."
(Mücâdele: 18-19)

"Resul'üm! Gördün mü O Nefis Arzusunu İlâh Edineni?
Artık Ona Sen mi Vekil Olacaksın? (Onu Şirkten Sen mi Koruyacaksın?)"
(Furkan: 43)

"Biz Size Uymuştuk, Sizin Bağlılarınızdık, Şimdi Siz Allah'ın Azabından Zerrece Bir Şey Olsun Savıp Bizi Koruyabilecek misiniz?"
(İbrahim: 21)

"Biz Onları Ateşe Çağıran Önderler Yaptık. Kıyamet Günü Aslâ Yardım Görmezler."
(Kasas: 41)

"Hakk Yolunun Yolcusunu Hazret-i Allah Seçer ve Tayin Eder."
(Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)

ÂHİR ZAMAN ŞEYHLERİ,
SAHTE MUTASAVVIFLAR

 

"Bir Mürşid-i kâmil'e eğer emredilmişse yerine bir veya daha fazla halife bırakabilir ve ilân eder. Herkes nasibini arar. Aksi halde birçok mürşidler yerine vekil bırakmadan gitmişlerdir. Allah ehlini Allah-u Teâlâ tayin eder. O bir emanet-i ilâhî'dir, kime dilemişse ona verir, kişinin burada hükmü yoktur.

Bu noktada arzu ile hareket edilmesini hoş görmüyoruz, tasvip de etmiyoruz. Mânevî vazife, miras dışarıya gitmesin diye kızını çok yakınına verdiği gibi verilmez. Ancak emirle olur. Eğer sana bu vazife verilmişse, kimin malını kime veriyorsun? Verilmemişse kime ne vermeye kalkıyorsun?

Mesela her an ahirete intikal etmemiz imkân dahilinde olduğu halde biz hiç kimseyi tayin etmiş değiliz. Ben hükümsüz ve değersiz bir mahlûkum, tayin etmeye sahib-i salâhiyet değilim. Eğer ben tayin edersem Allah-u Teâlâ'nın önüne geçmiş olurum. Gelenlerin eşkiyalığını yapmış ve ebedî hayatlarının katline vesile olmuş olurum. Allah ve Resul'ünün nâmına iş görüyorum. Diledikleri kadar tutarlar, diledikleri zaman alırlar."

(Ömer Öngüt -kuddise sırruh- "Tasavvuf'un Aslı Hakikat ve Marifetullah İncileri" s. 414)

 

Geçen ayki dergimizde gökkubbe altındakilerin en şerlisi, Deccal'den daha tehlikeli, dine, imana, vatana, millete büyük zarar veren "Âhir zaman alimleri"nin durumlarını, "Kötü âlimler"in içyüzünü arzetmiş, Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu saptırıcılar hakkındaki beyanlarını, bunlarla yaptığı mücadelesini gözler önüne sermiştik.

Zât-ı âli'leri İslâm'a zarar veren, bu devirdeki fitnelerin en büyük kaynağı ve müsebbibi olan bu sapıtıcılar ile mücadele yaptıkları gibi, bu meyanda; yol kesici sahte mutasavvıfların, sahte şeyhlerin de içyüzünü ortaya sermişlerdi. Müslümanların aldanmamaları için, imanlarını kurtarmak için ve bu sahtelerin İslâm'a, bu münevver yola, tasavvuf yoluna verdikleri zararın önüne geçmek için büyük bir mücadele verdiler, eserler neşrettiler, dergiler yayınladılar.

Binaenaleyh bu dergimizde geçen ayki mevzunun bir devamı olarak Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin sahte mutasavvıflar, ortalığı istilâ eden bu âhir zaman şeyhleri hakkındaki beyanlarını, bu yol kesicilerin içyüzünü, gerçek tasavvuf ehlinin vasıflarını ve alâmetlerini arzedeceğiz.

Zira öyle bir devir ki çok korkunç bir durum var. Sapıtıcı önderler ortalığı istilâ etmiş, bir taraftan halkı sapıtıyorlar, imanlarından ediyorlar, diğer taraftan maddelerini alıyorlar. İçlerinde öyleleri var ki, bu maske altında sapkınlık yapıyor, insanların namuslarını gasbediyor. Bunlarda varlık, benlik, madde, makam, mevki, kadın, her şey var. Saf ve temiz müslüman aldanıyor; ismine, İslâm'dan konuşmasına bakıyor müslüman zannediyor; kılık-kıyafetine bakıyor derviş zannediyor. Amma icraatı İslâm'a hiç uymuyor, nefis ve şeytanın oyuncağı olmuş. İşte bunlar şeyh şeytanlarıdır.

Âyet-i kerime'de bu gibi saptırıcı önderler hakkında şöyle buyuruluyor:

"Biz onları ateşe çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü aslâ yardım görmezler." (Kasas: 41)

Binaenaleyh bu saptırıcı önderler ateşe müstehak oldukları gibi, bunların ateş davetine icabet edenler de ateş azabında bunlarla ortaktırlar.

En korkuncu da bu.

Kıyamet günü birbirleriyle tartışırlar, ancak artık iş işten geçmiştir:

"Hepsi Allah'ın huzuruna çıkıp toplanırlar. Güçsüz kimseler büyüklük taslayanlara: 'Biz size uymuştuk, sizin bağlılarınızdık, şimdi siz Allah'ın azabından zerrece bir şey olsun savıp bizi koruyabilecek misiniz?' derler. Onlar da: 'Eğer Allah bizi doğru yola eriştirseydi, biz de size doğru yolu gösterirdik. Şimdi artık sızlansak da sabretsek de birdir. Kaçıp sığınacak bir yerimiz yoktur.' derler." (İbrahim: 21)

Diğer bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:

"İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla (önderleriyle) beraber çağıracağız." (İsrâ: 71)

Bunu Allah-u Teâlâ buyuruyor. "Bilmiyorduk, biz bunları hakikat yolunda zannediyorduk" demek kişiyi ahirette kurtarmıyor.

İşte Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri insanları bu korkunç akıbetten kurtarmak, müslümanları uyandırmak için büyük bir mücadele yapmış, bu sahtelerin kendisine yaptığı düşmanlıklardan, yalan ve iftiralar ile karalama kampanyaları yapmalarından çekinmemiş, bunların içyüzünü halka duyurmaya çalışmıştır.

Şüphesiz bu ikaz ve irşad, bu mücadele Allâh-u Teâlâ'nın vazifedar kılması ile, nezdinden ihsan ettiği ilim iledir:

"Sapıtıcı imansız imamlarla, sahte şeyhlerle, sahte Mehdi, sahte İsa, sahte Dabbe'tül-arz'larla, bu sahtekâr ve münâfıklarla mücadele edebilmem için Allah-u Teâlâ bu ilmi bugün indirdi." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, "Sözler ve Notlar 10", s. 80)

Bu Zât-ı âli'nin gerek eserleri gerek şahs-ı âlileri; Allah-u Teâlâ'nın gönderdiği bir lütfu, hakikat ile dalalet arasında bir berzahı idi. Evliyâullah Hazerâtı'nın zuhurunu haber verdiği "Hâtemü'l-Evliyâ" olan zât idi.

Ömer Öngüt Efendi Hazretleri bu âhir zamanda, iyi ile kötüyü ayırt etmenin çok zor olduğu bu fitne asrında her hususta olduğu gibi hakiki mutasavvıflar ile sahteler arasına da bir berzah koydular, ümmet-i Muhammed'i Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle uyandırmaya gayret ettiler.

"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." (A'raf: 181)

Âyet-i kerime'sine mazhar olmuş, insanları Hakk'a yöneltmeye çalışmış ve Hakk ile hüküm vermiş, bu ilâhi hükümleri de neşretmekten zerre kadar sarf-ı nazar etmemiştir.

Allah dostu büyük bir mutasavvıf olan Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bütün eserleri tasavvuf ilmi ile müzeyyen Hazret-i Allah'a yakınlık makamından gelen marifetullah ilmi ile kaleme alınmış eserlerdir. Hususiyetle;

"Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır",

"Tasavvuf'un Aslı, Hakikat ve Marifetullah İncileri",

"İmanlı Gönüllere Hitap",

"Hakiki Mutasavvıflar Hakiki Vahdet-i Vücudçular ve Sahteleri",

"Hazret-i Allah'ın Sevdiği Seçtiği Kullarla Riyakârların ve Sahtekârların İç Durumları"

"Şeytan Fırkasına Uymamanız İçin Vasiyetimdir"

İsimli eserleri tasavvufu, hakiki tasavvuf ehlini ve bu isim altında ortaya çıkan sahtelerin gerçek yüzünü Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle ortaya sermekte, kalpleri itminana kavuşturan izahlar ve delillerle bu konuları vuzuha kavuşturmaktadır. Bir beyanlarında "Hazret-i Allah yaşatmadığını yazdırmamıştır." buyurmuşlardır.

Muhterem Ömer Öngüt Efendi Hazretleri bu hakikatleri bugün söylemiyordu. Otuz-kırk senedir bu mevzuları yayınlıyorlar, ümmet-i Muhammed'i tenvir ediyorlardı. Bu sahte şeyhlerin İslâm'ı lekelediğini, bunların yüzünden insanların İslâm'dan ikrah ettiklerini, bunların ne kadar büyük bir tehlike arzettiğini, İslâm'a ne kadar büyük zarar verdiklerini o yıllarda beyan etmişler, müslümanları ikaz ve irşad etmişlerdi.

Bu ikaz ve irşadı eserleri ile bugün de devam ediyor. Bugün sadece onun beyanlarını tekrar hatırlatıyoruz.

"Öyle şeyh şeytanları türedi ki, öylesine sapıtıcı imansız imamlar türedi ki!... Türemeleri de koyun postuna büründüler.

Bu kurtlar bu milleti hem imanlarından ettiler, hem de bu âlî yolu kirlettiler. Müslümanları bu münevver yoldan sapıttılar. Hazret-i Allah'a varan yolların başına oturarak yol kesici oldular. Hem imanlarını, hem maddelerini aldılar.

İşte gerek şeyh şeytanları ile olsun ve gerekse iman hırsızı olan imansız imamlarla, din kurup gizli ve âşikâr Allahlık dâvâsında bulunan bu sahtekârlarla mücadele edebilmemiz için, Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bugün bu ilmi indirdi. Bu kâfirlerle savaşabilmem için, maskelerini çıkarmak ve bu müslüman milletin imanlarını kurtarmak için bu nuru indirdi.

Diğer taraftan Din-i İslâm'ın tazeliğini getirmek için bugün bu ilim indirildi." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, "Hazret-i Allah'ın Sevdiği Seçtiği Kullarla Riyakârların ve Sahtekârların İç Durumları", s. 247-248)

Her geçen gün bu sahtelerin İslâm'a ve müslümanlara verdikleri zararlar gün yüzüne çıktıkça, bu şeyh şeytanlarının içyüzleri ortaya saçıldıkça; Muhterem Ömer Öngüt'ün mücadelesinin ne kadar haklı ve çok büyük olduğu, yapmış oldukları ikaz ve irşadın ne kadar doğru ve lüzumlu olduğu anlaşılıyor, ayan beyan görülüyor.

Nasıl ki FETÖ'yü yıllardır haber vermişler ve halk otuz sene sonra içyüzünü gördüyse, diğer bölücülerin de, sahte mutasavvıfların, sahte şeyhlerin de içyüzünü halk görmeye başladı. Bunların içyüzünü hâlâ göremeyenler ahirette görecekler, ancak iş işten geçmiş olacak!

Zira:

"Mürşid aramak çok mühimdir. Bir Mürşid-i kâmil vardır irşad eder, bir mürşid vardır ifsad eder. Çünkü onun seyri Hakk'adır, şeyhliği şeytandan gelir, nefis putuyla ortaya çıkar, kendisini de etrafını da helâk eder." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, "Hazret-i Allah'ın Sevdiği Seçtiği Kullarla Riyakârların ve Sahtekârların İç Durumları", s. 39)

Ey müslüman kardeş! Helâk olmamak için bu sahtelerden uzak dur.

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri her kitabının arkasına bir vasiyet olarak şu beyanı koymuşlar, en mühim bir hakikati şöyle duyurmuşlardır:

"Hak yolunun yolcusunu Hazret-i Allah seçer ve tayin eder."

O'nun tayin etmediği, O'nun vazife vermediği, kendi nefsinin öne sürdüğü kimse O'nun yoluna "Ben tayin edildim" diye ortaya çıkarsa akıbeti nedir?

"Bu durum neye benzer bilir misiniz? Bir şehrin valisi varken biri de: "Ben bu memleketin valisiyim." diyerek vali makamına oturursa, derhal onu oradan uzaklaştırırlar ve gereken cezayı verirler. Allah yolunda tayin edilmeyen bir kimsenin, o makamı işgal etmesinin cezasını siz tasavvur edin." (Tasavvuf'un Aslı Hakikat ve Marifetullah İncileri, s. 411)

Allah'ım muhafaza buyursun.

Birisini Hazret-i Allah tayin ediyor!

Birisi kendi kendini tayin ediyor!

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri bugünkü tarikatların durumunu şöyle beyan ediyorlar:

"Şimdiki tarikatların şeyhi var, piri yok. Çoğunun ismi var, cismi yok." (Sözler ve Notlar - 1, s. 411)

Ne kadar manidar bir söz. Yani ehil mi? Allah mı tayin etti? Şeytan mı oraya çıkardı? Bunlar çok mühim, hayati meseleler.

Dikkat ederseniz bugün ortaya çıkanların hemen hepsi menfaat, saltanat başkasına kalmasın diye çocuğuna, akrabasına bırakıyor. 1400 yıldır bu kadar evliyaullah gelmiş, hangisi çoluğuna çocuğuna saltanat gibi devretti? Ki bu Allah yoludur, vekilini Allah tayin eder.

Kendi kendini tayin edenler şeyhlik maskesi altında şeytanın yapamadığını yaparlar. Neden? Çünkü sahtedir. Sahteden hakikisinin icraatı çıkar mı? Çıkmaz. ("Ey Müslüman Kardeş Dikkat Et! Düşmanını Tanı, Dinini ve Vatanını Muhafaza Et!", s. 369)

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri mürşidin ahlak ve vasıflarını, istikamet, nasihat, şefkat ve mehamet olarak nitelemişler, bu vasıflar tecelli etmedikçe o kimsenin mürşid-i kamil olamayacağını beyan buyurmuşlar, hakikisi ile sahtesinin ayırımını şöyle yapmışlardır:

"Şeyhlerin hangisi Allah için çalışır, hangisi sahtekârdır?

Allah için çalışan yalnız rızâ-i Bârî için çalışır. Bunlar da dünya yüzünde pek azdır.

Marifetullah ilmini arzederken söylemiştim. Dünyada irşad memuru azdır. Bu hocalığa da benzemez, kürsiye çıkmaya da benzemez. Doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın emriyle tayini ile olur.

Alâmetleri; İstikamet, nasihat, şefkat ve merhamet.

Diğerleri ise nefis putuna hizmet eder. Gaye, maksat ve menfaati için çalışır." (İmanlı Gönüllere Hitap, s. 614)

Vazifenin verilmesi Cenâb-ı Hakk'ın takdir ve tayini ile olmakta olup bunlar manevi vazife ile gönderilenlerdir.

Hakk'ın tayin ettikleri Hakk'ın lütuf desteği ile yürür ve yürütülür:

"O onun vekâletini yürütür, onun taht-ı emrindedir, onun yolunu tutmuştur. O kademin üzerinde olduğu için o ne yaptıysa aynısını bilfiil yapar, o şekilde yürütülür. Onun idaresi kendi elinde değildir, onu idare ederler.

Binaenaleyh o etrafına adam toplamaya, menfaat edinmeye memur değildir. O verilen emri yerine getirmeye, nur-i ilâhî'yi yaymaya, bütün ilâhî emirleri tatbik ve tebliğ etmeye memurdur.

Bütün gaye o çemberin içinde kalmak, nur-i ilâhî'yi yaymaktır." (Hazret-i Allah'ın Sevdiği Seçtiği Kullarla Riyakârların ve Sahtekârların İç Durumları, s. 54)

"Allah-u Teâlâ'nın, hayatından hayat verdiği, nurundan nur verdiği kimseler, hakikat ile dalâleti birbirinden ayırabilir, yolunu tayin eder, yolunu şaşıranlara yol gösterir.

Gözü gören kimse ile görmeyen kimse nasıl aynı değilse; Allah-u Teâlâ'nın nur verdiği kimse ile vermediği kimse de bir değildir. Bunun gibi, Allah-u Teâlâ hal ehli ile söz ehlinin arasını ayırmıştır." (Hazret-i Allah'ın Sevdiği Seçtiği Kullarla Riyakârların ve Sahtekârların İç Durumları, s.148-149)

Bugün herkes şeyh olmuş ama bu vazifeyi ona kim vermiş? Vazife-i ilâhî Hakk'tan gelir, Cenâb-ı Hakk tayin eder, O'nun emri ve izni ile olur.

Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin şu beyanlarını da nazar-ı dikkatlerinize arzediyoruz:

"Günümüzde görülüyor ki şeyhlik babadan oğula kalıyor. Babanın oğluna vermesi, annenin oğluna vermesi, kardeşin kardeşe vermesi gibi bir şey Allah yolunda hiçbir zaman olamaz. Bütün bu yollar halk yoludur, Hakk yolu değildir. Hakk yolu ayrıdır, halk yolu ayrıdır. Hakk yolunun yolcusunu Hakk seçer, halk yolunun yolcusunu halk seçer. Katiyetle bunun böyle olduğu bilinsin, kişiler de nerede olduğunu bilsinler. Ahirette nasıl olsa ayılacaklar, nasibi olan şimdi ayılsın." (Sözler ve Notlar-10, s. 233)

"Mânevî vazife, miras dışarıya gitmesin diye kızını çok yakınına verdiği gibi verilmez. Bu ancak emirle olur.

Allah yolunun yolcusunu Hazret-i Allah tayin eder. Hakk'ın tayini olmadan halkın tayini ile irşada kalkanlara gelince; bu çok büyük bir dalâlettir, çok büyük cehâlettir, büyük bir yol kesiciliktir.

...

Bu gibi kimseler her ne kadar Hakk yolunda bulunduklarını iddiâ ediyorlarsa da, yol kesicidirler. Hakk ehli gibi görünseler de aslâ hakikatle ilgileri olmaz. Hakk yolunun yolcusunu Hazret-i Allah tayin eder. Binaenaleyh bu tayinler hakiki Mürşid-i kâmil'e ulaşmak isteyen birisinin yolunu kestiği için onun mânevî katline vesile olur. Kendilerini yaktıkları gibi etraflarını da yakarlar." (Sözler ve Notlar-10, s. 233)

Binaenaleyh bu zamanda ortaya çıkanların büyük çoğunluğu sahtedir. Râbıta yapanlar bu sahtelerin nefis putuna râbıta yaptıklarını bilmelidir.

Eskiden âlim çoktu. Her biri vazifesini yapıyordu. Şimdi ise gerçek âlim yok oldu. Hakikati söyleyen ise pek azdır.

 

"Kurtulmuş Fırka":

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.

– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?

Benim ve Ashâb'ımın yolunda olanlardır." (Ebu Dâvud)

Bu bir fırka Resulullah Aleyhisselâm tarafından "Fırka-i Nâciye" yani "Kurtulmuş Fırka" lâkabıyla müşerref kılınmıştır. Bu kalpleri diri hakikat erleri, Resulullah Aleyhisselâm'ın, Ashab-ı kiram'ın, Selef-i salihîn'in yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakimden bir an bile ayrılmamışlardır. Bugüne kadar da bu âlî himmetleriyle Hakk yolunun sâliklerini bid'atçıların, ehl-i dalâletin iğvâ ve saptırmalarından korumuşlardır.

Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler, feyz almışlardır.

Allah-u Teâlâ bu Nur sahipleri vekillere öyle büyük lütuflarda bulunmuş ki; onları Zât'ına çekmiş, onlara her şeyin en güzelini vermiş, onları takvânın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini mârifet nurlarıyla nurlandırmıştır.

Onlar da Allah-u Teâlâ'ya gönülden bağlanmışlar, hükmü Hakk'tan beklemişler, daima ilticâ hâlinde olmuşlar, fazl-ı ilâhî'ye ve feyz-i samedânî'ye bağlılık halinde bulunmuşlardır.

Allah-u Teâlâ'nın tevfiki, onların refikidir. Tefrika ve çekişmelerden, muhalefet ve ihtilâflardan kurtuldukları için bütün mahlûkata şefkat ve merhamet nazarıyla bakarlar.

Onların ilmi mükâşefât ve müşâhedât ilmidir, ilâhî ilhama dayanan bir ilimdir. Nakli ve akli delillerle teyid olunmuştur. Onların hâl ve ahvallerini, ilim ve irfanlarını kelime ve kalıplara sığdırmak mümkün değildir.

Onlar gerçekten Allah yolunu bulan kimselerdir. Gidişleri, gidişlerin en güzelidir. Gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir.

Niçin? Çünkü onlar Habibullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı ile ahlâklanmışlar, tabiatıyla tabiatlanmışlar, onun boyası ile boyanmışlardır.

Onlara düşmanlık eden veya haklarında suizan besleyen kimse, farkına bile varmadan helâk olur. Çünkü onların üzerine titreyen bir Allah-u Zülcelâl vardır. Onlar Hakk'ın yardımına ve desteğine mazhardırlar.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)

Onlar Allah-u Teâlâ'nın bütün emir ve nehiylerine dikkat ederler.

"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)

Âyet-i kerime'si mucibince emir doğrultusunda istikamette yürürler. Beşeriyete güzel birer numune olurlar. Nasipdar olanlar onlardan numune alır, Hakk'ı ve hakikati bilir ve bulur.

Bu fırka yok denecek kadar azdır, fakat gerçek müslümanlar da bunlardır.

Onlar Allah ve Resul'üne dâvet ederler. Gönüllere Allah ve Resul'ünün muhabbetini sokmaya gayret ederler. İnsanları arındırıp rızâ yolunda birleştirmeye çalışırlar.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde bu bir tâifeye işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Ümmetimden bir tâife, kıyamet kopuncaya kadar Allah'ın yardımı ile muzaffer olmakta devam edecek, muhalefette bulunanlar onlara zarar veremeyecektir." (Tirmizî)

Ümmet-i Muhammed'in yetmiş üç fırkaya ayrılacağını beyan eden Hadis-i şerif mucibince, kurtulan o bir fırkanın içinde de Allah-u Teâlâ'nın vazifedar kıldığı kimseler vardır.

Gerçek vazifedarlar her zaman için mevcuttur ve fakat fesad zamanında tamamen belli olacaktır.

Nasıl ki Peygamberan-ı izâm Hazerâtı âhir-son peygamberi, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i haber vermişlerse; Evliyâullah Hazerâtı da âhir zamanda gelecek olan Hâtem-i veli'yi haber vermişler, her bir hususiyetini, vasıflarını ifşa etmişlerdir. Bu Zât-ı âli Hatmü'l-Evliyâ olan zât gelmiş, vazifesini yapmış, ahirete irtihallerinden sonra da bu vazife mânen devam etmektedir.

Hatem-i veli'den sonra irşadla vazifeli bir veli gelmeyecek, gelse de kendi çapında olacak. Fakat irşâda mezun değildir. Ondan çok kısa bir zaman sonra Hazret-i Mehdi ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın devri başlayacak.

Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bir beyanları şöyledir:

"Allah Hâtemü'l-evliyâ'yı getirmedikçe dünya yıkılmaz. O ilâhî hücceti (âyet ve delilleri) ayakta tutar. O'nun makâmı mülkün Melik'inde, makamların en yakını olur. O'nun payı ise ferdiyyet yani tekliktir." (Hatmü'l-Evliyâ)

Hâtem-i veli'nin Türkiye'de gelmesinin ve vazifelendirilmesinin sebebi; bölücüler, türemeler hep Türkiye'de türedi.

Binâenaleyh fitne ve fesadın son haddini bulduğu bu âhir zamanda, Hâtemü'l-veli'nin başlattığı iman kurtarma cihadını, onun hemen ardından gelecek olan Mehdi Resul Hazretleri ve İsa Aleyhisselâm tamamlayacak; bu surette birbirleriyle mütemmim olacaklardır.

Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri çok kesin ve açık olarak beyan ediyor. "Mehdiden evvel adâlet-i ilâhîyi ayakta tutacak başka kimse olmayacak ." buyuruyor.

Daha önce belirtildiği üzere, bu ilim bugün indi. Eğer bu devir olmasaydı, bu ilim inmezdi. Böyle bir devire mukabil Allah-u Teâlâ adâletini ayakta tutmak için bu ilmi bugün indirdi. Bu devir böyle gidiyor ve hamdolsun mücadele devam ediyor.

 

Hak İle Bâtılın, Hakikat İle Dalâletin,

Doğu İle Eğrinin Arasını Ayırmak İçin Gönderilenler:

"Birbiri peşinden gönderilenlere andolsun ki!" (Mürselât: 1)

Allah-u Teâlâ Mürselât sûre-i şerif'inin 4. Âyet-i kerime'sinde ise buyurur ki:

"(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!" (Mürselât: 4)

Allah-u Teâlâ'nın emir ve nehiylerini ümmetlerine tebliğ eden peygamberler ve onların vekilleri de bu Âyet-i kerime'nin şümulüne girmektedir.

Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Acı ve tatlı sulu iki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar. Fakat aralarında bir berzah (perde) vardır, birbirine geçip karışmazlar." (Rahman: 19-20)

Bu karışmamanın bâtınî mânâsı; Allah-u Teâlâ hakikati de salmıştır, dalâleti de salmıştır. Fakat aralarında mürşid-i kâmil vardır, birbirine karışmazlar.

Burada Allah-u Teâlâ kudretini izhar ediyor. "Ol!" demekle perde husule geliyor, "Karışma!" emrini veriyor. Tatlı ve tuzlu sular birbirine karışmıyor. Bu engeli koyan O'dur.

Kudretini öyle bir koyuyor ki, o perde O'nun hükmü oluyor. O böyle hükmetti, o berzahı kurdu. O berzahı aşmak mümkün değil. Hakikat bir tarafta kaldı, dalâlet bir tarafta kaldı. Hükmünü yürüttü, berzah oldu, perde oldu. Fakat görünüşte perde. Aslında perde diye bir şey yok, Allah-u Teâlâ'nın hükmü var.

"Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip, aralarına da karışmalarına engel olan bir perde koyan Allah'tır." (Furkân: 53)

O tatlı denizden murad; susuz olanları sular, onların gönüllerini yıkar, nasibini verir, mutmain eder, yol aldırır. Bunlar hakiki mutasavvıflardır.

Diğeri ise tuzlu ve acıdır. Onlarınkisi fayda vermez. O berzahın ötesinde kalanlar dalâlet ehlidirler. Onlarda su var gibi görünür. Fakat ne susuzluğunu giderir, ne de suya kandırır.

Asıl perde O'nun emri ve hükmüdür. O'nun emri ve hükmü yürüyünce hakikat ile dalâlet birbirine karışmıyor.

"De ki: Hak geldi, bâtıl zâil oldu." (İsrâ: 81)

Âyet-i kerime'sinin tecelliyatına yalnız bunlar mazhardır. Bu vazifeyi yapanlar, hakkı söyleyenler, hakkı tebliğ edenler, Hakk'a dâvet edenler de bunlardır.

Bâtılı, bâtıl yolların iç yüzünü tarif ederler ve bâtıldan sakındırmaya çalışırlar.

Bunlar iman kurtarıcısıdırlar. Allah-u Teâlâ bunları bu vazife için; her türlü kötülüğü, bilhassa bölücülüğü, tefrikayı, ezcümle şerleri def etmek için, din-i İslâm'ın bütünlüğünü sağlamak için ve:

"Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb'inizim. O halde benden korkun." (Müminûn: 52)

Âyet-i kerime'sinde belirtildiği üzere, müslümanları o bir fırkaya çekmek için, ciddi bir berzah koymak için, hak ile bâtılı tamamen ayırmak için gönderilmişlerdir.

Nitekim Seyyid Abdülkadir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Feth'ur-Rabbânî" adlı eserinde;

"Yerine göre halkın tepesine bir tokmak olur. Hak olanla bâtıl olanı birbirinden ayırt eder." buyuruyorlar. (60. Meclis)

İşte bu büyük fitne ve şerlerden kurtarmak için, nûr-i ilâhî'yi yaymak ve tokmağı vurmak için, hak ile bâtılın arasını ayırt etmek için, işte bu cihatçılar bu vazife ile gönderilmişlerdir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin, Hadis-i şerif'lerinde hiç kimsenin yapamadığı cihadı yaptıklarını haber verdiği cihadı; bu mücahidlerin nasıl yaptıklarını, dünyaya bu nuru nasıl yaydıklarını, Hatem-i veli'nin cihad durumunu Abdülkadir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle beyan buyuruyorlar:

"Hiçbir kapı, önünde kapalı durmaz, açılınca da kapanmaz." (60. Meclis)

Hem kâfirin küfrünü bildirmek, hem de kapıyı zorla açmak.

 

Cenâb-ı Hakk: "Sâdıklarla Beraber Olunuz." (Tevbe: 119) Buyuruyor,

Sahte Şeyhlerle Değil!

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Sâdıklarla beraber olunuz." buyurmaktadır. (Tevbe: 119)

Sâdıklar, Allah-u Teâlâ'nın veli kulu olan mürşid-i kâmillerdir.

Bu sâdıklar üç merhaleden geçer. Birincisi dünyaya gelir, fakat inanın ki dünyaya gönderilmeden evvel o sâdıklardandır, sâdık olarak gelir. İkincisi bir rehber-i sâdık ile geldiği makamlara tekrar çıkar, Hakk'a ulaşır. Allah-u Teâlâ onu vazifelendirmeyi murad etmişse onu o makamdan aşağıya indirir ve vazifedar yapar.

Allah-u Teâlâ onlarla olmayı emir buyuruyor. Çünkü o kulunun varlığını boşaltmış, kendi lütfu ile doldurmuştur. Ona kendini bildirmiş, mahlûka ait hiçbir şey olmadığını, her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu ona duyurmuştur. Sonra onu irşad için vazifelendirmiştir. "Ben seni gönderiyorum, bildirdiklerimi bildir" diye. Bunların muallimi Hazret-i Allah'tır, bu Âyet-i kerime çok geçecek.

Ancak onlar Hakk'a götürürler. Diğerleri ise kendi yoluna davet eder, kendi dinine çeker, kendi kitabına göre icraat yapar.

Ancak vazifedar ettiği kullar müstesnâdır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde veli kullarını bize beyan eder:

"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar." (Yunus: 62)

Allah korkusu her korkuyu alıp götürdüğü için başka korku kalmamıştır. İlerisi daha güzel olduğu için de, geçmişle ilgili hüzünleri yoktur.

"Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır." (Yunus: 63)

Kemal-i iman ile iman ettikleri gibi, bütün ilâhî emirleri ve hükümleri kabul ve tasdik ederler. İfâsı ve icrası için azami gayret gösterirler. Her türlü haram ve şüpheli şeylerden sakınırlar.

"Dünya hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır." (Yunus: 64)

Bu, Allah-u Teâlâ'nın kendilerine olan teveccühü ve ikramıdır. Dünyada da müjdelenmişlerdir, ahirette de müjdelenmişlerdir.

"Allah'ın verdiği sözlerde aslâ değişme yoktur." (Yunus: 64)

Bu müjdeli sözlerini değiştirecek, verilmiş hükmünü kaldıracak hiçbir kuvvet yoktur, olması ihtimali de mevcut değildir. Verdiği söz mutlaka yerine gelir.

"Bu en büyük saâdetin tâ kendisidir." (Yunus: 64)

Evliyâullah'ın dünyada ve âhirette müjdelenmiş olmaları öyle bir ihsan-ı ilâhî'dir ki, bunun fevkinde bir nimet tasavvur edilemez.

"Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah'a inanırsınız." (Âl-i imran: 110)

İşte yüz senede bir gelen bunlardır. Bunlar Ümmet-i Muhammed'in öncüleridir.

"Allah dilediği kimseyi nûruna kavuşturur." (Nûr: 35)

Allah-u Teâlâ bir kulunu da nuruna kavuşturunca, artık onun bütün iş ve icraatı ona göre olur. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın has kullarıdır, başkasına şâmil değil.

"Kur'an kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir." (Ankebut: 49)

Hazret-i Kuran'ın verdiği ilimle, kalplerinde parlayan apaşikâr nur sayesinde Allah-u Teâlâ dilediği kadar bunlara esrar-ı ilâhîyi bildirir ve gösterir. Onun içindir ki bunların bildiğini başkaları bilemez. Zâhir ulemâ bunları bilmez, anlamaz, görmez. Bu çizgiyi ayırdık. Çünkü bu sadır ilmi, zâhir ulemânın ilmi satır ilmidir.

"Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabb'inden verilen bir nur üzerindedir." (Zümer: 22)

İşte Rabb'inden verilen bu nur sayesinde ancak bu esrar-ı ilâhî bilinir. Bildirildiğinden ötürü bu hakikatlere vakıftırlar.

Bunun içindir ki:

"Allah göklerin ve yerin nûrudur." (Nûr: 35)

Âyet-i kerime'sinin sırrına bu surette mazhar oluyorlar. Hem görüyorlar, hem biliyorlar, hem söylüyorlar. Bütün ilim sahipleri bu Âyet-i kerime'nin karşısında durur. Evet Âyet-i kerime olduğu için itiraz etmiyor amma, içi kabul etmiyor. Fakat hakikat erleri bunu bilir, gözü ile de görür. Allah-u Teâlâ göstermedikçe, ilimle bilinmez.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:

"Allah o kimselerle beraberdir ki, onlar takvâ sahibidirler ve onlar öyle kimselerdir ki muhsinler vasfını almışlardır." (Nahl: 128)

Bu gibi kimselerin gerçek velisi Hazret-i Allah'tır. Bu hususi bir beraberliğin ifadesidir.

