Sonra O, kendisini hakkında herhangi bir şey söylenmesi mümkün olmayan; delâlet edilemeyen, işaret edilemeyen, tavsif edilemeyen bir kelime ile vasfetmiştir.
Bu, O’nunla iç içedir ve onun bağlantısını sağlayan da içindeki “Elif”tir. Bu ise yazım hususundaki bir harften ibarettir.
“Elif” onun içinde kıraat, yani okuyuş ve hecelemenin dışında, kendini açığa vurmaksızın donup sabit bir halde kalmıştır.
“Vav”a gelince; o ise kendini O’nun ismi olarak okutur, Makâdir’de, yani takdir vaktinde yaratılanları O’na yöneltip ulaştırır.
Nitekim O, kendisi hakkındaki bilgi gayb olduğu için, kendisini bizzat “Hû = O” diye vasfetmiştir.
İşte onlar da O’nunla O’na davet edenlerdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmuştur:
“Allah kendisinden başka ilâh olmadığına şâhitlik etmiştir.
Melekler ve adâleti yerine getiren ilim sahipleri de O’ndan başka ilâh olmadığına şâhitlik ettiler.” (Âl-i imrân: 18)
Onları misâk gününde kendisine davet ettiği vakit, bizzat “Bana” buyurarak:
“Şüphesiz ki ben Allah’ım. Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Bana kulluk et.” şeklinde davet etmiştir. (Tâ-hâ: 14)
Onlar da cümleten, toplu halde O’na kul olduklarını ikrâr etmişlerdir.
Onları kendisine ibadete davet ettiği zaman ise “Allah” İsm-i şerif’i ile davet ederek şöyle buyurmuştur:
“Bil ki Allah’tan başka ilâh yoktur.
Hem kendinin hem de erkek müminlerle kadın müminlerin günahlarının bağışlanmasını dile.” (Muhammed: 19)
Yine şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz ki ben Allah’ım. Benden başka hiçbir ilâh yoktur.
Bana kulluk et, beni anmak için namaz kıl.” (Tâ-hâ: 14)
O’nun “Hû = O” kavli, konuşup söylenebilmesi, delâlet ettirilmesi mümkün olmayan ilâhi isimdir.
“Ene = Ben” kavli, “Allah” ismi hakkında zamirleşmiş olan ilâhi isimdir.
“Allah” ise vasfedilene açıkça delâlet eden, aşikâr olan ve izâhı apaçık ortada olan ilâhi isimdir.
“Allâhu Nûru’s-Semâvâti ve’l-Ard” =“Allah Göklerin ve Yerin Nûrudur.” (Nûr: 35)
Buyruğunun Tefsiri (1)
O’nun:
“Allah göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misali, içinde lâmba bulunan bir kandil gibidir.” (Nûr: 35)
Buyruğunun tefsîri şöyledir:
[Ebu Abdullah Muhammed bin Alî el-Hakîm et-Tirmizî] -rahimehullâh- buyurdu ki:
Bu Âyet’le ilgili olarak istenildiği tarzda, her iyilik ve güzellik cihetinden pek çok şekilde tefsirler yapılmıştır.
Lâkin yüksek ilâhi hikmete mazhar olan hikmet ehli onu tefsir ederken, ilâhi marifet hazinelerinden çekip çıkararak; ilâhi ilhâmın kesitlerine göre akıl ehlinin diliyle de onu söyleyip anlatarak tefsir ederler ki; tâ ufuklara kadar uzanan alanlar kendisinden sorulabilsin…
Şu kadar var ki, O’nun -Azze ve Celle-:
“Allah göklerin ve yerin nûrudur.” (Nûr: 35)
Buyruğundaki ilâhi nûrların hepsi dokuzdur; onların her biri Allah’ın nûrundandır.
“Nûru’l-Evvel = İlk Nûr”a gelince; Güneşin nûru ve ışıkların üzerine örtünen ilâhi elbisedir.
“Nûrü’s-Sânî = İkinci Nûr” ise Kamer, yani Ay’dır. Onun üzerinde herhangi bir örtü ve elbise yoktur. Bu noktada onun mânâsı zâhiri bir örtü ve elbise değil, bâtıni anlamda bir örtü ve elbisedir.
Nitekim zâhiri örtü ve elbiseye göre her iki örtü ve elbise de birdir. Güneşin elbise ve örtüsü yeryüzünden, Ay’ın elbise ve örtüsü Kürsî’dendir. Tabii ki bu da mecâzi anlamdadır.
Tahkîk hususunda, gerçekte örtü ve elbiseden bahsettiğimiz zaman bu giysidir denilemez. Giysi, örtü ve elbiseden daha başkadır. Zira giysi avreti örter ve saklar, örtü ve elbise ise giyilip örtülünecek olan şeyi kıyafetlerden tefrik eder.
Daha doğrusu bu bizzat kendisidir, bu ise onun aslı ve aynıdır. İkisinin arasında bir farklılık ve uzaklık vardır.
Diğer bir nükte de; giysi nefsin ihtiyacını karşılar, örtü ve elbise ise kalbe ferahlık ve rahatlık verir. O, hakkında kendisiyle ilgili bir araştırma ve teftiş yapılmasına imkân vermeyen bir şeydir.
Şayet bunu yapmaya kastetseydim, yazdıklarım iyice uzayıp giderdi.
Şimdi biz, onun hakkında mevcut olan şeye dönelim:
Şu kadar var ki; “Nûru’s-Sâlis”, yani “Üçüncü Nûr” yıldızlar; “Nûrü’r-Râbi”, yani “Dördüncü Nûr” da gecelerin nûrudur.
“Nûrü’l-Hâmis”, yani “Beşinci Nûr” şimşeğin nûru, “Nûrü’s-Sâdis = Altıncı Nûr” ateşin nûrudur.
“Nûrü’s-Sâbi”, yani “Yedinci Nûr” gözün nûru; “Nûrü’s-Sâmin”, yani “Sekizinci Nûr” âzâların nurudur.
“Nûrü’t-Tâsi”, yani “Dokuzuncu Nûr”a gelince; o ise ilâhi nûrların başı ve sahipliğini elinde tutan hükümdârıdır.