Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin “Hâtemü’l-velâye” hakkındaki en gizli açıklamalarını ihtiva eden “Fusûsu’l-Hikem” kitabı üzerine, Afîfüddîn et-Tlimsânî -kuddise sırruh- Hazretleri’nden aldığı ilhamla en güzel ve en geniş muhtevâlı şerhlerden birini yazmış olan Muînüddîn el-Buhârî -kuddise sırruh- Hazretleri, “Meşâriku’n-Nusûs el-Bâhis an Ğavâmizi’l-Fusûs” ismini taşıyan şerhinde şöyle buyurmuştur:
“Hâtemü’l-velâyeti’l-hâssa, Muhammedî kemâlin insânî inşâsı ile alâkalı olduğu için, zâhir yönüyle şeriatın zâhirî emirlerine tâbîdir ve aynı zamanda onun gözcülerinin de nihayete erdiricisidir. O işte buna riayeti gerçekleştirir. Şu kadar var ki, o bâtın yönüyle de ilâhî emri, vasıtasız olarak doğrudan doğruya; ‘Onda tâbiliği meydana getiren şey, zâhir suretiyle tâbî olduğu şeyi, sırr’da (bâtında) Allah’tan almasıdır. Çünkü o ilâhî emri olduğu hâl üzere görür.’ sözüyle işaret edilen, Resul’ün ve meleğin aldığı kaynaktan alır. Daha doğrusu bir veli, zâhir sûretiyle kendisinde tâbiliği meydana getiren şeyi sır yolunda Allah’tan aldığı gibi, şeriatının hükümleri hakkında da yine Peygamber Aleyhisselâm’a tâbidir. Çünkü veli tâbi olduğu ilâhî emri görüp, kendi özünde ve Allah katında bulunduğu hâl üzere bilir. Dolayısıyla o da mevcudiyeti hususunda kendisine gerekli kılınanı, kendi özüne âmil olanla bilir. Zira o diğerine, kendisine tâbi olunması gerekçesiyle tâbi olur. Dolayısıyla onun da onu aynı şekilde görmesi uzak olmaz.” (“Meşâriku’n-Nusûs el-Bâhis an Ğavâmizi’l-Fusûs”; Es’ad Efendi, nr.: 1539, vr. 35a)
Mâlumunuz olduğu üzere Müeyyedüddîn Mahmud el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri: “Şerhü’l-Fusûs li’ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî” isimli eserinin son satırlarında; Hâtemü’l-enbiyâ Aleyhisselâm’a sâlat-ü selâmda bulunduktan sonra, onun bâtın vârisi olan Hâtemü’l-evliyâ’ya da salât-ü selâm’da bulunarak şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın salâtı resullerin ve nebilerin Hâtem’inin ve onun Hatemiyyet hususundaki en kâmil vârisi olan, Muhammedî velilerin Hâtem’inin üzerine olsun!” (“Kitâbu Şerhü’l-Fusûs li’ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî”; Şehid Ali Paşa, no.: 1240, 439b-440a yaprağı)
•
Muînüddîn el-Buhârî -kuddise sırruh- Hazretleri diğer bir beyanında, Hâtemü’l-evliyâ olan zâtın Allah sevgisine ulaştıran tek ve en büyük vâsıta olan Hâtemü’l-enbiyâ Aleyhisselâm’ın ahlâkı ile ahlâklanıp, bu sayede ona tâbiliğin kemâline erişeceğine dikkati çekmiştir.
Buyurur ki:
“O (Hâtemü’l-evliyâ) öyle bir kaynaktan alır ki, Resûl’e vahiy getiren melek de aynı yerden alır. İşaret ettiğim şeyi idrâk edebildiysen, senin için faydalı bir bilgi meydana gelmiş demektir.
O ise Allah’ı sevmekle ilgili olarak;
‘EğerAllah’ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin!’ (Âl-i İmrân: 31)
Buyruğu ile gerekli kılınan, Resul’e tâbiliğin kemâlidir.
Ona tâbilikte kemâli bulan kimse onun ahlâkı ile ahlâklanmış demektir.