"Allah dilediği kulunu zatına seçer." (Şûrâ: 13)

Dikkat edin, bunları Hazret-i Allah tarif ediyor. İşte bu sevdiği ve seçtiği kullara dilediği şekilde tecelli eder ve onları vazifedar kılar. Her birisi ayrı ayrı vazifelerle gönderilmiştir. İşte bu tarif edilen taife hakiki mutasavvıflardır. (Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır, s. 193-197)

 

Allah Yolunun Yolcusunu Hazret-i Allah Tayin Eder;

Bu mânevî vazifenin verilmesi hususunda Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyururlar:

"Allah-u Teâlâ bir kulunu irşad için ileriye sürmüşse; evvelâ onun tüm varlığını alır, kendi lütuf varlığını koyar, sonra onu vazifedâr yapar, lütfu ile destekler. Ona dilediği kadar ilimler öğretir, onun muallimi Allah-u Teâlâ'dır.

Âyet-i kerime'de:

"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." buyuruluyor. (Mücâdele: 22)

Allah yolunun yolcusunu Allah-u Teâlâ ezelden tayin eder. Bunlar Hakk'tan emir alırlar. O yalnız Allah-u Teâlâ'yı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı bilir. Onlar namına hareket eder, onlar namına irşad eder.

Onlar daha doğarken o hâl üzere doğarlar. Bunun içindir ki onlara ezelden verilen nasibe kadar terakki etmeye yolları müsaittir. Hakk'tan geldiler, Hakk ile Hakk'a giderler, Hakk'a vuslat ederler." (Tasavvuf'un Aslı Hakikat ve Marifetullah İncileri, s. 410)

Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." (A'raf: 181)

O'nun memur ettiği, vazife için ileriye sürdüğü kimseler bunlardır, Hakk'ı tebliğ eden ve halkı Hakk'a çağıran yine bunlardır.

Onların kalbinde yalnız Hazret-i Allah olduğu için Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah'a götürürler.

Onları O ileriye sürdüğü için Hakk'ı biliyor, Hakk'a götürüyor. Hakk'tan gelmedikçe halkta hiçbir şey bulunmaz.

Onlar Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ'nın Kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir. Öyle bir ruhtur ki sevdi, seçti, kendisine çekti. Başka kimsede bulunmayan bir nur, bir ruhtur. Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var.

Hiç şüphesiz ki bu lütuf da Hakk'tan gelecek ki Hakk'a götürebilsin. (Hazret-i Allah'ın Sevdiği Seçtiği Kullarla, Riyâkarların ve Sahtekârların İç Durumları, s. 56)

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri ümmet-i Muhammed'i bu sahte ve sapmışlara karşı tenvir etmiş, en ince noktasına temas ederek şöyle buyurmuştur:

Bu gibi kimseleri Rahman seçmediği ve ileriye sürmediği için; halk ileriye sürdüğü için, onlar şeytanın robotlarıdırlar.

Ha sahte peygamber, ha sahte mürşid. Sahte peygamber de yol kesicidir, sahte mürşid de yol kesicidir, eşkiyadır. Sahte peygamber: "Ben de peygamberim. Allah-u Teâlâ'nın hükmünü tebliğ ediyorum." der amma, aslında şeytanın tayin ettiğidir. Kendisi tayin etmediği için onun Allah-u Teâlâ ile hiçbir ilgisi yoktur. Ona tutunan şeytana tutunmuştur. Bunların âhirette kurtulmaları da mümkün değildir. Kesinlikle bunun böyle olduğunu bilin.

Bunlar ölü ile diri arası gibidir. Mürşid-i kâmil, Allah-u Teâlâ'nın bahşettiğini verir. Diğerinin zaten ruhu ölmüştür, o ne verebilir?

Zira Allah-u Teâlâ onu lâyık görseydi, onu tayin ederdi. Allah-u Teâlâ onu lâyık görmemiş. Annesi, babası lâyık görmüş. Şöhreti, nâmı gitmesin diye." (Tasavvuf'un Aslı Hakikat ve Marifetullah İncileri, s. 434)

"Âyet-i kerime'de:

"Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın." buyuruluyor. (A'raf: 86)

Hazret-i Allah'ın ve Resul'ünün tayin etmediği bir kimse öne geçerse tıpkı yalancı peygamber gibi sahtekârdır, riyakârdır, ona değer verilmez.

Onun için Hazret-i Allah'a karşı gelen kişinin işi daha niyetini çevirdiği anda bozulur. Kalbi ölür. Ruhu ölür.

Cenâb-ı Hakk kalbini çevirir, çevirdikten sonra mührünü vurur. Artık ruhen ölür, yaşayan nefistir.

Hakikat ehli azdır, onlar Allah-u Teâlâ'nın hükmünce hareket ederler. Onlar Hakk iledir. Verdikleri beyanlar, söyledikleri sözler de hakikattir. Her şeyi açık söylerler. Sakınmazlar, çekinmezler. Onlar Hakk'ın boyasına boyanmışlardır.

Mukallid ise kendisini ona benzetiyorsa da o boyaya boyanmamıştır. Şeytanın boyasına boyanmıştır. Birisi Hakk'ın boyasına boyanmıştır, diğeri şeytanın boyasına. Birisinin işi Hakk iledir, birisinin işi halk iledir. Hakk ile olan halka muhtaç değildir. Halk ile olan halka muhtaçtır. Onların Hakk ile işi yoktur. Şeytanın askerleridirler." (Tasavvuf'un Aslı Hakikat ve Marifetullah İncileri, s. 410)

"Çünkü Hakk'tan gelmedi, halktan geldi." (Sözler ve Notlar 2, s. 250)

 

Hakk Yolu Ayrıdır Halk Yolu Ayrıdır:

"Allah-u Teâlâ:

"Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik." buyuruyor. (Mâide: 48)

Âyet-i kerime'de geçen "Minhac"ın mânâsı "Münevver bir yol"dur.

İmanın kemâle ermesi için münevver olan yola girilmesi lâzımdır.

Bedeni hastalıkların teşhis ve tedavisi için hâzık bir tabibe müracaatı emir buyurmuş olan Nebiyy-i zîşân -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretleri, mânevî hastalıklardan kurtulmak için de mânevî bir tabibe, Rabbânî bir âlime başvurmayı dini bir ihtiyaç olarak göstermiştir.

Mühim olan bu mânevî hastalıklardır.

"Onların kalplerinde hastalık vardır." (Bakara: 10)

Âyet-i kerime'si ile işâret buyurulan bu korkunç hastalıklar, tedavî edilmezse hayat-ı ebediyeyi öldürdüğü için çok tehlikelidir.

Hased, riyâ, kin, kibir, şehvet, gadap, yalancılık... gibi ahlâk-ı zemimeler, kötü huylar insanda bulundukça o kalp hastadır. Sıfatı da sıfat-ı hayvâniyedir. Bunun da tek çaresi ve tek ilacı Allah-u Teâlâ'nın nurunun, zikrinin ve fikrinin o kalbe girmesidir. Böylece yavaş yavaş ahlâk-ı zemimeler gider, bir gün olur nurlanır ve nazargâh-ı ilâhî olan o kalp birçok tecelliyatlara mazhar olur.

Hasta olan kalbin temizlenmesi lâzımdır." (Sözler ve Notlar 10 s. 145-146)

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da var ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." (A'raf: 181)

Hazret-i Allah ve Resul'ü, bir kişiyi öne sürerse, ona karşı gelen Hazret-i Allah'a ve Resul'üne karşı gelmiştir. Cenâb-ı Hakk onun işini bitirir; artık onun ruhu ölüdür, yaşayan nefistir. Fakat Hazret-i Allah ve Resul'ünün tayin etmediği bir kişi de öne geçerse, tıpkı yalancı peygamber gibi sahtekârdır, riyâkârdır.

"Hakk yolu ayrıdır, halk yolu ayrıdır. Hakk yolunun yolcusunu Hakk seçer, halk yolunun yolcusunu halk seçer. Katiyetle bunun böyle olduğu bilinsin, kişiler de nerede olduğunu bilsinler. Ahirette nasıl olsa ayılacaklar, nasibi olan şimdi ayılsın.

Bütün bu ikazlarımızı halkın ayılması için yapıyoruz, fakat herkes baygın, ayılmayı hiç düşünmüyor. Nereye baygın? Yoluna baygın.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir." (Müminun: 53)

Fakat ahirete varınca uykudan uyanacak, bulunduğu yeri görecek, nedameti çok olacak, faydası da hiç olmayacak.

Bunlar şeyh şeytanı tabir edilen yol kesici mukallid mürşidlerdir. Şeytan namına çalışırlar, şeytanın hizmetçisidirler, şeytanın yapamayacağını şeyhlik maskesi altında yaparlar. Gidişatları hiçbir esasa dayanmaz. Bütün gayr-i meşru arzularını, maddi geçimlerini bu perdenin altında temin ederler. Hem ahkâma aykırı hareket ederler, hem de bunu kendi büyüklüklerine verirler.

Şeyh kisvesi altındaki şeytanlar ortalığı istilâya çalışıyorlar, kasıp kavuruyorlar. Kimi nam, makam, şöhret, para, kadın peşinde koşuyor, kimi tarikatçıyız diye ortalığı bulandırıyor.

Bu sahtekârlar müslüman zannediliyor, tarikatçı zannı ile İslâm'a en büyük tahribatta bulunuyorlar. Oysa bunlar İslâm dininin yüz karasıdırlar.

Bu sahte şeytan şeyhlerinin yüzünden halk tarikattan tasavvuftan soğumakta, İslâm'dan uzaklaşmaktadır. Hakikatı bilmeyenler İslâm budur, tarikat budur zannediyorlar. Halbuki bunların İslâm'la hiçbir alâkası olmadığını bilmiyorlar." (Sözler ve Notlar 10, s. 234)

"Ehl-i hakikat daima hâl ile konuştuğu için, hiç kimseyi hakir görmez, hiç kimsenin aleyhinde bulunmaz. Onlar da bu sessizlikten istifade ederek mütemadiyen tecavüze kalkarlar. Onların anlayacağı kelime ile karşılarına set dikmek lâzım ki ayılsınlar.

Bu meşaleyi O yaktı, sen yakmadın. Sen O'nun meşalesini üflemekle söndüremezsin. Hakikat hiçbir şeyle örtülemez. O Hakk'tan gelir, pahası biçilmez. Mukallid de onu anlamaz zaten. Söylemek şöyle dursun, kitapta okusa dahi hakiki manasını anlayamaz, hemen kapatır. Çünkü onun zannı ilme de yetmez." (Sözler ve Notlar 2, s. 251)

 

Hakk Yolu Senin Zan Yoluna Benzemez:

Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri bir noktada:

"İşte Allah'ın hayır dilediği kimseler bu zâtı bulurlar. Hayır dilemedikleri de onu göremez, kör olurlar. Bulamazlar, kaybolurlar." buyuruyor.

Oraya oraya bağlanır ve orada kalır. Bu neye benzer? Gerek âhir zaman âlimleri olsun, gerek sahte şeyhler olsun, gerekse Allah-u Teâlâ'nın tayin etmediği kimseler olsun; bu gibi kimselerin durumu şöyledir. Bir insan bir memlekette çalışır, kazanır, büyük bir sermaye toplar, bavulunu doldurur ve başka bir memlekete gider. Fakat bakar ki, götürdüğü paralar o memlekette geçmiyor! Dönüş de yok! O paraları kazanmak için bir ömür harcamış, fakat geçmiyor. Bunlar da böyledir. Çalıştı amma boşuna çalıştı. Para kazandı amma, orada o para geçmiyor. Yaptığı iş ind-i ilâhîde geçmediği için hükümsüz kalıyor.

Hakk yolu senin zan yoluna benzemez. Hakk yolu Allah-u Teâlâ'nın hüküm yoludur. Amma sen öyle zannetmişsin, orada kalmışsın, kimin kabahati var? Yol kesici yol kesmiş, ötekisi de bağlanmış! Nedamet çok, faydası hiç yok!

"O günde ki, bütün gizli sırlar meydana çıkarılır." (Târık: 9)

Âyet-i kerime'si ile haber verildiği gibi, gönüllerde saklanan bütün gizli sırlar, niyetler, maksatlar ortaya serilir.

İhlâs ehli az, dalâlet ehli çoktur. Onlar da müslümanım diyor amma İslâm'ı yaşamıyor, onun içindir ki bir fırka üzerinde toplanıyor.

"Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak lâzımsa O'na yaraşır şekilde öylece korkun.

Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin." (Âl-i imrân: 102)

 

Gerçek Mürşid-i Kâmil ve "Ben de Mürşidim" Diyenler:

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri gerçek mürşid-i hakikiyi şöyle tarif etmişlerdir:

"Mürşid-i kâmil Hazret-i Allah ve Resul'üne davet eder. Çünkü o, mürşid-i hakiki olan Hazret-i Allah'a ve Resul'üne iman etmiştir. Kendisinin de hiç olduğunu bilir ve görür. Yine o, mürşid-i hakiki'nin Hazret-i Allah olduğunu bilir. Ama yalnız o bilir.

Fakat "Ben de mürşidim." diyenlere gelince; onlar şeytan tarafından tayin edilenlerdir, Hazret-i Allah'ı ve Resul'ünü âlet ederek halkı kendilerine bağlamaya çalışırlar.

Bunun içindir ki, hakiki mürşid ile sahte mürşidi ve imanı buradan anlamış olursunuz." (Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır s. 74)

"Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın." (A'raf: 86)

Allah ehlini Hazret-i Allah tayin eder. O bir emânet-i ilâhidir. Kimi murad etmişse ona verir. Bu noktada arzu ile hareket edilmesini tasvip etmiyoruz.

Bunlar ise ya kendi kendisini seçer, ya annesi babası seçer, ya halk seçer. Bunlar mukalliddir, şeyh suretinde şeytandır. Halk onları büyütür. "Şu daha büyüktür, şu daha büyüktür!" diye. Haddi zatında bunlar bir yol kesicidir, birer deccaldir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Ümmetimden yalancılar deccaller vücuda gelir." buyururlar. (Münâvî)

Yalancı ve deccalden maksat, dıştan insanları irşad ve ıslah etmek sıfatıyla görünüp, gerçekte ise halkı ahkâma uymaktan alıkoyanlardır.

Çünkü onları Hakk seçmedi. Kendini büyük gören gerçekten küçüktür.

Mukallidler zan ile hareket ederler, hiçbir hakikate isnad etmezler, etraflarını da böylece hakikatten uzaklaştırırlar. Gidiş yerleri cehennemdir, etraflarını da cehenneme sürüklemiş olurlar. Onlara tâbi olanlar, dünyada olduğu gibi, ahirette de bir ve beraberdirler. İyiler iyilerle, kötüler kötülerle olacaktır.

Âyet-i kerime'de:

"İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamları ile beraber çağıracağız." buyuruluyor. (İsrâ: 71)

Onlar şeytan ehli ve mukallidlerdir. Onlar nefsi ile, putu ile övünürler. Halkın vereceği nasip ile, mânevî mirastan kişinin mahrum kalacağı da kesinlikle bilinmelidir. Bütün bu yollar halk yoludur, Hakk yolu değildir. Hakk yolu ayrıdır, halk yolu ayrıdır. Hakk yolunun yolcusunu Hakk seçer, halk yolunun yolcusunu halk seçer.

Hakk'tan seyr; Hazret-i Allah ile Allah'a seyr: Bunlar Allah ehlidir. Allah-u Teâlâ'nın bir kulunu kendine çekmesi ve yaklaştırması demektir. Hazret-i Allah'ın lütfuyla ezelden tayin ettiği kimselerdir. Onlar daha doğarken o hal üzere doğarlar. Bir kulunu kendi tarafına çekmezse hiçbir kimse kendi kendine Hakk'a tekarrüb edemez.

Hakk tarafından tayin edilen bir Mürşid-i kâmil'in ahlâkı, Resulullah Aleyhisselâm'ın ahlâkı üzerindedir. Onun ahlâkı Hazret-i Kur'an'dır. Onun içindir ki bir Mürşid-i kâmil'de; istikamet, nasihat, şefkat ve merhametin tecelli etmesi lâzımdır. Zira Allah ehli hıfz-u himayede, tasarruf-u ilâhîde yürür. Onlardan başka sırat-ı müstakimde kimse yürüyemez. Bunlar Hakk'tan gelen seyr ile, lütuf ile Hakk'a ulaşmaya çalışırlar.

Bir yol ki Hakk'tan kula gider, o yolda saadetler vardır. Bir yol ki kuldan Hakk'a gider, bütün felaketler o yoldadır. Hakk'tan seyr Hakk'a gidecek mânâsına değildir. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın seçtiği kullardır.

Hakk'a seyr; Nefis ile Allah'a seyr: Bunlar şeytan ehlidir. Şeytanın destekleyip öne sürdüğü, annesinin, babasının, kardeşinin tayin ettiği kimselerdir. Nefsinin arzusu, şeytanın desteği ile Hakk yoluna gitmeye çalışanlardır. Nefsini ilâh edinmiş, nefis putunu eline almış ve irşada kalkmış. O Hakk'a doğru gidiyor amma, bu hareketi bir irşad değil bir ifsad'dır. Üç şey için çalışırlar: Menfaat, nam ve makam.

Şeytanın yolunda ve izindedirler. Bunlara şeyh şeytanı denir. Yol kesicidirler. Hakk'a ulaşmak isteyenlere mani olurlar.

Binaenaleyh; Hayat ve hakikat Hazret-i Allah'ın lütuf seyrindedir. Bütün sapıklık ve dalâlet de şeytanın desteklediği yoldadır." (Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır, s. 108-109)

 

Hakk'ın Robotu, Şeytan'ın Robutu:

Bir Allah-u Teâlâ'nın halkettiği robotlar vardır. Onlar kendisi için sevdiği, seçtiği has kullardır. Onlar Fenâfillah'a ermiş, insân-ı kâmil olanlardır. Allah-u Teâlâ onların iradelerini ellerinden almıştır, kendisi idare eder. Hıfz-u himayesinde ve tasarruf-u ilâhiyesindedirler.

Allah-u Teâlâ onları Kudsî ruh ile destekler. Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu kime taktıysa o onun emanetçisidir. Onun emanetini taşıdığı için; onun emanetçisi demek, onun vekili demektir. Yani o Azîz'in emanetini taşıyan kul, gerçekten bir robottur. Allah-u Teâlâ bir taraftan emanetini ihsan eder, diğer taraftan onu dilediği kadar esrâr-ı ilâhîye vâkıf eder. O kimseyi Allah-u Teâlâ yaratır ve idare eder, bu apayrı bir ihsân-ı ilâhîdir. Onu robot gibi kullanır, dilediği işini onunla döndürür.

Mahlûkun yaptığı robot ayrıdır.

Allah-u Teâlâ'nın Fenâfillah'a erdirdiği kimseler tıpkı robota benzer. Bir Hakk'ın yaptığı robot vardır, bir de halkın yaptığı robot vardır. Hakk'ın yaptığı robotu O kendisi çalıştırır. O robot da kendisinin bir robottan ibaret olduğunu bilir. "Allahüs-samed = Allah Samed'dir, her şey O'na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değildir." (İhlâs: 2) Âyet-i kerime'sinin sırrına mazhar olanlar robot olduğunu bilir. Allah-u Teâlâ'ya o nisbette muhtaç olduğunu ve O'nun lütfu ile idare edildiğini yalnız onlar bilir, başka kimse bilmez. Çünkü bu Âyet-i kerime'nin sırrına mazhar değil. Bu bilgi yalnız onlara mahsustur.

Allah-u Teâlâ dilediğini robot halinde kullanır. O robota tecelli ederse ve o robot da eriyip zerresi kalmazsa, robot gibi görünür, aslında O var. Robot bir perdedir. Yaratıcı yalnız O'dur. Robot da yok oldu, O kaldı. O'nu kimse görmez, herkes robotu görür. Amma aslında O'dur. Bu en gizli bir sırdır, sırrın da sırrıdır.

Halkın yaptığı robot çalıştırıldığı zaman çalışır, durdurulduğu zaman durur. Allah-u Teâlâ'nın robotu da böyledir. Allah-u Teâlâ murad ettiği zaman onu çalıştırır, durdurduğu zaman durur. Onun kendisi ile ilgisi yok o zaman. Eğer hareketi varsa nefsanîdir.

Rahman'ın idare ettiği robotlar bunlar olup, bunlara yapışan kimseler Hakk'a yapışmış olduğu gibi; Hakk'ın öne sürmediği robotları da şeytan idare eder ve onlara yapışan şeytana yapışmış olur.

Bu gibi kimseleri Rahman seçmediği ve ileriye sürmediği için; annesi, babası, kardeşi seçtiği için, halk ileriye sürdüğü için, onlar şeytanın robotlarıdırlar.

 

Ahkâm-ı İlâhî Esastır:

Mühim olan Ahkâm-ı ilâhî'dir, Kur'an-ı kerim'i ve Sünnet-i seniyye'yi esas tutmaktır. Hokkabazlıkla bu işler olmaz.

"Yazıklar olsun o şahsa ki, lisan ile Cenâb-ı Allah'ı çok zikreder, fiile gelince şerîatın emrinin aksini irtikab ile Allah'a âsî olur." (Münâvî)

"Kâl", "Hâl", "Fiil" ahkâma uygun olacak. Eğer birisi noksan olursa, Kur'an-ı kerim'den zerre kadar ayrılırsa; o yol, yol değildir. O yol hemen o yetmiş iki yolun içerisine girer ve kaybolur.

Yâni gökte uçtuğunu dahi görseniz, ahkâmdan bir lâhza ayrıldığını gördüğünüz zaman, kim olursa olsun, olduğu yerde bırakın. İsim bahis mevzuu değildir.

"Yazıklar olsun o adama ki, derviş hırkası giyer de kavil ve fiili birbirine muhâlif olur." (Münâvî)

Bugün sahanın çoğunu onlar istilâ etmişlerdir, ortalığı kasıp kavuruyorlar.

Allah-u Teâlâ kimi destekliyorsa hakikat ehli odur, diğerleri hareket ehlidir, bunu bilmiş olun.

Şeyhim diye geçinen nice kimseler mevcuttur. Bunların ruhları ölmüştür, yapma süs çiçeğine benzerler. Bunlar postunu, dostunu düşünürler. Allah-u Teâlâ ile hiçbir dostlukları yoktur. Zira nasipsizdirler.

Sen onun önder olduğunu zannediyorsun, fakat İslâm dininde bir bozguncu olduğunu görmüyorsun.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Sizin için Deccal'den daha çok Deccal olmayandan korkarım."

"Onlar kimlerdir?"

"Saptırıcı imamlardır." (Ahmed bin Hanbel)

 

Mânevî Arş'tan Mânevi Bağla Alanlar,

Manevî Bağı Olmayan Sahte Mürşidler:

Hakk'ın tayini ile vazife verilen kimse, emirle o makama getirilmiştir.

Allah-u Teâlâ ona tasarruf vermişse, O'nun izni ile tasarruf eder. Tasarruf vermemişse Allah-u Teâlâ onda tasarruf eder, lâtifelerini yürütür.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah'ın arşıdır." buyurmuşlardır. (K. Hafâ)

Taksimat bütün kâinata "Maddî Arş"tan gelir, zâhiri nasipdar olanlara aittir. Mânevî bütün taksimat da "Mânevî Arş"tan gelir. Bu da insan-ı kâmil'dir, bâtıni nasipdar olanlara aittir.

Bilerek veya bilmeyerek mânevî hayat suyunu alanlar ondan alırlar. Bütün âlemlerin o kalpten alışı, aslında O'ndan alışıdır. Orada O'ndan başkası yoktur. Çünkü o depoya O vermiştir. "Mânevî Arş"a müridin nasibini ayırmış ve ona bağlamıştır.

Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"O'dur müminlerin kalplerine huzur ve sükûnu indiren. Tâ ki imanlarını kat kat artırsınlar." (Fetih: 4)

Bu bağ ne demektir?

Bir karpuz düşünün. Gıdasını alması için ipi var, sapı var. Aslında ne ipinde ne de sapında bir şey yok. O karpuz nasıl olgunlaştığını bilmiyor, yerlerde de sürünüyor. Fakat içini açtığın zaman lezzeti var, suyu var, kokusu ve rengi var, çekirdekleri sıra sıra dizilmiş. Ne sapında ne de ipinde hiçbir şey olmadığı halde o diziyi ona kim verdi? Hiç düşündün mü?

Yaratan, nimetlerle donatan yalnız Hazret-i Allah'tır.

Ve nasıl ki karpuzun bir bağı var, bir de sapı var, her şeyini bu bağından, o sapından alıyor. Hâlbuki ne o bağında, ne sapında hiçbir hüküm yoktur. Fakat o karpuzu olduran kim? İşte bunu bulmak. Bunu buldun mu Hakk'ı buldun.

Her şey O'na muhtaç. Yalnız insanlar; yeri yer görüyor, göğü gök görüyor. Halbuki bunlara bir şekil vermiş, bir vazife vermiş, hepsi o şekille vazifesini yapıyor. Aslında ne yer var, ne gök var.

"Allah göklerin ve yerin nurudur." (Nûr: 35)

Şimdi bu Âyet-i kerime'yi bilen, O'nu görür.

İşte O'nun tayin ettiği kimse de, o mânevî ip vasıtasıyla ona öylece akıtır ve onu olgunlaştırır. Binaenaleyh o kimse nasıl tekâmül ettiğini bilmez, karpuzun bilmediği gibi.

Her meyve gıdasını sapından alır. Halbuki ne sapında ne de ağacında hiçbir hüküm yok. Amma her biri ne kadar güzel oluyorlar.

Bunun gibi, şeyh de bir perdedir, sen şeyhi görme, ötesine bak. O perdede O var.

Fenâfillâh'a çıkmış bir veli, Hakk'ta fâni olduğu için, onda bir şey aramak zaten yersizdir. O fâni olmuş, Hakk onda tecelli etmiş. Bir müridin ona merbudiyeti ise; "Hakk'tan nasibini alması" mânâsına geliyor.

"Hakk'tan nasibini almak" şöyle olur:

Bir karpuzun suya ihtiyacı olduğu gibi, insanoğlunun da feyz-i ilâhi'ye ihtiyacı vardır. Kalbinden havâtıratın boşaltılarak nur dolması, bu nurun temini için "Râbıta" gereklidir.

Bir insan mânevî bir mürebbiye ihtiyacını takdir eder ve:

"Allah'ım! Lütuf deryandan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- inin deryasına, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin deryasından Mürşid-i kâmil'in deryasına, Mürşid-i kâmil'in deryasından da benim kalbime ilâhi feyzi ihsan buyur." diyerek Cenâb-ı Hakk'a niyazda bulunur.

Şimdi onları derya olarak sonsuz bir derya olarak kabul ediyorsun ve o deryadan feyz almaya çalışıyorsun. O deryadan feyiz almak lâzımdır. Kimi kişilerin borusu dardır, kimisi geniştir, kimisi daha geniştir. Muhabbet nispetinde boru genişler. Borunun genişliği ve kabiliyeti nispetinde feyiz ala ala, onun kalbi de havuz olur, gölcük olur, deniz olur. Çünkü mürşidin kalbinin deryasındaki sudan, muhabbet bağı sebebiyle, o vasıta ile kalbine aktarabilmektedir.

Bunu temin eden de;

Allah-u Teâlâ'nın, ezelî nasibi: Zikir-fikir ve râbıta'dır.

Bu üç şey ile bu lütuf ve ihsana nâil olur. Onun için fâkir diyor ki; zikir, fikir, râbıtayla mürid tekâmül eder.

Bu ilâhi feyz suyunu aktardıkça, o su ile içini nurlandırmaya, lâtifeleri geçmeye başlar.

Lâfza-i celâl başta olmak üzere, o nur ile; "Allah""Yâ Allah!""Yâ Hû!""Yâ Hayy!""Yâ Kayyum!" zikirleriyle gider.

Ondan sonra artık bağı nispetinde, çalışması neticesinde bu terakkiler olur.

Bir de yalancı şeyhler vardır. Bu sahte mürşidler Hakk'tan almamış ki kişiye ne versin? Sapı yok, kendisi muhtaç, âleme vermeye çalışıyor.

Sıfat-ı hayvaniye'de yaşıyor ve tuttuğunu ahırına bağlıyor. Ahıra kapattığı için o kimse hakikati göremiyor ve arayamıyor.

Ebedi hayatı katleden işte bu yol kesici şeyh şeytanlarıdır.

Mukallid mürşid ile mutasarrıf bir Mürşid-i kâmil arasındaki fark, ölü ile diri arasındaki fark gibidir. (O'nun Yolu Onun İzi, s. 458)

 

Tasavvuf'un Aslı:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım." buyuruyor. (Zâriyât: 56)

Yaratılışın asıl sebebi, kişinin Yaratan'ını arayıp bulmasıdır. Âyet-i kerime'nin sırrı budur. İnsan yüzünü Hakk'a döndürmezse neyi bulur?

O Allah ki, insanı bir damla kerih sudan yarattı. Bir insanın Yaratan'ını bilmesi, bulması ve hakkıyla ibadet edebilmesi için varlığını ata ata, asıl yaratılışı olan "Nutfe"ye inmesi şarttır. O noktaya indikten sonra Allah-u Teâlâ o kulunu "Kudsî ruh" ile destekleyerek;

"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile takviye edip desteklemiştir." (Mücâdele: 22)

Âyet-i kerime'sinin tecelliyâtına mazhar eder.

"Men Arefe"nin sırrına vâkıf olabilmek için insanın küçüle küçüle "Nutfe"ye inmesi gerekmektedir. Bu noktaya inip, kendisinin değersiz bir su damlası olan "Nutfe" olduğunu gözü ile görünce, Azamet-i ilâhî tecelli etmeye başlar. İşte tasavvufun özü ve aslı budur.

Nutfe hâline gelinceye kadar aslında insan çok terakki etmiştir, birçok merhaleler katetmiştir. Fakat asıl terakki ve yükselme nutfeye indikten sonra başlar ve hakikatta olan terakki de budur.

"Şeriat", dış nizamı sağlayan ahkâm-ı ilâhî'dir. Allah-u Teâlâ'ya vâsıl olmak, bu ahkâmın icrasına bağlıdır.

"Tarikat", Allah-u Teâlâ'ya yaklaşmak maksadı ile sülûk olunacak ibâdet yoludur. Zikrullahın nuru ve ateşi ile seyr-ü sülûk vasıtasıyla muhabbet ve huzur temin edilir, imanın kemâlleşmesi sağlanır.

İman kemâle ermezse, insan Allah-u Teâlâ'nın emirlerini akıl süzgecinden geçirmeye çalışır. Akıl süzgecinden süzünce de takılır kalır. Kâmil iman sahibi aklını emirlere uydurur, hiçbir zaman akıl süzgecinden geçirmez. Hakikat, mânevi zevk ve mânevi hâl ile anlaşılır. Seyr-ü sülûk ve mânevi zevkten nasip alamayanlar hakikatin ne olduğunu bilemezler, ancak ismini bilirler.

"Marifet" ise tarikatten ve hakikatten sonra zuhur eden ve edecek olan hâl ve ahvallerdir.

Bu hâl ve ahvallerle hakikatın özüne inilir. Nutfe demek yaratılışın özü demektir. Allah-u Teâlâ insanı nutfeden yaratmış, onun üzerine de bir beden inşâ etmiştir. Nutfe ile bu beden arasında bir ilgi var mı? Yok. Bedeni yapan kim? Hazret-i Allah... Nutfeyi yaratan, sonra ona ruh veren, o ruh ile hareket ettiren de Hazret-i Allah... İnsan bu temele indikten sonra hakiki terakkiyat başlar. İşte "Sırr-ı ilâhî" budur.

Âyet-i kerime'sinde:

"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." buyuruyor. (Tin: 4)

İnsanı ne güzel yarattı ve onu nâmütenâhi nimetlerle donattı. Kâinatta ne ki varsa insanda o var.

Âlemleri insanda yine O dürdü. İnsanda kendine âit hiçbir zerre yoktur. Bütün nimetler O'nundur.

İnsan üzerinde öyle nimetleri var ki, saymaya akıl ermez. O bize ihsan ve ikram ederken hiçbir karşılık da talep etmedi. Sadece kendisini tanımamızı ve kulluk yapmamızı istedi. En güzel rızıklarla da merzuk etti. Bu nimetlerle o mahlûkun hiçbir ilgisi var mı? Hiç yok. Nasıl yok? O bir damla kerih su olan nutfeyi Allah-u Teâlâ ne ile dürerse o olur.

İnsan kendi âcizliğini öğrenmedikçe, Azamet-i ilâhî'yi bilmesi mümkün değildir.

Şayet bir kimsenin birinci turu zâhiri ilimlerle tamamlayarak ikinci tura çıkması murad edilmişse, Allah-u Teâlâ onu bir mürebbiye bağlar. Mürebbi elinde yavaş yavaş terakki ettikçe, ruh ile nefis birbirinden ayrılmaya ve nefis küçülmeye başlar. Varlıklar bir bir düşer. Bu tahsil o kadar devam eder ki, bütün varlıkları ve benimsenenleri Allah-u Teâlâ düşürürse, o kişi sonunda yaratılışı olan "Nutfe"ye iner. Tasavvur buyurun ki bütün bu varlıklar zerre zerre düşecekler ve yok olacaklar.

"Nutfe"nin önceki durumu ne ise, ikinci durumu da aynıdır. O kendisini çok iyi bilir ki bir nutfeden ibarettir ve hiç hükmü yoktur. Onun kıymeti, Sahibinin ona bahşettiği kıymetten başkası değildir. O ne kadar yürütürse o kadar yürütür. İster yürütür, ister durdurur. Zaten O'nun hükmünden başka hiçbir zerrede hüküm yoktur. Fakat bunun böyle olduğunu görmeye en büyük mâni kişinin kendi varlığıdır. Var olan Var'ı göremez, bilemez, bulamaz.

"Nutfe"ye indikten sonra Var olan görülmeye başladığı gibi, ulvi varlıklar da ondan sonra görülmeye başlar. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve diğer nebiler o zaman görülür. Çünkü Allah-u Teâlâ onları seçmiş, sevdiklerinden onları donatmış.

İnsan Resulullah Aleyhisselâm'ı o zamana kadar kendi zannı, kendi gözlüğü ile ölçerken, "Nutfe"ye indikten sonra; Onun nurundan bütün mükevvenâtın yaratıldığını düşünmeye, onu Allah-u Teâlâ'nın seçtiğini, bütün tasavvurların fevkinde onu donattığını görmeye başlar.