Artık o diğer velilerden daha üstün ve daha yücedir.” (“Meşâriku’n-Nusûs el-Bâhis an Ğavâmizi’l-Fusûs”; Es’ad Efendi, nr.: 1539, vr. 35a-35b)
Bâli-i Sofyevî -kuddise sırruh- Hazretleri ise şöyle buyurmuştur:
“Hâtemü’l-evliyâ (ilmini) öyle bir kaynaktan alır ki, Hakk’ın vahyini alma hususunda, Resul’e vasıta olan melek de onu aynı kaynaktan alır. Bu kaynak ise Hakk’tan başkası değildir. Dolayısıyla her iki ilmin kaynağı da bir olunca, bâtın ilmi de şeriat vechinin has bir cihetinden başka bir şey olmaz. Şu kadar var ki, bu ancak velâyet’in tahsilinden sonra hâsıl olan ‘İlâhî keşif’le bilinebilir.” (“Şerh-i Fusûsu’l-Hikem li’l-Bâlî es-Sofyevî”; s. 57)
Yani Allah-u Teâlâ’nın bildirmesiyle bilinir, başka türlü bilinmesi mümkün değildir.
Buna zâhirî ulemânın ne ilmi ne aklı katiyyen yetmez. Çünkü burada hudut var. Zâhirî bir kimsenin varacağı en son hudut budur, amma bu hudut başkadır. Çünkü zâhir var, bâtın var, ledün var, bu ise ayrı bir şeydir. Onlar orada kalırlar.
•
Muînüddîn el-Buhârî -kuddise sırruh- Hazretleri “Meşâriku’n-Nusûs”un başka bir noktasında; Hâtemü’l-enbiyâ Aleyhisselâm’a ve Hâtemü’l-evliyâ olan zâta tahsis edilen “Muhammedî hakikat”in peygamberlerin ve velilerin yaratılışından önce vâredilişinin sırrını, kendisine has kâmil üslûbu ile şöyle izâh etmiştir:
“Âdem zamanından son Peygamber’e varıncaya kadar onlardan hiçbiri yoktu ki, (nurunu) Hâteme’n-nebiyyîn’in kandilinden almış olmasın. Zira yaratılışla ilgili olan varlığı her ne kadar geriye bırakılsa da, o yaratılışla ilgili olan varlığından önce kendi hakikatiyle zaten mevcuttu.
Nitekim;
‘Âdem su ile toprak arasında iken ben peygamberdim.’
Buyurması ona delâlet eder.
Onun dışındaki peygamberler ancak gönderildikleri zaman bil-fiil peygamber olabilmiştir. Nitekim ulvî âlemlerin tümünde mazhariyyeti sabit gözükmeyen, Âdem’in de bu suret üzere yaratıldığı hakikatin sureti hususunda, Muhammedî hakikat diğer kişilerden öncedir. Sen onu, ilâhî toplayıcı ehadî hakikate göre peygamberler için, her peygamberin ruhlarına gönderilen ruh olan, ruhlar âlemindeki nur olarak da tarif edebilirsin. Bütün peygamberlerin ve velilerin ruhları ve onlara dercedilen nurlar, bütün nurlardan öne geçmiş olan MuhammedîNur’un içine dâhildir.
İşte bu nedenledir ki o;
‘Allah’ın ilk yarattığı şey benim nûrumdur.’ buyurmuştur.
Onu rûhî, nûrî bir mertebenin içine de bi’l-fiil yansıtmıştır. Sen unsûrî bir sûret bulduğun vakit, bu inşâ hakkında ruhların mazharlarına ruhun gönderilmesi sırrı zuhûr etmiş; kimisi ona îmân etmiş, kimi de onu inkâr etmişti.
‘Ruhlar saf saftır. Orada uyuşanlar birbirini tanır, orada uyuşmayanlar birbiriyle ihtilâfa düşer.’ buyruğu buna işaret eder.
İşte:
‘Âdem su ile toprak arasında iken ben peygamberdim.’
Buyruğu ile ilgili olarak, rûhî mertebedeki nübüvvetten yapılan haberleşmeler de buna benzer.
Tıpkı bunun gibi, Hâtemü’l-evliyâ da Âdem su ile toprak arasında iken veli idi. Diğer veliler ise ilâhî ahlâktan olan velâyet şartlarını tahsil ettikten, Allah’ın ‘Veli’ ve ‘Hamîd’ isimlerini mevcut kılıp, onunla vasıflanmaya hak kazandıktan sonra ancak veli olmuşlardır.” (“Meşâriku’n-Nusûs el-Bâhis an Ğavâmizi’l-Fusûs”; Es’ad Efendi, nr.: 1539, vr. 35b)