Allah-u Teâlâ'nın varlığı apaçık meydanda. Eseri ve âsârı ile var olduğu biliniyor. Fakat Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin varlığı meydanda değil. O'nun varlık nurundan mükevvenâtı halkettiğini bilen azdır. O olmasaydı hiçbir varlık olmayacaktı.

Hadis-i kudsî'de:

"Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım." buyurdu. (K. Hafâ. c. 2, sh: 164)

Allah-u Teâlâ'nın O'na bahşettiği lütuf, insan havsalasının haricindedir. Öyle murad etmiş, O'nu öyle halketmiş.

"Nutfe"ye inmedikçe Sebeb-i mevcûdat olan Resulullah Aleyhisselâm'ın nuru görülmez, muhabbeti ele geçmez. "Nutfe"ye inince kendisini yok edeni, yoktan var edeni görür. Orada Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu görür, muhabbetini kazanır. Bu noktaya inildiği zaman yine görür ki, nurdan başkası zaten yok. Böylece gerçek var eden, kendiliğinden ortaya çıkar.

Muhabbet nisbetinde kişinin borusu genişletilir ve o borudan o nisbette feyz-i ilâhî gelir. Bundan sonra Allah-u Teâlâ dilerse onu "Nutfe"de tutar, dilerse lütfu ile destekleyerek onu hususiyetine alır. Hususiyetine aldıkları veli kullardır. Onları Resulullah Aleyhisselâm'ın deryâsına bırakır. Onlara hayat-ı hakikiyi veren o deryâda bulunmalarıdır. Bir an alınsalar hükümsüz kalırlar. Bu deryâya herkes giremez, kimi koyarsa o girer.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Biz Âdemoğlunu mükerrem kıldık." buyuruyor. (İsrâ: 70)

Allah-u Teâlâ kimi lütfu ile donatmışsa, nuru ile desteklemişse o mükerremdir. Kimi ki nutfeye indirip deryâya koymuşsa mükerrem odur. Bir an çıkarılırsa hemen ölür. Hani sen büyük balıktın?

"Nutfe"nin hiç hükmü yok. Hüküm Allah'ındır. Benim varlığım bir damla kerih sudur. Vallahi Rabbimin lütfuna muhtacım.

Allah öyle bir Allah ki, hayatım boyunca bir nimetine bile şükrümü ifa edemem. Nimetlerinin birinin dahi suâline cevap veremem. Meğer ki hesapsız kerem edip bağışlasın.

Allah-u Teâlâ'yı anamadığımı, ibadet edemediğimi, bilmeye de imkân olmadığını ifade etmek istiyorum.

İtimat edin Allah-u Teâlâ'ya lâyık-ı veçhile sığınamadığımı, Azamet-i ilâhî'si karşısında korkmadığımı biliyorum. Bunu kalben söylüyorum. Çünkü korksam erimem lâzım. Sığınsam başka hâle bürünmem lâzım. Hiç güvencem yok. Eğer zerre kadar bir güvencem varsa, gözyaşları ile onun erimesini niyaz ederim.

Şu hususu da hemen ilâve edelim ki, kendimden daha biçare bir âciz de bilemiyor ve göremiyorum. Bunu sakın bir tevazu kabul etmeyin, bir hakikattır. Çünkü nefsime bakıyorum, bir tehlikeye düşmezden evvel kurtuluşunu arıyor. Bir ibtilâ karşısında, gelmesinden evvel kalkmasını istiyor.

Bu büyük gerçekleri ne duyuyoruz, ne de duymak istiyoruz. Var olan Allah-u Teâlâ'dır. Sen âcizsin, Allah-u Teâlâ'yı bilemezsin, anlayamazsın. Bir zerre toz seni ölçebilir mi? Sen zerre kadar toz bile değilsin. Çünkü seni de O yarattı.

 

Mükemmel, Kemâl ve Mukallid Mürşidler:

Mürşid üç kısımdır:

"Mükemmel"; bilir, amel eder, Allah-u Teâlâ'nın emriyle vazife görür, kâmilleri de yetiştirir.

Allah yolunun memurlarını Allah kendisi tayin eder. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın kölesidir. Bütün işleri fîsebilillâhtır, yalnız Allah için çalışır, kimseden bir şey beklemez, nam ve şöhreti sevmez. Onlar Hakk iledir. Onlar Allah-u Teâlâ'nın has kullarıdır. Hükümsüz olduklarını, bütün hükmün yalnız ve yalnız Allah ve Resul'ünde olduğunu görürler. Allah ve Resul'ü namına çalışırlar, Allah ve Resul'üne dâvet ederler.

Mükemmel mürşid Allah-u Teâlâ'nın kendisine bahşettiği tasarruf ile hareket eder. O bir muallim gibidir. Öğretir, bildirir, tehlikeleri haber verir, yürütür, indirir, çıkarır, Allah-u Teâlâ'nın izniyle istediği şekilde müridine tasarruf eder. Mürid o merdivene dayanır ve yükselir.

"Kemâl"; bilir, hududu nispetinde yetiştirmeye çalışır, gayriye tecavüz etmez.

Mükemmel ile Kemâl arasındaki fark kıyas bile edilemez. Birisi Allah-u Teâlâ'nın izniyle bir müridi alır götürür, bütün vartalardan geçirir. Çünkü onun içinde Hazret-i Allah var, o Allah namına iş görüyor. Diğeri o kuvvete sahip değildir. Yolu öğrenmiştir, kendisine tâbi olanlara yolu tarif eder, "Bu yoldan git!" der, müridi götürmeye muktedir değildir. Yani âlimle talebe arasındaki fark gibidir. Bir talebe öğretemez, yalnız öğrendiğini tarif eder. Fakat bir âlim, öğrendiği kadar öğretir. Mürşid-i kâmil'in de muallimi Allah-u Teâlâ'dır, O'nun kendisine öğrettiği kadar öğretir.

Mürşid meyveli ağaçtır, meyvesinden istifade edilir, fakat ağaç yetiştiremez. Mürşid-i kâmil ise meyveli ağaçların bulunduğu bahçedir, ağaçları da o yetiştirir.

Mürşid pazarda kendi malını satar, Mürşid-i kâmil ise Hazret-i Allah'ın malını satar.

Bir de "Mukallid"ler vardır ki, hemen hemen sahanın çoğunu işte bunlar istilâ etmişlerdir. Yalancıdır, sahtedir, yol kesicidir. Zanlarıyla hareket ederler ve zan ile amel etmeyi öğretirler, zanla konuşurlar. Dayandıkları nefis putudur. Şeyh şeytanı tabir edilen yol kesiciler işte bunlardır. Şeytanın yapamayacağını şeyhlik maskesi altında yaparlar. Gidişatları hiçbir esasa dayanmaz. Kendilerini yaktıkları gibi etraflarını da yakarlar, mânevi hayatlarını katletmiş olurlar. Bu bir mânevi hayat katli olduğu için, katlettikleri kimselerin başları mahşer gününde torbalarından çıkacak, mesuliyetlerini de yüklenecekler. Her yaptıkları iş, canlı-kanlı yanlarında olacak. Onlar bunu bilmezler, hatta büyük bir mârifet yaptıklarını zannederler. Vakta ki hesap gününde bütün sırlar meydana çıkar, büyük nedamet, fakat hiç faydası yok.

Mükemmel mürşid Allah-u Teâlâ'nın bahşettiği tasarrufla hareket eder. Makam ve rütbe ile ilgisi yoktur. Hedefi rızâ ve mahviyettir. Mahviyet içinde niyaz, niyaz yolu ile rızâdır. Allah-u Teâlâ bu lütfunu ancak dilediğine bahşetmiştir. Diğerlerinde bu hal olmadığı için vaad ve varlık ile müridanı yürütmeye çalışırlar. Hakikat ehli, aslandan kaçar gibi varlıktan kaçtığı halde, onlar ise varlıktan gıda alıyorlar.

Makam, rütbe peşinde koşmak birer hedeftir. Bu hedefi önde tutanlar Hakk'ı bulamazlar. Değil bu hedef peşinde koşmak, insan kendi vücut hedefini zerresi kalmayıncaya kadar kaybetmedikçe, hakiki Var husule gelmez. Birisi en büyük zevk ve gıdayı varlıktan alıyor; diğeri ise gaye, maksat ve hedeften geçtiği gibi en büyük engeli vücut biliyor, onu mahvetmek için hayat boyunca çalışıyor.

Bunlar ancak Allah-u Teâlâ'nın ihsanı ile olur. Kime verilirse o bilir, kim yürütülürse o yürür. "Yapıyorum biliyorum." demekle olmaz.

Hakikat ehli, hakiki keşif ve keramete dahi kıymet vermez. Çünkü gaye bu değildir.

Bunun içindir ki, hakikati aramak ve bulmak çok mühim ve lüzumludur. Ebedî bir hayat bahis mevzuudur.

Bunlar yol kesicidirler. Niçin yol kesicidirler?

Bir kimse, Allah-u Teâlâ'nın tayin ettiğine ulaşmak istiyorsa, bir mukallid "Ben oyum" dediğinden hem onun yolunu kesmiştir, hem de oraya dahil olanları kendi ahırına bağlamıştır.

Zira Allah-u Teâlâ'nın vermediğini kimse veremez, O'nun verdiğini kimse alamaz.

 

Mükemmel Mürşid ile

Mukallid Mürşid'i Ayırt Etmek İçin Ölçüler:

Mukallidle mükemmeli ayırt etmek için ölçüler vardır.

Şöyle ki:

 O yaptıkları işte maksat, menfaat, gaye varsa; o yol, yol değildir. Allah yolunda yalnız rızâ vardır. Maksat, menfaat olmadığı gibi, rütbe ve makam da yoktur.

 Lokması helâl mi? Çalışıp mı yiyor, el sırtından mı geçiniyor?

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz. Onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)

İmanınızın karşılığında sizden hiçbir ücret istemeyen, mal talep etmeyen, dünya ile ilgili bir menfaat beklemeyen, baş olmak ve başka gaye peşinde koşmayan bu kimselere tâbi olun.

Böyle bir dâveti yapan kişiler elbette ki doğrudurlar, sözlerinde samimidirler. Din ve dünya hayrına ermişlerdir. Onlara uyan hidayete erer.

Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendimiz olmak üzere, Allah yoluna dâvet vazifesini yerine getiren iman kahramanları, ilâhi hoşnutluktan başka hiç kimseden hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık talep etmemişlerdir.

Hakk katındaki ecir ve menfaatı uman kimsenin nazarında, insanların elindeki geçici şeyler hiçbir değer ve kıymet taşımazlar.

Nefsinde gizliden gizliye karşılık alma isteğinin bulunup bulunmadığına dikkat eden kimse çok azdır ve bunun uygulamasını yapan da çok nâdirdir. Ancak sıddîk olanlar bu gibi durumlara dikkat edebilirler.

Bu Âyet-i kerime bir berzahtır. Günümüzdeki bölücüler dini dünyaya âlet ederek halkı kaz gibi soyuyorlar. Topluluk içinde utandırarak senet imza ettiriyorlar; evini, arabasını, parasını, elinde avucunda ne varsa alıyorlar. Bunu her bölücü yapıyor, çünkü hepsi eğri yoldadır.

 O toplulukta riyâ hâli mi var, ihlâs hâli mi galip? Eğer ihlâs varsa rahmet melekleri o meclisin üzerindedir, rahmet-i ilâhî'yi saçarlar. Riyâkârlık varsa şeytanlar mevcuttur.

 İçindekiler kendini mi methediyor, yoksa kendi âcizliğini mi ortaya koyuyor? Bu ölçülere hep dikkat etmek gerekmektedir.

 

Hakiki Mürşidlerle Sahte Mürşidlerin Temsili:

Bal arısı hep bal yapar. Can tehlikesi olmadıkça iğnesini sokmaz. Bir de eşek arısı vardır, o hep sokar. Kendisini sıksan bir damla balı yoktur.

Kamış da iki çeşittir. Birisi şeker kamışı, diğeri süpürge kamışı. Birinden hep tad akar, diğeri ne kadar sıkılsa hiçbir şey akmaz.

Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri, kendilerini mürşid olarak tanıyan ve tanıtan mukallidlerin şu şekilde misalini vermişlerdir:

Sarmaşık ilkbaharda kavağa çıkar ve: "Benim de senin kadar boyum var!" der. Kavak ise: "Sonbaharda görüşürüz." cevabını verir.

Bunlar halk tarafından büyütülmüş, kabartılmış kişilerdir ve şişirilmiş balon gibidirler. Onları halk şişirdiği için, kendilerini büyük zannederler. Patladığı zaman kendisi de havası da berhava olur.

Büyüklük odur ki, Hakk'ta fânî olmuş, Hakk onu kudret elinde tutmuş. Onu O büyütmüş. Fakat onu da kimse istemez, ötekisini ister. Bilemez ki istesin. Ne bilir ne de ister. Hakk ehli de diğerini bilmek istemez. Hakk ehliyle halk ehli arasında bu kadar büyük fark vardır.

 

Tarikat Bezirganları:

Kişi kendi kendini tayin etmiş, nefsine, şeytanına uymuş ve öne çıkmış, annesi, babası, kardeşi seçmiş yani halk ileri sürmüş şeyh olmuşlar. Bunlar şeytan ehlidirler ve mukallid mürşiddirler. Şeytan ileriye sürdüğü için şeytan namına ortaya çıkarlar, kendi varlığını meydana koyarlar, nefis putunu eline alıp irşada kalkarlar. Nefsin arzusu, şeytanın desteği ile yürümeye ve yürütmeye çalışırlar.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Kendilerine: 'Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.' denildiği zaman: 'Biz ancak ıslah edicileriz.' derler. İyi bilin ki asıl bozguncular kendileridir, lâkin anlamazlar." (Bakara: 11-12)

"Şeytan şeyhleri" dediğimiz bu fesatçı ve ifsatçılar bu zamanda alabildiğine türemişler; bu perde altında makam, nam ve menfaat elde ediyorlar. Bütün gayrimeşru arzularını, maddi geçimini, bu perdenin altında temin ediyorlar.

Hem ahkâma aykırı hareket ederler, hem de bunu kendi büyüklüğüne verirler. Müridleri de öyle düşünür. "Efendim o zat çok büyük olduğu için şeriata aykırı işler işleyebilir." der. Ahkâm haricindeki bir hareketi kişinin büyüklüğüne değil, zındıklığına vermek lâzımdır.

Hakiki bir mürid atılırım korkusundadır. Sahte mürşid ise müridim kaçar korkusundadır. Çünkü onun şeyhliği müridlerinedir. Müridleri ona şeyh diyor, o da "Ben şeyhim" diyor.

Bu durum neye benzer bilir misiniz? Bir şehrin valisi varken biri de: "Ben bu memleketin valisiyim." diyerek vali makamına oturursa, derhal onu oradan uzaklaştırırlar ve gereken cezayı verirler. Allah yolunda tayin edilmeyen bir kimsenin, o makamı işgal etmesinin cezasını siz tasavvur edin.

 

Yol Kesiciler:

Ve fakat Cenâb-ı Hakk onu bu hale erdirmediği halde, kendisini onlar gibi göstermeye çalışan kimseye gelince;

Hem yalancıdır, hem riyâkârdır. Yalan ile iman bir arada durmaz, riyâ ise zaten imanı giderir.

Bu gibi kimseler sahtekârdırlar, Allah yolunun yol kesicisidirler, Hakk'a ulaşmak isteyenlerin eşkiyasıdırlar.

Şeytanın dahi yapamadığını bu türlü riyâkârlar yapar. Şeytan bu gibi kimselerin vasıtasıyla her kötülüğü yapar.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın." buyuruyor. (A'raf: 86)

Bunlar her yolun başında otururlar, Allah'a varmak isteyenleri sapıtırlar, imandan soyarlar, Allah-u Teâlâ'nın dininden çıkararak kendi dinlerine çevirirler. Allah-u Teâlâ'dan koparırlar, kendilerine bağlarlar.

Bunlara bağlananlar ise, bunların arzularına tâbi oldukları için, bunları ilâh edinmişlerdir.

Bunlar en aşağılık kimselerdir.

"Onlar yaratıkların en şerlileridirler." (Beyyine: 6)

Bu sapıtıcılar ve onlara uyanlar şeytanın dostu ve askeridirler, şeytan taraftarıdırlar. Dost edindikleri şeytanla birlikte cehenneme atılacaklardır.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Onlar ve azgınlar tepetakla oraya atılırlar. İblis'in bütün askerleri de." (Şuarâ: 94-95)

"Onlar" imamlardır, "Azgınlar" ise etrafında olanlardır. İşte onların sonu budur.

O zamana kadar arkadaş idiler. Fakat oraya atıldıklarında şöyle diyecekler:

"Ey şeytan! Keşke benimle senin aranda gün doğusu ile batısı kadar uzaklık olsaydı. Ne kötü arkadaşmışsın sen!" (Zuhruf: 38)

Onlara tâbi olanlar, kendilerini sapıtıp cehenneme götürenlere lânet ederler ve en büyük düşman kesilirler. Nedâmet çok, faydası hiç yok. Hep birlikte ebedî olarak cehennemdedirler.

Niçin? Cenâb-ı Hakk'ın emir ve nehiylerine inanmayıp şeytana tâbi olan imansız insan şeytanlarına uydukları için.

Ümmet-i Muhammed yetmiş üç fırkaya ayrılacak. Yetmiş ikisinin cehennemlik olduğu da unutulmamalıdır.

 

Şeytan Şeyhleri:

"Bir de şeyh şeytanları vardır, şeytanın yapamayacağını bu maske altında yaparlar. Bunlar şeytandan daha tehlikelidirler.

Bunlar kısımlara ayrılmışlardır:

Birinci kısım; Hakk tayin etmemiştir, annesi, babası, ağabeyi tayin etmiş. "Sen şeyhsin!" demiş, o da "Ben şeyhim!" diyor.

Bunlar sahtedir. Nefisle beraber Hakk'a varmaya çalışıyorlar. Gayeleri nam, makam, şöhret, menfaat. Ve fakat bunlar görünüşte Allah yolundadırlar. Zikirle-fikirle meşgul olurlar. Bunlar bu sahtelerin en iyisidir.

İkinci kısım; cep cihatçısı, kadın avcısıdırlar. O kisve altında her türlü kadınları elde etmeye, ellerindekini de almaya çalışırlar. Bunların en kötüsü bu perde altında lûtîlik yaparlar.

İşte hakikati bilmeyen, hakikati görmeyen kimseler bunları görünce ikrah ediyor.

Onlar her kötülüğe bir isim takıyorlar, bu isim altında icraatlarını yapıyorlar. ...

Bunlar en aşağılık olanlardır.

Şeyh kisvesi altındaki bu şeytanlar, İslâm dininin yüzkarasıdırlar. Tasavvura sığmayan her türlü melâneti yaparlar. Şeytanın yapamayacağı çirkin işleri şeyhlik kisvesi altında sergilerler.

Bu sahtekârların bu hareketleri ne İslâm dininde, ne de Tarikât-ı âliye'de vardır. Aslâ tarikatla ilgileri yoktur, icraatları tamamen kendi zanlarına dayanır. Halkın İslâm'dan soğumalarının ve Tarikât-ı âliye'den ikrah etmelerinin sebebi de bu şuursuzlardır. Ortalığı karartan, bunaltan ve istilâ edenler, İslâm'a en büyük darbeyi vuranlar da yine bu sahtelerdir. Kimisi kadınlarla, kimisi çocuklarla, kimisi de dünya menfaatlerini temin için çeşitli entrikalarla meşguldürler, dini dünyaya âlet ederler.

Önder olduğu zannediliyor, fakat İslâm dininde bir bozguncu olduğu bilinmiyor.

Çünkü onları Hakk seçmedi. Kendini büyük gören gerçekten küçüktür.

Mukallidler zan ile hareket ederler, hiçbir hakikate isnad etmezler, etraflarını da böylece hakikatten uzaklaştırırlar.

Binâenaleyh hayat ve hakikat Allah-u Teâlâ'nın lütuf seyrindedir. Bütün sapıklık ve dalâlet de şeytanın desteklediği yoldadır.

Bunun içindir ki mürşid aramak çok mühimdir. Bir Mürşid-i kâmil vardır irşad eder, bir mürşid vardır ifsad eder.

Bu sebepledir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Ey iman edenler! Allah'tan korkunuz ve sâdıklarla beraber olunuz!" buyuruyor. (Tevbe: 119)

Şeytanla, şeytanlaşmış şeyhlerle değil.

Âyet-i kerime'de geçen sâdıklardan murad, Fenâfillah'a ermiş Mürşid-i kâmil'lerdir. Gerçek vâris-i enbiya onlardır.

Allah-u Teâlâ ehl-i imanı bu Âyet-i kerime ile sorumlu kılmış, vâris-i enbiyâ olan bir Mürşid-i kâmil'in maiyyetinde bulunmalarını emretmiştir.

Bunun içindir ki Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri'miz:

"Dünyaya gelmekten murad Mürşid'i kâmil'i bulmaktan ibarettir." buyurmuşlardır.

Mürşid-i kâmil'i buldun Hakk'ı buldun, bulamazsan Hakk'ı nasıl bulacaksın?

Ancak Fenâfillâh'a ermiş Mürşid-i kâmil'in taht-ı terbiyesinde olan bir mürid terakki edebilir." ("Kıyamet ve Alâmetleri", s. 233-236)

 

Puthane:

Bir şeyh şeytanı, bir sahte şeyh nefsini ilâh edinmiştir, ona tapınır. Gelenler de onun putuna taptığı için puthane oluyor, onları puthaneye sokmuş oluyor.

Hep onu överler, hep onu methederler. Hiçbir hakikati görmezler ve görmek de istemezler. Yalnız ve yalnız kendilerinin hakikat ehli olduğunu zannederler.

Onlar niçin bu hataya düştüler?

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Sâdıklarla beraber olunuz!" diye emir buyuruyor. (Tevbe: 119)

Mürşid-i kâmil'i bulmayanlar gerçek mürid olamazlar. Her ne kadar çalışsa da, bir gayret içinde bulunsa da faydası pek azdır, niyetine göre, ihlâsına göre istifade eder. Çünkü onlar bu emr-i ilâhî'yi dinlemediler, hakikati aramadılar ve hakikati bulamadılar.

Mürşid-i kâmil hükümsüz ve değersiz olduğunu bilir, hüküm ve değerin yalnız Allah-u Teâlâ ve Resul'de olduğunu görür. Kendisinin bir resimden, bir maskeden ibaret olduğunu, bir paçavradan ibaret olduğunu hem bilir, hem görür.

Fakat nefsine tapınanlar bunu görmek şöyle dursun; ilâhlık dâvâsına halel getirir diye, işitmek bile istemez.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Hiç şüphesiz ki şeytanlar o insanları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler." (Zuhruf: 37)

Ve dolayısıyle hiçbir söze ve hiçbir hakikate de yanaşmazlar.

Nitekim insanların pek çoğunun durumu böyledir. Hakikatı aramadıkları için zandan kurtulamazlar.

 

İblis'in Askerleri:

Ahmed Yesevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fakr-Nâme" adlı eserinde bu sahte şeyhler hakkında buyururlar ki:

"Bizden sonra âhir zaman yakın olduğunda öyle şeyhler ortaya çıkacak ki; İblis aleyhillâne onlardan ders alacak ve bütün halk onlara dost olacak ve fakat müridlerini idare edemeyecekler.

O şeyhler ki müridlerinden açgözlülükle birşeyler dilerler ve canlarını küfür ve dalâletten ayırmazlar ve bid'at ehlini iyi görürler ve ehl-i sünneti kötü görürler ve şeriat ilmi ile amel etmezler ve nâmahremlere bakarlar ve kötülüğü âdet edip Allah-u Teâlâ'nın rahmetinden ümitli olurlar ve şeyhlik işlerini değersiz görürler. Onların müridleri de dinden çıkmış olur, kendileri de dinden çıkmış olur.

Ve yine değersiz bir şekilde ve inleyerek müridlerinin kapısında dolaşırlar, o halde müridlerinden yardım alırlar. Eğer müridleri bağış ve yardımda bulunmasa, döğüşürler ve 'Benim küskünlüğüm Allah'ın küskünlüğüdür.' derler.

Şeyh odur ki, yardım alsa ihtiyacı olanlara verir. Eğer alıp kendisi yese murdar et yemiş gibi olur. Eğer elbise yapıp giyse o elbise eskiyinceye kadar Hakk Teâlâ onun namaz ve orucunu kabul etmez.

Ve eğer aldığı yardımdan ekmek yapıp yese, Hakk Teâlâ onu cehennemde türlü azaba uğratır.

Ve eğer öyle şeyhe bir kişi itikat etse kâfir olur. Öyle şeyhler mel'undurlar. Onların fitnesi Deccal'den beterdir. Şeriatte, tarikatte, hakikatte, marifette mürteddirler."

"Mir'atül-Kulûb" adlı eserinde ise şöyle buyuruyor:

"Âhir zamanda bizden sonra öyle şeyhler zuhur edecek ki, Şeytan aleyhillâne onlardan ders alacak ve onlar şeytanın işini yapacaklar. Halka dost olup halk ne isterse onu yapacaklar. Müridlerine yol gösterip onları maksada ulaştırmayacaklar. Dış görünüşlerini süsleyip müridden çok hırs sahibi olacaklar ve içleri (bâtınları) harap olacak. Küfür ile imanı farklı görmeyecekler. Âlimleri sevmeyecek ve onlara iltifat etmeyecekler. Ehl-i sünnet ve cemaatı düşman görüp ehl-i bid'at ve dalâleti sevecekler. Kötülüklerini öne çıkarıp Hakk Teâlâ'dan iyilik umacak ve şeyhlik iddiasında bulunacaklar."

 

Şeytan'ın Yapamayacağını Yapanlar:

Şeytan namına çalışanlar, şeytanın hizmetçileridirler. Şeytan namına çalışırlar, şeytanın yapamayacağını şeyh kisvesi altında bunlar yapar.

Tarikât-ı âliye-i münevvere'ye her müslümanın intisabı zaruri iken, birçok insanlar bunları görüyor ve irkiliyor, kaçınıyor, nefret edip tiksiniyor. "Tarikat bu mudur?" diyor, onun şeytan olduğunu bilmiyor, şeyh kisvesi altındaki şeytanlığını görmüyor. Tarikât-ı âliye'nin nezafetini kaybettirenler, tasavvuftan soğutanlar, İslâm'dan uzaklaştıranlar işte bu şeytan şeyhleridir.

Çünkü onlar Allah yolunun eşkiyalarıdır, yol kesicidirler. Allah yolunu ve Allah ehlini arayanların yollarını kestiler. Hem kendileri kesildiler, hem de yol kestiler. Ruhlarını öldürdüler, ebedî hayatlarını katlettiler.

Ağına düşürdüklerini çalıştırıyorlar, soyuyorlar ve kendileri yiyorlar. Bütün maddi ihtiyaçlarını bu şekilde temin ediyorlar. Her türlü nam, menfaat, şan, şöhret ve şehvetlerini bu yolla tatmin ediyorlar. Bunların hepsi şeytanın askeridir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Direk olmuş keresteler." buyuruyor. (Münâfikûn: 4)

Mevkileri güzel, saltanatları yerinde, kisveleri herkesi imrendirir, fakat hepsi de cehennem direğidir.

Fenâfillâh'a ermiş bir mürşid, yok olmuştur, Hakk'ta fâni olmuştur. O Hakk namına vazife görür, O'nu destekleyen bizzat Hazret-i Allah'tır, onu O ileriye sürmüştür.

Fakat Hazret-i Allah'ın ileriye sürmediği, memur etmediği kimse: "Ben buyum!" diyor amma, o yol kesicidir.

Ha dağda eşkiyalık yapmış, ha mürşidlik yapmış! Hatta dağdaki eşkiya ondan daha iyidir. Çünkü onu öldürürse, imanlı gittiği takdirde şehit olmasına vesile olur. Amma mürşidim diyen kimse kişinin ruhunu öldürürse o nereye gider? Bu iş bu kadar mesuliyetlidir!

"Herkes 'Benim' diyor. 'Ben mürşid-i kâmilim' diyor. Fakat o 'Ben' şeytanın benidir.

Ancak hiçlikle, ihlâsla, mahviyetle Hakk bulunur, amma varlıkla asla!"

 

Babadan Oğula Süren Saltanat:

"Günümüzde görülüyor ki Allah yolunu âlet ederek saltanat sürenler bulunmaktadır. Şöyle ki; babaları şeyhmiş, oğluna "Sen şeyhsin!" demiş, o da şeyh olmuş. Babadan oğula geçen padişahlık gibi bu ilâhî yolu saltanata çevirmişler. Ya babası tayin etmiş, ya abisi tayin etmiş, ya annesi tayin etmiş. "Al bu sürüyü sen de güt!"

Allah-u Teâlâ onu lâyık görseydi, o makama tayin ederdi. O lâyık görmemiş, annesi babası lâyık görmüş.

Bir Mürşid-i kâmil'e eğer emredilmişse yerine bir veya daha fazla halife bırakabilir ve ilân eder. Herkes nasibini arar. Aksi halde birçok mürşidler yerine vekil bırakmadan gitmişlerdir. Allah ehlini Allah-u Teâlâ tayin eder. O bir emanet-i ilâhî'dir, kime dilemişse ona verir, kişinin burada hükmü yoktur. Bu noktada arzu ile hareket edilmesini hoş görmüyoruz, tasvip de etmiyoruz.

Mânevî vazife, miras dışarıya gitmesin diye kızını çok yakınına verdiği gibi verilmez. Ancak emirle olur.

Diyeceksiniz ki insanlar onu nasıl bilip tanıyacaklar?

Yüksek voltajlı bir ampul düşünün. "Ben ampulüm." demiyor amma, yandığı zaman ışığı her tarafa yayılıyor. Hakk'ın tayini ile irşad memuru olan bir Mürşid-i kâmil de böyle bilinir.

Bunlar Allah-u Teâlâ'nın emrini, hükmünü tebliğ ederler. Hiçbir zaman kendini ortaya koymazlar, değersiz ve hükümsüz olduğunu bilirler.

Eğer sana bu vazife verilmişse, kimin malını kime veriyorsun? Verilmemişse kime ne vermeye kalkıyorsun?

Meselâ her an ahirete intikal etmemiz imkân dahilinde olduğu halde biz hiç kimseyi tayin etmiş değiliz. Ben hükümsüz ve değersiz bir mahlûkum, tayin etmeye sahib-i salâhiyet değilim. Eğer ben tayin edersem Allah-u Teâlâ'nın önüne geçmiş olurum. Gelenlerin eşkiyalığını yapmış ve ebedî hayatlarının katline vesile olmuş olurum. Allah ve Resulü'nün nâmına iş görüyorum. Diledikleri kadar tutarlar, diledikleri zaman alırlar.

Kıyamet gününde Allah-u Teâlâ ile İsa Aleyhisselâm arasında geçecek olan muhavere Kur'an-ı kerim'de beyan buyurulmaktadır:

"Allah: 'Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi beni insanlara: 'Beni ve anamı Allah'tan başka ilâh edinin.' dedin?' demişti." (Mâide: 116)

Nefsini ilâh edinen ve halkı da taptıranlara Allah-u Teâlâ: "Bana mı taptın, nefsine mi taptın? Halkı bana mı bağladın, puthaneye mi koydun?" diye soracak, o zaman ne cevap verecekler?

Bunlar gerçekten Allah yolunu âlet ederek saltanat kurmuşlar, babadan oğula, oğuldan kardeşe geçiyor ve bu böyle sürüp gidiyor. Halbuki Allah yolunun rehberini ancak O tayin eder. Seni kim tayin etti? Senin babanı kim tayin etti?

Bu tayinler, Mürşid-i kâmil'e ulaşmak isteyen bir kimsenin yolunu kestiği için onun mânevî katline vesile olur. Kendilerini yaktıkları gibi başkalarını da yakarlar.

Bunlar şeyhlik kisvesiyle yol kesicidirler, Allah ehlini arayanların yollarını keserler. "Allah ehli biziz!" derler. Allah yolundan alıkoyarlar. Yollarını kestikleri insanları kendi puthanelerine götürürler ve hayvan mesabesinde olan insanları, o ahıra tıkarlar. "Siz burada tapının durun!" derler. O da onu hakikat zanneder, ibadet ettiğini zanneder, tapınır durur. "Hakikat ehli midir, değil midir?" diye katiyyen aramaz. Çünkü o puthanede olduğu için o saltanat süreni hoş görür, hakikati göremez ve arayamaz.

Maksadı etrafı dağılmasın, servet yıkılmasın, nam, şöhret, menfaat gitmesin.

Onlar o puthaneyi korudukları gibi, o ahıra girmeyenleri küçümser ve ayıplarlar. "Bizim şeyhimiz böyledir, bizim yolumuz böyledir!" diyerek kendi yollarına, kendi şeyhlerine dâvet ederler. Şayet ağlarına düşen olursa onu da puthaneye sokarlar, o da o ahıra girer.

Nefsini ilâh edinenler, halkı da nefis putuna taptırıp puthaneye sokanlar, bu ulvî yolu bu hale koydular.

Onları puta, dergâh gibi görünen yerleri puthaneye benzetmemize hiç hayret edilmesin. Ben bunun böyle olduğunu biliyorum, onlar ise cehenneme girince öğrenecekler.

Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:

"İnsanlar uykudadırlar, öldükten sonra uyanırlar." (K. Hafâ)

Zira onlar kendi nefsine tapıyorlar ve başkalarını da taptırıyorlar. Allah yolunda tahtını kurmuş ve saltanat sürüyorlar.

Nefis putunu ilâh edinip halkı kendilerine taptıranlar bu büyük cürümlerinin hesabını hiçbir zaman veremeyecekler, Allah-u Teâlâ'nın suâlini cevapsız bırakacaklar, cezaları ile başbaşa kalacaklar.

Seni bu âlî ve ulvî makama kim tayin etti? Ey dinini dünyaya âlet eden, koyun postuna bürünen kurtlar!

Gün gelecek, bu şeyhlik saltanatı sona erecek.

Bugün ahıra bağladıklarını, yarın önlerine geçerek cehenneme götürecekler.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." buyuruyor. (Mülk: 2)

Sonra ne olacak? Âkıbetini hiç düşündün mü?

Sana soracak:

"Bu iş ve icraatları benim iznimle, emrimle mi yaptın, yoksa nefsini ilâh edindin de şeytan mı bunları sana emretti?

Nefsini ilâh edinmekle bana meydan mı okuyordun?"

İsa Aleyhisselâm ulül-azm bir peygamber olduğu halde Allah-u Teâlâ'nın hitâb-ı ilâhî'sine şöyle cevap verdi:

"Hâşâ! Seni tenzih ederim. Hak olmayan sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, şüphesiz sen onu bilirsin." (Mâide: 116)

Âyet-i kerime'nin devamında ve mütebâki Âyet-i kerime'lerde onun bu husustaki selis beyanı, bir ibret numunesi olararak beşeriyete sunulmaktadır.

Çünkü o Yaratan'ını çok iyi biliyordu. Ey ehl-i dalâlet! Siz nasıl yakıştırdınız?

Hakikat ehline gelince; onlar İsa Aleyhisselâm'ın buyurduğu tutumdadırlar, onun söylediği gibi söylerler.

Hadis-i şerif'lerinde:

"Ümmetimin âlimleri benî İsrail'in peygamberleri gibidir." buyurmuşlardır. (K. Hafâ)

Hakikat ehli onlara vâristirler. Bunlar ancak Allah-u Teâlâ ve Resulullah Aleyhisselâm tarafından tayin edilir, onlarla desteklenirler, onlar namına iş görürler." (Tasavvuf'un Aslı Hakikat ve Marifetullah İncileri, s. 414-417)

 

"Allah Yolunda Yürüyorum." Diyenlerin Ayırım Noktası:

Allah-u Teâlâ yolumuzu mânâ ve mahviyet üzerine kurmuştur. Diğerlerinin yolu ise varlık ve maddiyat üzerine kuruludur.

Mânâ demek, yalnız Allah-u Teâlâ'ya dayanarak iş görür. Mahviyet demek, O'ndan başkasını görmez.

Kişiler: "Ben Allah yolunda yürüyorum." zanneder ve hizmet için de çalışır. Fakat yolu görünüşte Allah yoludur. Allah-u Teâlâ dilediğine yol verir. O'nun yürüttüklerinden başka hiç kimse yürüyemez.

Nitekim Âyet-i kerime'sinde:

"İşte o yol Allah'ın hidayet yoludur. Allah kullarından dilediğini bu yola eriştirir. (Kime dilerse ona nasip eder)." buyuruyor. (En'am: 88)

Diğer yollarda madde olur, gaye, maksat ve menfaat olur, rütbe ve şöhret olur. Hakk'tan başka her şey var. Amma Hakk'ın bulunacağını sanmayın. Bu gibi şeyler olanlarda tecelli etmez. Niçin? Âyet-i kerime olduğu için.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)

Ki, birini Muhabbet-i Mevlâ'ya, diğerini muhabbet-i mâsivâya hasretsin. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz. Kimin kalbinde yalnız Allah-u Teâlâ var, o Hakk iledir. Kimin kalbinde mâsiva var, o halk iledir.

Bu Âyet-i kerime'ye göre esas budur.

Bunların iç durumları budur. Bunlar güya Hakk'a gitmeye çalışıyorlar. Fakat aslında yol kesiyorlar.

 

Tasavvuf Yolunda İhlâslı Bir Yürüyüşle Terakki Edenler,

Nefsine ve Şeytana Uyup Düşenler:

Allah-u Teâlâ'nın tayin ettiği Mürşid-i kâmil'ler ile sahtelerinin berzahı böyle olduğu gibi, müridlerin de terakki edenleriyle düşenlerinin iç durumu şöyledir:

Mürid "Seyr minellah"da tarikata girer, altı mektepten birincisi burada tamamlanır. Sonra "Seyr ilâllah", "Seyr fillâh", "Seyr billâh""Seyr anillâh" gibi Hakk'a tekarrübiyet seyrleri başlar.

Ezelî taksimât-ı ilâhi'ye mazhar olan müridanın hâli, kâli, fiili ayrıdır. Onların nasipleri ezelden ihsan edilmiştir. Kalbi "Arşurahman" olan Mürşid-i pâk'ın terbiyesinde nasibi kadar sülûk görüp, nefis derecelerini geçtikten; kalp, ruh, sır, hafâ, ahfâ'dan sonra nefs-i kül'ü de geçtikten sonra ruh ancak vücuda hâkim olur. Letâif ampulleri nurlanır. Her birinin kendine mahsus rengi vardır. Bu noktada Tarikât-ı âliye'nin zahiri kısmı geçilmiş olur. Bu da ancak Mürşid-i kâmil'in yardımı, müridin gayreti ile olur. Mürşid müridin merdivenidir, müridin yürümesi lâzımdır. İhlâs, taat ve takvâ şarttır.

Bu yolda râbıtanın çok büyük ehemmiyeti vardır. Terakkiyat bununla kaimdir.

Şu üç husustan da sakınmak gerekiyor:

1- Hilâf-ı şeriat.

2- İsraf-ı kalbiye.

3- Gaflet ve kasvette olanlarla ünsiyet etmek.

Ve fakat Tarikât-ı âliye'nin bâtınî kısmı bundan sonra başlar.

Sâdıklarla beraber olmayı emreden Âyet-i kerime'ye ittibâ eden bir mürid, o dâirenin içine girmiş ve saâdete nâil olmuş oluyor. O dâire Fenâfillah dâiresidir.

Allah-u Teâlâ'nın ezelden bahşettiği feyz-i ilâhî'yi oradan alır. Başkasından alması imkânsızdır. Sâdık olmayana intisab etmek, boşa vakit geçirmektir.

Eğer bir de puthaneye girdiyse bütün yaptıkları boştur. O zikir yapıyor, fakat hayvan da zikir yapıyor.

Çünkü Âyet-i kerime'de:

"Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız." buyuruluyor. (İsrâ: 44)

Bir kimse Tarikât-ı âliye'ye intisab ettikten sonra epey yol alır. Mürşid-i kâmil müridin ruhunu yükseltir, birinci tepeyi geçirir. Orada yol ikiye ayrılır.

Allah-u Teâlâ lütfu ile tecelli ettiği zaman mürid yukarıdan aşağıya doğru kendisini küçültmeye, varlığını yok etmeye çalışır, mahviyet haline bürünür, varlığını yitirir, hiçliğe iner. Yapıcılık, bilicilik, öncülük gibi sıfatlar bir bir zail olmaya başlar. Kendilerine şevk, teslimiyet, muhabbet, murakaba, tevekkül, vahdet ve hâl gibi lütuflar ihsan olunur. Bunlar "Nûriye" fırkası'na ayrılmış olanlardır.

İhlâslı kimsenin yürüyüşü böyledir. Nasibini aldıkça terakki eder. Nasibi varsa bir gün Fenâfişşeyh ve Fenâfirresul'den sonra Fenâfillâh'a da erer.

Gerçekten de Mürşid-i kâmil'in terbiyesi olmadan, nefs ve şeytanın kurduğu tuzaklardan kurtulmak mümkün değildir. Onun o terbiyesi bittikten sonra, onu alır Resulullah Aleyhisselâm'ın terbiyesine verir. Resulullah Aleyhisselâm'ın muhabbeti ondan sonra kazanılır. O muhabbet onun sermayesidir, o sermaye ile iş görür. Mürid bu noktada hem mürşidinin hem de Resulullah Aleyhisselâm'ın taht-ı terbiyesinde bulunur.

Zâhirî ulemâ bunların hepsinden mahrumdur, Fenâfirresul'e varmayan mürid de bundan mahrumdur. İlk tahsili bitirmeden üniversiteye geçmek mümkün olmadığı gibi, Fenâfişşeyh tahsilini bitirmeden Fenâfirresul'e geçmek mümkün değildir. "Geçtim" demek sözden ibarettir.

Sâdıkları bulmakla Resulullah Aleyhisselâm bulunur, Resulullah Aleyhisselâm'ı bulmakla Allah-u Teâlâ bulunur.

Bir de şeytana tutunanlar vardır. Tepede olduğu için herkese tepeden bakmaya başlar, çok yükseldiğini zanneder. "Ben herkesten daha üstünüm." der, herkesi küçük kendisini büyük görür. Kendisine paye verdiği anda olduğu yere çakılır. Hem düşer, hem helâk olur. Başkasını da helâk eder. Allah-u Teâlâ onun kalbini çevirdiği anda mukallid sınıfına düşer. Artık o bir yıkıcıdır. Çürük bir meyve, yanındaki meyveleri çürüttüğü gibi, o da o anda başkalarını hemen çürütür. Bunlar da "Nâr" fırkasıdır. Onlarda şekavet, gadap, harislik, tûl-i emel, gönlü boş şeylere bağlamak gibi haller vardır.

 

Kıyas:

Allah-u Teâlâ kendi lütfundan kime sermaye koymuşsa, o kimse hizmeti minnet bilir. Fakat kime ki o sermayeyi vermemişse, o kimse mihnetle hizmet eder.

Hizmeti minnet bilenler Rahman'ın yolundadır, mihnetle hizmet edenler şeytanın yolundadır. Birisi Hakk'a hizmet ediyor, diğeri şeytana hizmet ediyor. Görünüşte ikisi de Hakk yolunda.

Hizmeti minnet bilenler Allah-u Teâlâ'nın rızâ-i Bari'sini kazanır, mihnetle hizmet edenler gadabını kazanır.

Birisi: "Yolunda hizmet ettiren Sahibime şükürler olsun." diye şükrünü ortaya koyuyor, diğeri ise: "Hizmet ediyorum." demekle eneliğini ortaya koyuyor. Yaptıklarını nefsine malediyor, karşılığını da behemehal bekliyor.

Hakk yolunda hizmet edenler, bütün lütuf ve ikramların Allah-u Teâlâ'ya ait olduğunu, kendisinin ise hükümsüz ve değersiz bir mahlûkçuk olduğunu hem görüyor, hem biliyor.

 

"Benim Müridim Çok Olsun" Diyenlerin Durumu:

"Bugün herkes; "Benim yolum!" diyor. Hatta o kadar ileriye gidiyor ki, sadece kendi yolunu hakikatte görüyor.

Bu husus çok incedir, hiçbir ehl-i kemâl gayrıya tecavüz etmez. Bunun iç sırrı şudur; Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir kulunu vazifelendirmeyi murad etmişse, ona tâbi olacak olanları Levh-i Mahfuz'da beyan eder. Hılkîyetini de ona göre yaratmıştır. Meselâ bir vasıtada yüz beygir gücünde motor bulunur, birinde on bin beygir, birinde yüz bin beygir gücünde motor bulunur. Her biri gücüne göre yük çeker. Hazret-i Allah bir Mürşid-i kâmil'e ezelde kaç kişiyi ihsan etmişse, ona göre güç de vermiştir.

Onun için dikkat buyurun, mürşidi olmuş veya ölmüş hiç kimseye katiyyen gel denilmiyor. "Gel!" deyicilerin durumunu buradan anlayın.

Zira biz şuna bakarız; Hazret-i Allah bir kimseye nasip etmişse, nasibini de ancak bu abd-i âciz vasıtası ile vermeyi takdir etmişse onu bir sebeple havale eder. Biz de bakarız, nasibi buradansa, Hakk'ın nasibini vermeye çalışırız. Havale ettiğini her hususta itina ile dikkatle yürütmek mecburiyetindeyiz. Onda da edep varsa!.. Eğer edep yoksa nasibi kadar alır ve orada kalır.

Bu bakımdan hiç aramayız bile, hiç aramayız. Niçin onun peşine koşayım, niçin nefsine değer verdireyim? Milyarlık bir adam "Gel gel, ben sana para vereceğim" diye hiç çağırıyor mu? Peki sende mânevi sermaye varsa niçin israf ediyorsun? Yoksa niçin vermeye çalışıyorsun? Zaten olan "Bende var!" diyemez. Ancak birisi gelip ihtiyacını arz ederse, o da bakar durumuna göre ihtiyacını karşılar.

Hâl böyle iken "Benim müridim çok olsun!" diye hareket etmek çok yanlış bir şeydir. Yanlışlığı şuradan gelir ki, ya bir varlık kokusu vardır, ya menfaat arzusu vardır veya olayım gayesi vardır. Evvelâ benlik giriyor.

Ayrıca, Hazret-i Allah aldıkları o kişiye ezelde nasip ayırmamışsa, ona kim ne verebilir? Aldıkları kimselerin eğer başka yerden nasipleri varsa, nasiplerinden mahrum etmiş oluyorlar. Bir de "Ben daha iyiyim" diye ehil bir yerden koparırlarsa, mânevi hayatlarını katletmiş olurlar. Bu bir mânevi hayat katli olduğu için, katlettikleri kimselerin başları bu "Gel!" deyicilerin torbalarından çıkacak. Katlolunan da gider, katleden de katlettiği kimselerin mesuliyetini çeker. Niçin bu büyük mesuliyet altına gireyim? Ne menfaatim var? Ben de âciz bir mahlûkum, hidayet veremem. Beni Rabb'im tutmazsa ben de yıkılmaya mahkûmum. Kendimi dahi tutmaya kadir değilim, kimi tutabilirim?

Bunun içindir ki, Hakk'a dayanan, Hakk'ın ezeli taksimine göre hareket edip, icraatını tanzim eder, gayriye tecavüz etmez. İntisaplı olsun olmasın, "Nasibi burada mı?" diye daima istihareye başvurur.

Derler ki; "Efendim o mürid beni bulamaz!"

Dikkat buyurun, aşılayıcı rüzgâr halkediyor, tozları çiftleştiriyor, meyve oluyor. Senin mi rolün var o çiftleşmede? Bütün mahlûkata Rezzâk-ı âlem rızık veriyor, sen mi yardım ettin O'na? Sen çık aradan! Sahib-i Hakiki nasıl murad ederse öyle yapar.

Geçenlerde bir kardeşin arabası ile gidiyoruz. Oğlu da var. Küçük olduğu için "Baba! Arabayı ben yürüteyim!" dedi. Direksiyon çocuğun elinde, fakat babası yürütüyor. Uzaktan gören çocuk yürütüyor zanneder. Çocuğun orada hiçbir rolü yok. Babası bıraktığı anda mahvolur. Mürşid de böyledir. "Yürütüyorum" dediği anda helâka mahkûm olur. Hazret-i Allah yürütüyor, karşıdan gören de mürşid yürütüyor zanneder. Mürşidin hiçbir rolü yok, her şey Hakk'ın. O yüzden "Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır" demişizdir.

Amma Hazret-i Allah ki onu tayin etmiştir, mürid ondan alır. Bunun temsilini şöyle arz edelim:

Bir mürşidle müridi bir dereden geçeceklermiş. Müridine dönmüş "Evlâdım köprü çok uzakta, kestirmeden geçiverelim. Ben Allah Allah deyip geçerken, sen de mürşidim mürşidim de ve yürü!" demiş, yürümeye başlamışlar. Biraz gidince mürid içinden; "Ben de Allah diyeyim yürüyeyim!" diye geçirmiş. Niyetini değiştirince batmaya başlamış. Durumu sezen mürşid; "Oğlum ben bu Allah lâfzını söylemek için kırk senedir uğraşıyorum, bu gün söyledim de, O'nun hürmetine yürüyorum. Benim söylediğim Lafzâ-i Celâl'in yüzü suyu hürmetine şeyhim de de yürü!" demiş.

Burada gizli bir husus var. Bir müridin bir mürşidden takdir ettiği nasibini alabilmesi için, Hazret-i Allah o mürşide karşı sonsuz bir muhabbet verir. O muhabbet sayesinde alacağını alır. Muhabbeti kadar alır daha doğrusu.

Nerde kaldı "Ben"ler şimdi?.." (Silsile-i Celile-i Âliye Sâdât-ı Kiram, s. 43)

 

Tasavvuf Taassubun Ötesindedir:

"Benim mürşidimden başka mürşid olamaz." diyen kanaat sahiplerine gelince; onlar taassub ehlidirler, zihniyetleri dardır. Tasavvuf ise taassubun ötesindedir.

Bir ağacın, yalnız kendisinin meyve verdiğini zannetmesi ne kadar gülünçtür. Halbuki bu toprak onun gibi ne ağaçlar yetiştiriyor. Kim ki "Benim yolum budur, başkasınınki değildir." derse, o çok iyi bilsin ki Hakikat yolundan ayrılmıştır. Kişinin ancak "Benim yolum çok güzeldir." demesi kadar salâhiyeti olabilir. "Benimki hak, diğerleri bâtıldır." demeye hiç kimse sahib-i selâhiyet değildir. Hakikat yolunda olan bir kimseye "Sen o yolu bırak buraya gel." demek edebe uygun değildir. Herkes bir noktada toplanamaz. Kimisi gülü, kimisi karanfili sever, kimisi de sümbülden hoşlanır. Allah-u Teâlâ kişiye nasibini nereden ayırmışsa, o nasibini oradan alacak. Gel demek için Levh-i mahfuz'daki takdiri bilmek şarttır. Kişi bunu zannına göre söylüyorsa, o bir tahripçidir, yol kesicidir. Ekilmiş bir kimse koparılmışsa, kurumasına sebep olunur ve bunun zararları pek çoktur. En mühimi, mâneviyatını söndürmüş, ebedî hayatını öldürmüş olur. Daha ileriye giderse Allah-u Teâlâ ile karşı karşıya kalır.

Bir hayvan önüne gelen otu koparır. Fakat insan olan bunu yapabilir mi? Aradaki fark işte bu kadar büyüktür. Mesuliyeti ise daha da ağırdır.

Biz yalnız şunu işaret ederiz. Dalâlette gördüğünüz kimseyi dalâletten kurtarmaya çalışın. Hiçbir zaman ekilmiş bir kimseyi koparmayın, yerinde besleyin. Takviyesini yapıp, yerinde sağlamlaşmasına gayret edin. Koparmak mı? Asla! Hayvan koparır, insan ise su döker.

Allah-u Teâlâ müminlerin kardeş olduğunu beyan buyuruyor. Ayrılık neden gelsin, niçin kardeşçe sevişilmesin? Bu bölücülükler nefislerin hamlığından, ruhen tekâmül edemeyişlerinden ileri geliyor.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün yere bir çizgi çizerek: "Bu Allah yoludur." buyurdular. Yine bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizdikten sonra: "Bunlar da yollardır. Bu yolların her birisinde insanları o yola çağıran birer şeytan bulunur." buyurdular ve:

"Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyunuz. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah'ın yolundan ayırmasın. Allah size bunları sakınasınız diye vasiyet etmiştir." (En'am: 153)

Âyet-i kerime'sini okudular. (Dârimî, Sünen)

Bize bu yolu Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- göstermiştir. Yol olarak da onun yolu vardır. Bütün insanların Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in yolunda bulunması icabeder.

O yol bir Cadde-i kübrâ'dır, çok geniş ve dümdüzdür. Zâhirî kısmı, daha ileride bâtınî kısmı, daha ileride ledünî kısmı vardır. Böylece kısım kısım birbirinden geçer. Hepsi o yol üzerinde bulunur ve hepsi hakikat üzerindedir. Allah-u Teâlâ'nın emir buyurduğu, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in açtığı yoldur. Bütün müslümanlara şâmildir, şahsa ait değildir.

Fakat kim ki :"Benim yolum yoldur, başkasınınki yol değildir." derse, o iyi bilsin ki Hakikat yolundan sapmıştır. Artık Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in işaret ettiği o ayrılan diğer yollarda gider de gider ve "Benim yolum yoldur." der. Hakikaten onun yolu yoldur amma, yetmiş iki yoldan birisidir. Artık o istikamette değildir. Fırka-i nâciye'den ayrıldığını çok iyi bilmesi lâzımdır.

 

Râbıta Kime Yapılır?

1. Hazret-i Allah ile iftihar edenlere yapılır. Zira onlar Hakk'ta fânî olmuştur. Varlığından bir eser kalmamıştır.

Nefsi ile iftihar edenlere gelince; o doğrudan doğruya kendini putlaştırmıştır, râbıta edenler nefis putuna râbıta eder. Bu, bu kadar hassas ve ince bir mevzudur ve fakat bilinmiyor.

Âyet-i kerime'de:

"Sâdıklarla beraber olunuz." buyuruluyor. (Tevbe: 119)

Bu sâdıklar kimdir?

"Onlar sıdk makamında, kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)

Allah-u Teâlâ'ya vâsıl olanlar sıddıkiyet makamına alınırlar.

Râbıta yalnız bunlara yapılır, başkasına değil. Onlar dünyâda nâdirdir.

2. Yalnız ve yalnız kendisini bir maskeden ibaret olduğunu bilene ve görene râbıta yapılır.

Onlar kendilerini bir maskeden ibaret görürler. İçinde Hazret-i Allah'ı görürler. Var ile övünürler, kendi varlıklarından utanırlar. Onları yoktan var edeni, nimetlere gark edeni bilirler ve O'nun namına iş görürler. Onlar "El-fakru fahrî = Fakirliğimle övünürüm." (Münâvi) Hadis-i şerif'inin sırrına erenlerdir. Hiçbir şey olmadıklarını bilirler. Resulullah Aleyhisselâm'ın vekilleri onlardır, fakirlikleri ile övünürler. Çünkü Resulullah Aleyhisselâm da bununla övündü.

3. Vücudu da bir elbiseden ibaret olduğunu bilen ve görene râbıta yapılır. Bunlar Hazret-i Allah ile bakar ve bunları görür.

Hani Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde buyurmuyor mu?

"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyat: 21)

İşte Hazret-i Allah'ın içte olduğunu gören ve bilen yalnız bunlardır. Bu sırra yalnız bunlar mazhardır. Râbıta ancak bunlara yapılır, başkasına şâmil değildir. Bu surette Hazret-i Allah'a ulaşmak için köprü mesabesindedir, bir vasıtadır, hem de en mühim.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah'ın arşıdır." buyurmuşlardır. (K. Hafâ)

Allah yolunun memurlarını Allah-u Teâlâ kendisi tayin eder. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın arşıdır.

Allah-u Teâlâ o Arş'a kimin ne kadar nasibini indirdiyse, nasibini o Arş'tan alır ve terbiyesini görür. Kişinin o Arş'ta nasibi varsa, bu nasip Hakk'ın mirasıdır, nasibini oradan alır.

Amma halkın vereceği nasip ile, mânevî mirastan kişinin mahrum kalacağını da kesinlikle bilin.

Allah-u Teâlâ nasiplerini daha cenin halindeyken ayırmıştır ve dehalet edecekleri yere koymuştur. Oraya girdiği zaman, çocuk annesinden süt emdiği gibi, ilâhî feyzi eme eme tekâmül eder.

Daha sonra Fenâfişşeyh'ten Fenâfirresul'e geçer ve murakabaya başlar.

Hiç şüphesiz ki Fenâfişşeyh'e kadar birçok yol kesiciler bulunur.

 

Nefsini İlâh Edinenler ve Onlara Râbıta Yapanlar:

Bunlar Cenâb-ı Hakk'ı görmeyen, bilmeyen, mâsiyetten kaçınmayan, kendi nefsini ilâh edinen kimselerdir. Râbıta yapan onun nefis putuna yapmış olur. O da şeytan ile merbudiyetini kurar. Bu böyledir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:

"Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.

Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah'ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan taraftarı olanlardır." (Mücâdele: 18-19)

Hem gayri yolda bulunacak, şeytanın izini takip edecek, gayesi ve maksadı peşinde koşacak, cebini dolduracak, şöhret yolunda olacak; hem de tasavvuftan bahsedecek, bu mümkün değil!

Bunlar ancak sun'î mutasavvıflardır. Gerçekten, hakikatten mahrumdurlar. Bütün işleri zandan ibarettir.

Bunlar, şeyh şeytanı tabir edilen yol kesici mukallid mürşidlerdir.

Allah-u Teâlâ'nın sevdiği, seçtiği ve kendisine çektiği kullar ancak halka rehberlik yaparlar, mahlûkun tayini ile posta oturmuş olanlar, puta tapınmış ve başkalarını da taptırmış oluyorlar.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" buyuruyor. (Furkan: 43)

Çok iyi bilin ki, o kendi nefsini ilâh edinmiş, ona tapıyor, o bir puttur. O putuna taptığı gibi, ona iltihak ve ittibâ edenler puthaneye girmiş ve o puthanede tapınmış oluyorlar. Çünkü o kendisi puta tapıyor, ona bağlı olanlar da o puthanede tapınıp duruyorlar.

"Bir kimseye ilim olarak Allah'tan korkar olması yeterlidir. Bir kimseye cehâlet olarak da kendini beğenmesi, nefsine mağrur olması yeterlidir." (Câmiüs-sağîr: 6240)

Bu en büyük tehlikeyi hiç kimse bilmiyor ve görmüyor.

Diğer bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:

"Bir insanın kendini beğenmesi yetmiş senelik ibadetini mahveder." (Camiüs-sağîr)

Kibriya ve azamet Allah-u Teâlâ'ya mahsustur. Büyüklük ve ululuk ancak O'na yakışır. Kula yakışan tevâzudur, alçak gönüllülüktür.

Kendi nefsini beğenip değer verenlerden nefret ettiğim zaman şöyle düşünüyorum;

"Ben kendimi beğenip nefsime değer verirsem, ya Rabb'im ne kadar nefret eder!"

Bu saptırıcılar Allah yolunun başına oturdukları için ümmet-i Muhammed'i imandan soyarlar, Allah-u Teâlâ'nın dininden çıkararak kendi dinlerine çevirirler. Allah-u Teâlâ'dan koparırlar, kendilerine bağlarlar. Bunlara bağlananlar ise, bunların arzularına tâbi oldukları için, bunları ilâh edinmişlerdir.

Münâfık oldukları için esfel-i sâfiline giderler. Kendilerine destek verenleri de peşlerinden götürürler. Şeytandan daha korkunçturlar, Deccal'den daha tehlikelidirler. Bu büyük sahtekârlar ortalığı yaygara ile dolduruyorlar.

"Sen o münâfıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin." (Münâfikûn: 4)

Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere, siz onları ilâh edindiğiniz için kalıplarına ve sözlerine bakarsınız, Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini görmezsiniz.

Bunlara bakarsın güya ibadet de ederler, müslüman gibi de görünürler. Fakat Allah-u Teâlâ kalbe ve niyete bakar.

 

Kim Kime Tâbi Olduysa!:

Her asrın insanı yaşadığı devirde kime tâbi olduysa, kime bağlandıysa, kimin peşinden gittiyse onunla mahşere çağrılacaktır.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız." (İsrâ: 71)

İmam; insanlara öncülük eden, beraberinde de kendi yolunca giden ve peşinden gelen bir topluluk meydana getiren lider, önder demektir.

Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz bu Âyet-i kerime hakkında:

"İmamdan murad herkesin yaşadığı asrın önderidir." buyurmuşlardır.

Herkes dünyada kimin bayrağı altında bulunmuşsa, kime uymuş, kimleri rehber edinmişse ahirette de onun bayrağı altında bulunacaktır.

Rehber edindiği, peşine düşüp gittiği lideri nereye götürülürse onlar da oraya gidecek, dünyada olduğu gibi ahirette de bir ve beraber olacaklardır. İyiler iyilerle beraber cennette, kötüler kötülerle birlikte cehennemde olacaklardır.

Firavun ahirette avânesinin önünde cehenneme gittiği gibi, bu sapıtıcılar da küfre kaydırdığı kimselerin hepsinin cehennemde öncüleridirler.

Sapıtıcıların peşine takılanlar, kendilerinin sonsuz bir felâkete düşmelerine sebep oldukları için onlara büyük bir kin ve öfke duyarlar. "Sen bizim buraya girmemize sebep oldun" diyerek, leş üzerine üşüşen kargalar gibi üzerlerine üşüşürler ve şöyle derler:

"Siz bize sağdan gelir, sûret-i haktan görünürdünüz!" (Saffat: 28)

Körükörüne peşlerine sürüklendikleri kimselerin ahiretteki zillet ve meskenetlerini, ne kadar sefil bir duruma düştüklerini gördüklerinde onlara şöyle derler:

"Biz size uymuştuk, sizin bağlılarınızdık, şimdi siz Allah'ın azabından zerrece bir şey olsun savıp bizi koruyabilecek misiniz?" (İbrahim: 21)

Bütün saltanat ve kisveleri dünyada kalan, yaptıkları tahrik ve tahriflerin, sapma ve saptırmaların cezasıyla karşı karşıya bulunan sapıtıcılar onları yüzüstü bırakır giderler. Aralarındaki bütün ülfet ve muhabbet sebepleri ortadan kalkar.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Böylece Allah onlara bütün yaptıklarını hasretler ve pişmanlıklar halinde gösterecektir.

Onlar cehennemden çıkmayacaklardır." (Bakara: 167)

İslâm'mış gibi görünüp, şeyh kisvesine bürünerek din-i İslâm'a en büyük darbeyi vuranlar bunlardır. Müslüman bunların yaptığını yapar mı hiç?

 

Ahiretteki Mesuliyet:

Nefsini ilâh edinenlerin, putlaştıranların, Allah-u Teâlâ'nın yolunu kesenlerin durumu budur.

Allah-u Teâlâ saptıranlarla sapanların cehennemdeki pek hazin manzaralarını tasvir edip ibretli bir tablo halinde akl-ı selim sahiplerinin gözleri önüne sermektedir.

Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:

"Allah'ın nimetini nankörlükle karşılayanları ve (peşlerine taktıkları) toplulukları helâk olacakları yere, yaslanacakları cehenneme götürenleri görmedin mi?" (İbrahim: 28)

Gördün mü bunlara benzer bir kimseyi?

Kendilerine tâbi olanları yoldan çıkarıp saptıran önderler, kendilerine uymalarından gurur duydukları kimselerle beraber o gün cehenneme atılırlar.

"Onlar cehenneme girecekler. O ne kötü bir karargâhtır!

Allah'ın yolundan saptırmak için O'na ortaklar koştular." (İbrahim: 29-30)

Liderlerini ilâh edindiler, Allah'a ibadet eder gibi onların peşlerinden gittiler. Halkı Allah yolundan çevirip küfre sürüklediler.

"De ki: Bir süre yararlanın! En son varacağınız yer ateştir!" (İbrahim: 30)

İçinde bulunduğunuz çirkefliği sürdürün. Şunu unutmayın ki, ahirette cehenneme atılacaksınız.

Bu gibi kimseler cehennemin kendileri için hazırlandığını görünce, bürünecekleri hâl ve ahvâl hiçbir kelime ile ifâde edilemez.

"Başlarını dikerek koşarlar. Gözleri kendilerine bile dönüp bakamayacak şekilde sabit kalmış. Gönülleri ise bomboştur." (İbrahim: 43)

Başlarına gelecek felâketler, dehşetler, onları bu hale getirecektir. Kafalarında akıl, kavrayış ve anlama adına hiçbir şey kalmayacaktır.

"Resul'üm! İnsanları azabın kendilerine geleceği (kıyamet) gününden korkut!" (İbrahim: 44)

O müthiş günü düşünsünler, şimdiden kendilerine gelsinler.

"Zulmedenler diyecekler ki:

Ey Rabb'imiz! Yakın bir süreye kadar bize zaman tanı da senin dâvetine uyalım ve Peygamber'ine tâbi olalım." (İbrahim: 44)

Fakat bütün bu temennileri neticesiz kalır. Allah-u Teâlâ onların bâtıl üzerindeki ısrarlarını hiç şüphesiz ki bilmektedir.

Kınamak ve susturmak için taraf-ı ilâhî'den onlara şöyle denilir:

"Siz daha önce sonunuzun gelmeyeceğine yemin etmemiş miydiniz?" (İbrahim: 44)

Gururlu bir biçimde öyle büyük hayaller peşindeydiniz ki, ahirete göçeceğiniz hiç aklınıza gelmiyordu.

"Halbuki siz kendilerine zulmedenlerin yurtlarında oturmuştunuz." (İbrahim: 45)

Ehl-i hakikatin yolunda oturdular, "Ehl-i hakikat biziz!" dediler, yol kesici oldular.

"Onlara neler yaptığımız da size açıklanmıştı ve size misaller de vermiştik." (İbrahim: 45)

Niçin o uyarmalardan istifade ederek uyanmadınız, ibret ve ders almadınız.

"Gerçekten onlar kurmak istedikleri tuzağı kurmuşlardı. Oysa tuzakları dağları yerinden oynatacak (cinsten) olsa bile, onların tuzakları Allah'ın katında idi." (İbrahim: 46)

Onlarınkinden daha büyük bir düzen ile onları cezalandıracak, farkında olmadıkları bir yerden azapları gelip onları bulacaktır, Allah-u Teâlâ onların her birinden intikam alacaktır.

"Sakın Allah'ın elçilerine verdiği sözden cayacağını sanma! Muhakkak ki Allah Azîz'dir, intikam sahibidir." (İbrahim: 47)

Bir şey yapmak istediği zaman kimse O'na mani olamaz, O'na karşı hiç kimse düzen kuramaz.

"Bütün insanlar tek ve Kahhar olan Allah'ın huzuruna çıkarlar." (İbrahim: 48)

Hiçbir şey onları örtmeyecek, hiçbir kimse onları koruyamayacaktır. Artık gaflet perdesi ile kapanmış olan gözler açılmış, gizli kalan hakikatler bütün açıklığı ile ortaya çıkmıştır.

"O gün suçluları zincirlere vurulmuş görürsün! Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ateş kaplar. Bu, Allah'ın herkese kendi kazandığının karşılığını vermesi içindir. Doğrusu Allah hesabı çabuk görendir." (İbrahim: 49-51)

Allah-u Teâlâ suçluları suçları sebebiyle cezalandırdığı gibi, müminleri de itaatları sebebiyle mükâfatlandıracaktır.

"Bu Kur'an insanlara açık bir tebliğdir. Bununla hem korkutulsunlar, hem Allah'ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler, hem de akl-ı selim sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar." (İbrahim: 52)

Ne yaptıklarını, ne yapacaklarını, şimdiye kadar hangi dinde, hangi yolda ve ne gibi icraatlarda bulunduklarını ve bundan sonra da ne yolda hareket etmeleri lâzım geleceğini düşünmeleri ve anlamaları için Hazret-i Kur'an nâzil olmuştur.


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR