“Ahkâm haricinde yapılan en küçük bir iş, bizi dalâlete götürür. Biz insanlar ibadet ederiz, Hazret-i Allah’ı çok zikrederiz ve fakat ahkâm mucibince hareket etmeyiz. Böylece de gayr-i ihtiyari fâsık durumuna düşeriz. Görünüşte halk bize “Ne güzel müslüman!” diye bakar. Hakk ise isyanımızı görür. İslâmiyet’i yaşamakla, “İslâm’ım” demek arasında çok büyük fark vardır. İslâm’ım demek isimde kalıyor. Hakikatine nüfuz edemiyoruz. İslâm’ı yaşamayı azmetmek; o yolun namzedi, mensubu, yürüyücüsü demek manasına geliyor. Gaye yaşamaya çalışmak. Gerçek müslüman bütün hâl ve haraketlerini, icraatlarını Kur’an-ı azimüşşan’a göre ayarlar. Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm-Efendilerimiz, en ince hususlarda bile Kur’an-ı kerim’e bakarak kendilerine yön verirlerdi. Biz ise yönümüzü, yolumuzu beğendik, ahkâm bize uysun istiyoruz. Ahkâm-ı ilâhiye’nin birisini beğensek, ötekisini yine bırakıyoruz. Hazret-i Allah; “Şöyle yürüyeceksin!” buyuruyor, biz ise arzumuz istikametinde yürüyoruz. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112) Âyet-i kerime’sine gelince hiçbirimiz orada yokuz. İslâmiyet bu mudur? Ya olduğumuz gibi görünmemiz, ya da göründüğümüz gibi olmamız lâzımdır.”
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri’nin sonsuz ikram ve ihsanları, sayılamayacak kadar çok nimetleri karşısında O’na kulluk etmemiz, itaat etmemiz, ahkâmına riâyet etmemiz gerekirken O’nun verdiği nimetlerle tefahür ediyor, Veren’i bilmiyor, tanımıyor, bir de O’na isyan ediyoruz. Büyük nimetler içinde büyük günahlar yapıyoruz.
Dinimiz ahlâkımızı güzelleştirmemizi, kötülüklerden ve kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Kötülüklerin zâhir ve bâtın olanlarından uzak bulununuz.” buyuruyor. (En’am: 151)
Gizli açık bütün günah, isyan ve küfürden kaçmamız, uzak durmamız emrediliyor.
“Günahın açığını da gizlisini de bırakın. Çünkü günah kazananlar yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.” (En’âm: 120)
Cenâb-ı Hakk diğer Âyet-i kerime’sinde o günahlardan kaçınanları büyük bir mükâfatla müjdeliyor:
“Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız şerefli bir yere yerleştiririz.” (Nisâ: 31)
Oysa bugün her türlü büyük günah alenen işleniyor. Büyük bir isyan var.
“Onların çoğunun günaha, düşmanlığa ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kötüdür!” (Mâide: 62)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri yaşadığımız bu âhir zamanı anlatmışlar, seyyiatın arttığı bu günleri haber vermişlerdi.
“Ahlâksızlık hakikaten memleket için çok büyük bir âfât, çok korkunç... Fâizle, fuhuş memleketi yıkar götürür. Ahlâk son derece sükut etti, fâiz son derece aldı yürüdü. Ahlâksızlık yayılıyor, evet nur da yayılıyor.”
Bu kadar ihsân-ı ilâhi karşısında ilâhi hükümlere karşı gelmek, şeytana uyup peşinden gitmek ve Hazret-i Allah’a isyan etmek yakışır mı?
“Ey insan! Engin kerem sahibi olan Rabb’ine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitâr: 6)
Rabb’inin ihsanına isyanla, sana olan merhametine taşkınlıkla karşılık vermek, O’nun engin ihsan ve ikramları karşısında isyan etmek yakışır mı?
Cenâb-ı Hakk müminlerin vasıflarını tarif ederken onların büyük günahlardan kaçındığını haber vererek şöyle buyurmuştur:
“Onlar ki günahın büyüklerinden ve hayasızlıklardan kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar işleyebilirler. Şüphesiz ki Rabb’inin mağfireti geniştir.” (Necm: 32)
Onun için çok dikkat etmek, çok korkmak lâzım. Hazret-i Allah’ın ahkâmını yaşamak, hududunu muhafaza etmek lâzım.
İlâhi hududu çiğneyince insan yoldan, raydan çıkar.
Hazret-i Allah’ın hükümlerinden, Sünnet-i seniyye’den ayrılmamak lâzımdır.
Allah-u Teâlâ bizi hudutlarla çevirmiştir. Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah’a tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah’ın hududunu koruyanlar... İşte bu müminleri müjdele!” (Tevbe: 112)
Nasıl ki her memleketin bir hududu, her kanunun bir hududu varsa, bu da Allah-u Teâlâ’nın çizdiği bir huduttur. Bu huduttan çıkıp inkâr eden, İslâm dâiresinden çıkmış olur.
O’nun hududunu aşmamak lâzım. Dosdoğru olmak lâzım. O’nun yolunda, rızâsında yürümek lâzım. Şayet dosdoğru olmazsa, O’nun hududunu aşarsa, nefsine uyarsa, şeytanın adımlarına uyarsa Cenâb-ı Hakk onlar hakkında;
“Bu hükümler Allah’ın hudududur. Kim Allah’ın hududunu aşarsa, kendisine yazık etmiş olur.” buyuruyor. (Talâk: 1)
Hudut daire-i saadet, merkez-i selâmettir.
Hududundan çıkmak demek “Helâk” demektir. Hudut saadettir. Hudud ötesine çıkarsan setin ötesine gidersin helâk olursun. Huduttan çıkmaması için nefsini katmaması lâzım. Nefsini kattı mı huduttan çıkar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kitap’a sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte biz ıslah edenlerin mükâfatlarını zâyi etmeyiz.” (A’râf: 170)
Onlar kitaba sımsıkı sarılırlar, mucibiyle amel ederler. Onların mükâfatını vermek Allah-u Teâlâ’nın üzerinedir.
“İndirdiğimiz bu Kur’an, feyz kaynağı mübarek bir kitaptır. Ona uyun, emirlerine bağlanın ve Allah’tan korkun. Tâ ki merhamet olunasınız.” (En’âm: 155)
Her işte iki rehber olacak: Kelâmullah ve Hadis-i şerif. Bu iki noktadan ayrılmadıkça biz istikametteyiz.
“Hepiniz topluca sımsıkı Allah'ın ipine sarılın.” (Âl-i imran: 103)
Âyet-i kerime'sindeki Allah'ın ipinden murad Kitap ve Sünnet'tir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz biat alırken, ilk biat şartı olarak Kitap ve Sünnet'te bulunan emirleri dinlemeyi ve itaat etmeyi şart koşmuştu.
Onun için Hazret-i Allah'ın kelâmına ve Resulullah Aleyhisselâm'ın beyanına riayet şarttır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Ben size iki şey bıraktım ki, onlara sımsıkı sarılıp tutunduğunuz müddetçe, katiyyen sapıtmazsınız. Birisi Allah’ın kitabı, diğeri ise Resulullah Aleyhisselâm’ın sünnetidir.” buyuruyor. (İmâm-ı Mâlik, Muvatta)
Bir kul rızâ-i ilâhi'yi kazanmak için Allah-u Teâlâ'nın bütün emir ve yasaklarına riayet etmeli, Resulullah Aleyhisselâm’a teslim olmalıdır.
“Peygamber’e itaat eden, muhakkak Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik.” (Nisâ: 80)
Bütün gaye ve gayretimiz Hazret-i Allah'a kendimizi sevdirmeye çalışmak olmalıdır. Bu yüzden Kur’an ve Sünnet üzere yürümeliyiz.
Ahkâm haricinde yapılan en küçük bir iş bizi dalâlete götürür.
Şeriat-ı mutahhara esastır.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Şüpheli şeylerden kaçınanlar, dinini ve namusunu korumuş olurlar.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 48)
Hazret-i Kur’an’ı ve Sünnet-i seniyye’yi yaşamak lâzımdır. Şeriat-ı Ahmediyye üzerinde Sünnet-i Resulullah’a tabi olmak, bidatlerden sakınmak şarttır.
“Peygamber’i kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın. İçinizden, birbirinin arkasına gizlenerek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah biliyor. Allah’ın emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belânın gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.” (Nûr: 63)
Bu isyan cezasız kalmaz, âfât olduğu zaman, bu âfât umuma gelir. Dilediğini cennetine koyar.
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu, Kitap’ta (Levh-i mahfuz’da) yazılıdır.” buyuruyor. (İsrâ: 58)
Önümüzde böyle bir durum var. Dünyayı Cenâb-ı Hakk yaptığı gibi yıkacak, fakat sâlih kulları dilerse kurtarır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Görmediler mi ki, biz kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettik.” (En’am: 6)
“İman edip Allah’tan korkanları ise kurtardık.” (Neml: 53)
Dilediğini kurtardı, ötekilerini helâk etti. O’nun adeti böyledir. Bu zamanda da dilediğini kurtarır, dilediğini helâk eder. Çünkü isyan cezasız kalmaz. Adeti sünneti budur.
Allah-u Teâlâ bir millete bir çok üstünlükler, birçok nimetler bahşeder. Niyetlerini değiştirmedikçe, meziyetlerini muhafaza edip ibadet ve taatlarına devam ettikleri müddetçe, Allah-u Teâlâ verdiği nimetleri üzerlerinden almaz. Onlar bu nimetin kıymetini bilmeyip yollarını değiştirir, ibadet ve taatlarını bırakır, ahlâklarını bozarlarsa, o nimetler ve o üstünlük kendilerinden alınır.
Bu hususta Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
“Bir millet (bir topluluk) kendi durumlarını değiştirip bozmadıkça, Allah onların durumlarını değiştirmez.
Allah bir millete kötülük diledi mi, artık onu geri çevirecek yoktur.
Onların Allah'tan başka koruyup kollayanları da yoktur.” (Ra'd: 11)
İnsanın bir yaratılış gayesi vardır. Oysa şeytan insanı bu gayesinden uzaklaştırmak, nefsinin heva ve heveslerinin kölesi yapmak ister.
Çünkü şeytanın vazifesi, niyeti ve gayesi budur:
“Andolsun ki ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım.” (Hicr: 39)
Nefsin arzuları ve ihtiyaçlarına meşru daireler içinde izin verilmiştir. Bu gibi arzu ve ihtiyaçlar karşılanırken bunların insanın esas yaratılış gayesini unutmasının önüne geçmesine izin verilmemiştir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsi’de buyurur ki:
“Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor.” (Taberânî)
Bu başkasından murad; şeytandır, nefistir...
İnsana en büyük düşmanlığı yapacak olan nefis ve şeytandır.
Gaye rızâdır. Hazret-i Allah rızâya uygun işlerden râzı olur, rızâya uygun olmayan işlerden râzı olmaz. İnsanoğlu bunun farkına varamaz. Sebebi? Nefis ve şeytan bu işleri yapar.
Allah-u Teâlâ kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğundan, şeytanın düşmanlığından korumak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor:
“Ey Âdemoğulları! Ben size ‘Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur!’ diye emretmedim mi?” (Yâsin: 60-61)
Bu bir emr-i ilâhidir.
Kendisini şeytana teslim eden kişi, ona ibadet ediyor demektir.
Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından emin olunmaz.
Şeytan, cehenneme çağıran bir simsar ve tellâldır.
Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması yakışmaz.
“Andolsun ki o sizden birçok nesilleri kandırıp saptırmıştır.” (Yâsin: 62)
Bu yüzden de başlarına ne türlü felâketler gelmiştir. Bu felâketler ve azapların haberleri her tarafa yayılmış ve asırlar boyu izleri devam edegelmiştir.
Bir Âyet-i kerime’sinde de şöyle buyuruyor:
“Şeytan şüphesiz ki sizin amansız bir düşmanınızdır, siz de onu düşman tutun. O kendi taraftarlarını, çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır.” (Fâtır: 6)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ’nın bu ilâhi emrine uyarak bizim de şeytana daha şiddetli düşmanlık yapmamız, bizi aldatmak istediği hususlarda yalanlamamız, muhalefet etmemiz gerekiyor.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise:
“Şeytanın adımlarına uymayın.” buyuruluyor. (Bakara: 208)
Çünkü şeytan Allah-u Teâlâ’nın müminlere ihsan ettiği iman sermayesini çalmak ve sapıklığa düşürmek için olanca gücü ile çalışır, âdeta ordusu ile hücum eder.
İlk olarak itikadı bozmaya çalışır. Çünkü insan amelde kusur edebilir, fakat itikadı sarsılıp imanı zedelenirse artık ondan hayır gelmez. Bu bakımdan Allah-u Teâlâ’ya çok sığınmak ve iman kalesini şeytana karşı muhkem tutmak, kendisine ve fitnelerine karşı daima uyanık bulunmak lâzımdır.
Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesinde bulunanların kalplerine şeytan nüfuz edemez. İhlâsla Mevlâ’sına bağlı kaldıkça, Allah-u Teâlâ onun zarar vermesine müsaade etmez.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Şeytanın inananlar ve Rabb’lerine güvenenler üzerine bir nüfuzu yoktur.” (Nahl: 99)
Onun için Cenâb-ı Hakk müminleri çok ciddi bir şekilde tembihliyor:
“Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın, aldatıcı şeytan Allah’ın affına güvendirerek sizi yoldan çıkarmasın.” (Lokman: 33)
Münafıklara gelince;
“(Münafıkların durumu) şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana: “İnkâr et!” der. İnkâr edince de: “Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabb’i olan Allah’tan korkarım.” der.” (Haşr: 16)
Nefis sünepelik yapıp, insanı daima arzusuna doğru yuvarlamak ister. Fakat Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir kulunu bağlılığı nispetinde tasarrufuna alır. O tasarruf sayesinde, nefsin arzularına meyletmez. Yoksa kul kendi hâline kalırsa, nefis yapacağını yapar. Şeytan da böyledir. Bir kul ihlâsla Allah’ına bağlı kaldıkça, Hazret-i Allah onun zarar vermesine müsaade etmez. Aynı kul nefsin sünepeliği sebebi ile Hazret-i Allah’tan boşaldığı nispette şeytana ruhsat verir. O ona yapacağını yapar. Az boşalmışsa az, çok boşalmışsa çok ruhsat verir. Hiç boşalmamışsa hiç vermez. Yani verilen ruhsat hata nispetindedir.
Nefsin meşru olmayan arzularına uymayı dinimiz haram kılmıştır. Nefis daima kötülüğe meyillidir.
Âyet-i kerime’de:
“Rabb’imin merhameti olmadıkça, nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder.” buyuruluyor. (Yusuf: 53)
Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“Vallahi ben, vefatımdan sonra Allah’a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum.” (Buhârî. Tecrîd-i sârîh: 661)
İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine “Cihad-ı ekber” denilmiştir. Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın sana yapacağı en büyük düşmanlık seni öldürmesidir. Bu ise şehâdetine vesile olduğu için, seni en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde ölürsen ebedi hayatın mahvolur.
Bunun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir.” buyurmuşlardır. (Beyhakî)
En büyük düşmanla mücadeleye girişildiği için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde:
“Hakiki mücahid, nefs-i emmâresi ile savaşan kimsedir.” buyurmuşlardır. (Tirmizî)
Vuslata erebilmek nefis ve şeytanla mücadeleye bağlı kılınmıştır.
Bir Âyet-i kerime’de:
“Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur. Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır.” buyuruluyor. (Şems: 9-10)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyor:
“Cehennem nefsin istekleri ile, cennet de nefsin hoşlanmadıkları ile örtülüdür.” (Buhârî. Tecrîd-i sârîh: 2035)
Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his ve meyillerinden arındırıp tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz.
Âyet-i kerime’de:
“Gördün mü o hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi?” buyuruluyor. (Furkan: 43)
İnsanlar nefislerinin hevâ heveslerine tabî olunca nizam ve intizam bozulur, hayatın gerçeklerinden uzaklaşılır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah altmış yaşına kadar ömür verdiği halde, (yaratanı ve yaşatanı tanımayan) kimsenin mazeretini kaldırmıştır.” (Buhârî. Tecrîd-i sârîh: 2020)
Hakk’a uymayıp, Hakk’ı kendi arzu ve heveslerine uydurmaya kalkışanlar hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Eğer hak onların heveslerine uysaydı, gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi.” (Müminun: 71)
Nefsin arzu ve heveslerine uymayanlar hakkında da Kur’an-ı kerim’de müjdeler vardır:
“Rabb’inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin ta kendisi olacaktır.” (Nâziat: 40-41)
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, bütün kötülüklerin bir bir ortaya çıktığı, âhir zamanı, bütün günahların işlendiği seyyiat zamanını yaşıyoruz. Dünya kurulalıdan beri kötülüklerin ayyuka çıktığı böyle bir devir gelmiş değil; şirk, küfür, günah, isyan, zulüm her şey var.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Bir memlekette zinâ ve fâiz yaygınlaşırsa, o memleket halkı Allah’ın azabını mutlaka helâl kılmış, hak etmiştir.” (Taberâni)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz bu zamanı haber veriyorlar, fâiz ve zinâ sebebiyle fuhuş ve isyan yüzünden gadâb-ı ilâhiye düçar olunacağını beyan ediyorlar.
Cenâb-ı Hakk’ın emirlerinin dinlenilmediği, adeta isyan edildiği, şeytan ve nefse uyulduğu, Resulullah Aleyhisselâm’a tabi olunmadığı, onun beyanlarına itaat edilmediği âhir zamanda yaşıyoruz.
Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmek, getirmiş olduğu esasların hepsini kabul etmeyi, Sünnet-i seniyye'sine sımsıkı sarılmayı, ahlâkı ile ahlâklanıp edebiyle edeplenmeyi gerektirir.
Âyet-i kerime'de:
“Resulullah size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının!” buyuruluyor. (Haşr: 7)
Bu emr-i ilâhîyi bizzat Hazret-i Allah buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.
“Onlar ki yanlarında bulunan Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o Elçi’ye, o ümmî Peygamber’e uyarlar. O Peygamber kendilerine iyiliği emreder, kötülükten men eder. Onlara temiz şeyleri helâl, çirkin şeyleri de haram kılar. Onların ağır yüklerini, sırtlarındaki zinciri kaldırıp atar. İşte o Peygamber’e inanan, saygı gösterip aziz tutan, ona yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa ve saâdete erenlerdir.” (A’râf: 157)
Oysa Resulullah Aleyhisselâm'ın her emrine itaat etmek farz olup, aykırı hareket etmek ise haramdır.
Ama bugün hem Resulullah Aleyhisselâm’a iman ve teslimiyette samimi olmayanlar hem de getirdiği ahkâm-ı ilâhiye’ye ve Sünnet-i seniyye’sine karşı çıkanlar kendilerini dünya ve âhirette helâk ediyorlar.
Binaenaleyh Resulullah Aleyhisselâm'ın Hadis-i şerif'lerini ve beyanlarını hafife alanlar imandan soyulmuştur.
Hadis-i şerif’lerde şöyle buyuruluyor:
“İmân-ı kâmil iki yarımdır. Bunların birisi yasakların işlenmesinden sakınmak, sabır; ve diğeri emirlere uymak ve itâat-i ilâhî’den ibâret olan şükürdedir.” (Camius-sağir)
“Muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçınandır.” (Buharî. Tecrîd-i sarîh: 10)
İlâhî emirler arkaya atılıyor ve hükümsüz sayılıyor.
Her gün katliam, tecavüz haberleri, hırsızlık, intihar vakaları duyuyoruz.
Hayâsızlık, kötülük, çirkeflik ve insana yakışmayan her türlü pislik almış başını gidiyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Hayânın azlığı küfür alâmetidir.” buyururlar. (Münâvî)
Bu hayâsızlık insanları imansızlığa sevketti. Hayasızlık ve imansızlık neticesinde de nesil bu hale geldi. Hiçbir hüküm tanımıyor.
Allah-u Teâlâ kesin olarak yasak ettiği halde, Âyet-i kerime’sinde:
“Şeytanın pis, murdar işidir!” buyurduğu halde, kadınlar da erkekler de her çeşit içkiyi içiyor, her türlü kumarı oynuyor.
Fâizciler hakkında;
“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 278-279)
Buyurulduğu halde fâizle iş görülüyor, hatta fâize “helâl” diyenler bile çıkıyor. Halbuki Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in emirlerini hiçe sayanlar otomatik olarak küfre girmiştir.
Allah-u Teâlâ nikâhlı yaşamayı meşru kıldığı halde, Âyet-i kerime’sinde:
“Zinâya yaklaşmayın, zirâ o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” (İsrâ: 32)
Buyurduğu halde gayr-i meşru yollar tutuluyor, Lût kavminin helâkına mucip olan kötülükler yapılıyor, eşine hayızlı ve nifaslı iken mukarenette bulunanlar çıkıyor.
Evlilikte en mühim şart dinî nikâh olduğu halde, mehir şart olduğu halde, kadının bu meşru hakkı verilmiyor. Mehirin adını bile duymayanlar var. Duysa bile yapmıyor, yapsa bile vermiyor, böylece nikâhsız ömür sürüyor.
Dinin öngördüğü nikâha önem verilmediği, ahkâma mucip âile hayatı yaşanmadığı için nesiller bozuluyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Zina gibi fuhşiyatın zuhuru yerin sarsılmasına mucib olur.” (Camiü’s-sağir)
Zinâ ve fuhuş çoğalmış hatta alenileşmiş, açıktan yapılıyor. Medya da bunu aşılamaya çalışıyor, böylece aile kökten sarsılıyor.
Kadın ve erkekler zıvanadan çıkmış, iffet ve namus kavramı unutulmuş...
Her türlü kötülüğün hoş gösterilmeye çalışıldığı ve yeni neslin bu konulara özendirildiği, İslâm ahlâkına ters düşen nefsani, şehvani duyguların ön plâna çıkarıldığı bir dönemden geçiliyor. Gerek TV’lerde gerek internet üzerinden sosyal medyada İslâmî, insanî, ahlâkî olmayan her şey mevcut. Kasten ve maksatlı olarak; diziler, programlar yapılarak, necip ve nezih bir millet olan bu nadide milletin çocukları bu şekilde aşılanarak kötülük yoluna daha küçük yaşlarda yönlendirilmeye; en başta zinâ ve fuhşiyata kötü ahlâka özendirilmeye çalışılmakta; asi ve zâlim, merhametsiz, vahşi, cani olmaya itilmekte; saygısız, sevgisiz, toplumdan kopmuş bir hayata zorlanmaktadır. İnternet ortamında her türlü melânet, her türlü yol, her türlü çıplaklık; akla hayale gelmeyen şeylerin peşinden koşulmaktadır.
Aile bağları koparılıyor, toplumdan uzaklaşıp bireyselliğe itiliyor, din, diyanet sorgulanıyor, psikolojik problemli nesiller ortaya çıkıyor. Şeytanın girdiği, nefsin yol bulduğu ve merak sebebiyle dipsiz kuyulara giriliyor. Oyun adı altında çocukken bilinçaltına intihar duygusu işleniyor. Bu sebeple bugüne kadar 150-200 civarında evlâdımızın internet oyunu ile intihar ettiği söyleniyor, beyinler uyuşturuluyor, insanlar ruhsal, mânevi çöküntü yaşıyor. Her gün intihar vakaları, ana babasına, eşine, çocuğuna şiddet ve vahşete dair haberler, katliamlar duyuluyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde;
“Belâ ve fitneden başka dünyanın hiçbir şeyi kalmadı.” buyuruyorlar. (İbn-i Mâce)
Ne hale geldik?
İslâm’ın emir ve hükümleri unutulmuş, mahrem sayılan aile hayatı aleni olarak teşhir edilir olmuş. Yapanlar da itibar sahibi yapılıyor ve tüm bu olanlar gayet doğalmış gibi gösterilmeye çalışılıyor.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“İnsanlara öyle bir zaman gelecektir ki, aralarında dini üzerine sabreden, ateşi elinde tutan gibidir.” (Tirmizî)
Bu güçlükler içerisinde azmeden, Allah’ına yönelen, yürümeye çalışan kimseler için hem dünyada hem de ahirette büyük saâdetler vardır.
Kişinin nefsine uyması ise kendisini uçuruma atması gibidir, kişiyi doğru cehenneme atar.
Binaenaleyh çok dikkat etmek, Allah-u Teâlâ’nın hükümlerine teslim olup, kendimizi kurtarmaya çalışmak lâzımdır. Bu zamanda; kadın-erkek, inanan-inanmayan hemen bütün insanların dünyanın cazibesine daldığı bu seyyiat zamanında; durum çok daha hassas ve çok daha tehlikeli bir hâl almıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Ümmetim üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm’ın yalnız ismi, imanın resmi, Kur’an’dan ise harf ve hurufat kalacak.
Gayretleri mideleri, dinleri para, kıbleleri karıları olacak. Onlar aza kanaat etmeyecekler, çok ile de doymayacaklar.”
İnsanlar bu hâle geldiği zaman bunlar zuhur edecek ve çeşitli ibtilâlara maruz kalacaklar. Bunun içindir ki içki, kumar, fuhuş, fâiz, denize çırılçıplak girilmesi gibi ve buna mümasil küfür âdetlerinin yerleşmesi, bunların yaygınlaşması, hakikatin kalkması ile artık insanlar her şeye müstehak olmuş demektir.
Kadınlar çılgın, erkekler sarhoş, orta tabaka şaşkın ve şuursuz, zenginler azgın.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Helâk edici yedi şeyden sakının!” buyurdular. “Yâ Resulellah! Bunlar hangileridir?” diye sorulduğunda şöyle buyurdular:
“1. Allah’a şirk koşmak,
2. Sihir yapmak,
3. Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmek,
4. Fâiz yemek,
5. Yetim malı yemek,
6. Savaşta cepheden kaçmak,
7. Namuslu müslüman kadınlara zinâ isnad etmek.” (Buharî. Tecrîd-i sarîh: 1172)
Bu yedi günahın dışında büyük günahlar olduğunu belirten başka Hadis-i şerif’ler de vardır.
Allah-u Teâlâ’nın nâmütenahi ihsanlarına ve nimetlerine karşı isyan etmek nankörlük demek olduğundan, aslında günahların hepsi büyüktür. Buna rağmen Hadis-i şerif’te beyan buyurulan yedi büyük günah, diğer bütün günahların anası olduğu için, hususiyetle bunlardan sakınmak lâzımdır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz etrafında ashabından bir cemaat olduğu halde buyurdu ki:
“Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacağınıza, hırsızlık yapmayacağınıza, zina etmeyeceğinize, çocuklarınızı öldürmeyeceğinize, kendiliğinizden uyduracağınız herhangi bir yalanla iftirada bulunmayacağınıza, dinen bilinen kulluk ve taatta isyan etmeyeceğinize dair bana biat ediniz.
Verdiği bu sözü yerine getirenin sevabı, Allah tarafından karşılanır. Kim ki bu sayılan günahtan birine düşer ve bu dünyada cezasını çekerse, bu onun günahının kefaretidir. Dünyada suçu gizli kalanın cezası Allah’a kalır. Allah dilerse onu bağışlar, dilerse azap eder.” (Buharî. Tecrîd-i sarîh: 18)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
“Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular. Bu yüzden azgınlıklarının cezasını çekecekler.” (Meryem: 59)
Bir bu ilâhî hükme bakın, bir de bu icraatlara bakın. Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor.
Yaratan Hazret-i Allah onu bir damla nutfeden, bir damla meniden yarattığı halde, hılkiyetine bakmıyor.
“İnsan bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir.” (Yâsin: 77)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ'ya hasım kesilerek, hükmünü bozmaya ve değiştirmeye kalkıyor.
“Çünkü insan çok zâlim ve çok câhildir.” (Ahzâb: 72)
Hadis-i şerif’te:
“Sizin en fenanız ahlâkı kötü olanınızdır.” buyuruluyor.
Daha önce de işaret etmiştik ki, dünya kurulalıdan beri böyle bir devir gelmiş değil. Helâk olan eski kavimler, sefahat içinde iken belâlara âfetlere uğramışlardı. Onların kabahatinden dolayı başlarına felâketler gelmişti. O kavimlerin yaptıkları kabahatlerin bugün hepsi yapılıyor, her kötülüğün anası bu devirde mevcut.
Bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
“Yoksa kötülük yapanlar bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!” (Ankebut: 4)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
“Allah bir kavme (bir topluluğa) azap indirince, bu azab onların hepsine dokunur. Sonra kıyamet gününde herkes kendi ameline göre haşrolunur. (Sâlihler mükâfatını görür, fâsıklar azap olunur)” (Buhârî. Tecrîd-i Sarih: 2119)
Âhir zamanda bütün bu ahlâksızlıklar yapılıyor, artık suç sayılmıyor ve hatta televizyondan, internetten, medyadan teşvik bile ediliyor.
Şehveti azdıran her şey yapılıyor. Fıtrata uygun mu, değil mi bakılmıyor.
Ve fakat zinâ, fuhuş ve benzeri gayr-i meşru hayâsızlıkların yaygınlaştığı bir memleketin başına herhangi bir felâket ve musibetin geleceğini Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz birçok Hadis-i şerif’lerinde haber vermişlerdir.
Allah-u Teâlâ Hûd sûre-i şerif’inin 82. ve 83. Âyet-i kerime’lerinde Lût kavminin helâk olma durumunu haber verirken nihayetinde şöyle buyuruyor:
“Bu felâket taşları zâlimlerden uzak değildir.” (Hûd: 83)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Cebrâil Aleyhisselâm’a: “Zâlimlerden murad kimdir?” diye sorduğu zaman:
“Senin ümmetinin zâlimleri de dahildir!” buyurdu.
Allah-u Teâlâ felâket taşlarının eninde sonunda bütün zâlimlere erişeceğini haber vermekle; günahlarında ısrar eden, zulümlerinin ardı arkasını kesmeyen bütün müşrikleri ilâhî azap ile korkutmakta ve uyarmaktadır.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Bu ümmetten bir grup olacak ki, yemek, içmek, oynamakla geceleyip maymun ve domuz olarak sabahlayacaklar. Allah'a yemin ederim ki onlara yer sarsıntıları ve gökten yağan taşlar isabet edecektir. Öyle ki halk sabahlayınca "Bu gece falan topluluk yere gömülmüştür, falan topluluğun evleri bu gece yere batmıştır." diyecekler. Allah'a yemin ederim ki, içki içtikleri, ipekli giydikleri, kadın oynattıkları, faiz yedikleri, akraba ziyaretini kestikleri ve başka yaptıklarından, Lût kavmine, o kavmin çeşitli kabilelerine ve evlerine taş yağdığı gibi, onların üzerine de gökten taş yağacaktır. Allah'a yemin ederim, aynı şeylerden dolayı Ad kavminin muhtelif kabile ve evlerini tahrip eden akim rüzgâr onlara da musallat kılınacaktır.” (Ahmed bin Hanbel)
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“De ki: ‘Rabb’im hayâsızlığın açığını da gizlisini de, günahı, haksız yere haddi aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.’” (A’râf: 33)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyurdular ki:
“Hayâ ile iman bir arada bulunur, birbirinden ayrılmazlar. (yani biri gidince öteki de kalmaz).” (Câmiu’s-Sağîr)
Hayâ, bir müminde bulunması gereken en mühim hususiyetlerden birisidir.
“Utanmazsan dilediğini yap!” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 2002)
Hadis-i şerif’i müslümanların en belirleyici ahlâki vasfını ve terbiyesinin karakterini belirlemektedir.
Yine;
“Hayâ imandandır.” buyurulmuştur. (Buhâri)
Enes -radiyallahu anh-in rivâyet ettiği diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Her dinin bir ahlâkı vardır, İslâm’ın ahlâkı da hayâdır.” (İbn-i Mâce: 4181)
Durum böyle olunca işi ciddi tutmak, Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’ın hükmünün olduğu yerde mahlûkun hükmünün geçmeyeceğinin idraki içinde olmak gerekir.
Diğer bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Fuhuş ve ahlâksızlık açıkça yapılıncaya ve dirhem ile dinara tapılıncaya kadar, şöyle şöyle oluncaya kadar kıyamet kopmaz.” (Ahmed bin Hanbel)
•
Şu Hadis-i şerif o kadar mühimdir ki insanların çok korkması lâzımdır.
“Bir memlekette zinâ ve fâiz yaygınlaşırsa, o memleket halkı Allah’ın azabını mutlaka helâl kılmış, hak etmiştir.” (Taberâni)
Bu iki zulmanat bugün mevcuttur ve meşru görülüyor. Zinâ ve fuhuş alenileşmiş her yerde görülmekte, fâiz her hususta karşımıza çıkmaktadır.
Cahş’ın kızı Zeynep -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bir kere telâşla: ‘Lâ ilâhe illâllah’ diyerek odama girdi. Baş parmağıyla onu takip eden (şehadet) parmağıyla halka yaparak;
“Yaklaşan fitne ve belâdan vay Arapların haline! Bugün Ye’cüc ve Me’cüc seddinden bu kadar delik açıldı.”
Bu sırada ben; ‘Yâ Resulellah! İçimizde bu kadar sâlihler varken biz de helâk olur muyuz?’ diye sordum.
“Evet fısk-ı fücür, fuhuş, masiyet çoğalınca (helâk olursunuz)” diye cevap verdi.” (Buhari Tecrîd-i sarîh: 1372)
Zinânın çoğalması kıyamet alâmetlerindendir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İlmin kalkması, cehaletin kökleşmesi, çeşitli içkilerin içilmesi, zinânın çoğalması kıyamet alâmetlerindendir.” (Buharî. Tecrîd-i sarîh: 71)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde en büyük tehlikeyi haber veriyor:
“Zinâya yaklaşmayın. Çünkü o, şüphesiz hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” (İsrâ: 32)
Buyurarak zinânın hayasızlık olduğunu ve çok kötü bir yol olduğunu beyan buyuruyor.
Âyet-i Celîle’de “zinâ etmeyiniz!” denilmiyor da, “zinâya yaklaşmayınız!” şeklinde emir veriliyor. Çünkü insanı tahrik ederek zinâya götüren şehvet duygusundan ve tehlikelerden emin olmak, ancak zinâya yaklaşmamakla mümkün olur. Yaklaşıldığı takdirde bu emniyeti sağlamak güçleşir.
Bunun içindir ki, dinimiz zinâyı haram kılarken, ona götüren bütün hâl ve hareketleri şiddetle yasaklamış, zinâ kapısını kapatmıştır. Bu kapalı kapıdan içeri girenler hakkında ilâhi hükümler son derece ağırdır:
“(Bekâr olup da) zinâ eden kadın ve zinâ eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dinini tatbik hususunda o ikisine merhametiniz tutmasın. Müminlerden bir topluluk da onlara yapılan cezaya şahit olsun.” (Nûr: 2)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den rivayet edilen tatbikata göre; evli olup da zinâ eden erkek ve kadınlar recmedilirler.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivâyet edilmiştir:
“Bedevîlerden birisi Resulullah Aleyhisselâm’a gelip “Yâ Resulellah! Size Allah namına yemin eder ve yalnız Allah’ın Kitab’ı ile hükmetmenizi dilerim.” diyerek yanındaki Ârâbîden dâvâcı oldu. Öbür hasım ise daha dirayetli ve edepli idi. O da “Evet yâ Resulellah! Aramızda Kitabullah ile hükmet, fakat bana müsaade buyur da anlatayım.” dedi, devam etti.
“Benim bir oğlum bu adamın çobanı idi, nasılsa bunun karısı ile zinâ etmiş. Duydum ki her zinâ eden taşlanarak öldürülürmüş. Oğlum bundan kurtulsun diye bunlara yüz koyun bir câriye vererek oğlumu kurtarmıştım. Sonra öğrendim ki bekâr oğluma yüz değnek had ile bir sene sürgün cezası varmış, bunun karısı da taşla öldürülecekmiş. Allah’ın hükmü böyle ise koyunlarımı ve câriyemi geri versin.”
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; “Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki aranızda Kitabullah ile hükmedeceğim. Câriye ve koyunlar sana geri verilir, oğluna yüz değnek vurulur ve bir sene sürülür.” buyurdu. Sonra ashaptan Üneys’e “Ey Üneys! Şu dâvâcının karısı olan kadına git, günahını itiraf ederse onu recmet, Allah’ın emrini uygula!” diye emir verdi.
Üneys gitti. Kadın şahitlerin yanında fenâlığı itiraf etmesi üzerine Resullullah Aleyhisselâm’ın emri ile recmolundu.” (Buharî. Tecrîd-i sarîh: 1162)
Çünkü zinâ öyle bir hayâsızlıktır ki, neticesinde neseb bozulur, nesiller soysuzlaşır, iffet ve namus kalkar, içtimâî ve ahlâkî birtakım fitneler-husumetler başgösterir, aile-hısım-akraba bağları kopar. Evlenen kişi, kiminle evlendiğini bilemez hâle gelir. Birçok hastalıklar salgın halinde kitleleri yok eder.
Hadis-i şerif’lerde şöyle buyuruluyor:
“Zinâdan sakınınız. Zira zinâda dört hâl vardır. Yüzde olan güzellik nurunu, rızıkta olan hayır ve bereketi giderir. Cenâb-ı Allah’ın gadabını ve uzun süre cehennem azâbına uğramayı gerektirir.” (Câmiu’s-Sağîr)
“Zinâ, fakirlik meydana getirir.” (Münâvî)
“Kim iki çene arasını (haram lokma ve kötü sözden), iki bacak arasını (zinâ ve kötülüklerden koruyacağına) bana söz verirse ben de ona cenneti söz veririm.” (Buharî. Tecrîd-i sarîh: 2032)
En mühimi de uhrevî zararlarıdır ki, bu gibi kimselerde Allah korkusu ve ahiret endişesi zayıflar, kalbi kararır.
İmanı çıkar. Bir insan zinâ edeceği zaman imanı çıkıyor ve öyle zinâ yapıyor. İmanlı iken zinâ yapmıyor. Bedenden ruhun çıkması nasıl bir durum ise imanın çıkması da öyledir. Ta ki tevbe ile iman tekrar dönüp girsin.
Hadis-i şerif’lerde şöyle buyuruluyor:
“Bir kul zinâ ettiği zaman, iman nûru kalbinden çıkar, bir gölge gibi başının üstünde durur. Ancak tam bir tevbe ettiği zaman dönüp kalbine girer.” (Câmiu’s-Sağîr)
“Bir kimse zinâ ederse imanı ondan çıkar. Şu kadar var ki tam bir pişmanlıkla hâlisan tevbe ederse affolunur.” (Tirmizî)
Onun için zinâ çok kötü bir yoldur.
“Şüphesiz zinâ eden kimselerin vücudu kıyamet gününde ateş kesilir, fırın gibi alev alır parlar.” (Câmiu’s-Sağîr)
İnsan âzâlarının da zinâsı vardır. Zirâ haram ve çirkin işlerde kullanılan bütün bu âzâlar kötü işlere uzanmakla zinâ etmiş gibi olurlar.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri’nden rivâyet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Âdemoğluna zinâdan nasibi yazılmıştır. Şüphesiz o, bu âkıbete erişecektir. Gözlerin zinâsı (haram olan erkek ve kadınların şehvetle birbirine) bakmasıdır. Kulakların zinâsı (fuhşa dair şeyleri) dinlemektir. Dilin zinâsı (söylenmesi haram olan şeyleri) konuşmaktır. Elin zinâsı (mahremi olmayan kimselere) dokunmaktır. Ayağın zinâsı (gidilmesi haram olan yere) adım atmaktır. Kalbin de zinâ temennisi ve iştihâsı vardır. Irz ise, bu âzânın arzularını ya fiiliyata koyar, ya da sarf-ı nazar ederek yalanlar.” (Buharî-Müslim)
O gün gelmezden evvel tevbe edip Allah ve Resul’üne yönelenlere ne mutlu! Allah-u Teâlâ dilediğini dilediği şekilde kurtarır. Bu gibi kimselerin dünyası saâdet olur. Çünkü o Hakk ile idi halk ile değil.
Şu Âyet-i kerime’yi düşün ve günahlarına tevbe et! Hazret-i Allah’tan affını iste! Allah’ın dinini, Resulullah Aleyhisselâm’ın sünnetini yaşamayı gaye edin ve azmet!
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. O yine de çoğunu affeder.” (Şûrâ: 30)
Allah-u Teâlâ büyük bir rahmet olmak üzere erkek ve kadın müminlere ayrı ayrı hitap ederek gözlerini bakılmaya uygun olmayan yerlere bakmaktan sakınmalarını emir buyurmuştur:
“Resul’üm! Mümin erkeklere söyle. Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar!” (Nûr: 30)
Müminlere yakışan yabancı kadınlara bakmamaktır.
Erkeklerin gözlerini sakınması, kadınların iffetini korumak içindir.
“Mümine kadınlara da söyle. Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar.” (Nûr: 31)
Allah-u Teâlâ kadının örtünmesini emrederken, buna riâyet hususunda erkeği de kadını da uyarmaktadır.
Göz, kalbin anahtarı; bakış, fitne ve fesadın elçisidir. Gözler ne derece korunursa şeytana o derece fırsat verilmemiş, kötü düşüncelerden ve alışkanlıklardan uzaklaşılmış olur.
Vedâ haccında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Medine-i münevvere’den hareket ettiğinde, terkisine amcası Abbas -radiyallahu anh-in oğlu Fazl -radiyallahu anh-i almıştı. Yolda genç bir kadın bir mesele sormak için yaklaştığında Fazl kadına bakmaya başladı. Kadın da son derece güzel olan Fazl’a bakıyordu. Bu durumu gören Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Fazl’ın çenesinden tutup öbür tarafa çevirdi. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 752)
Böylece, arzuyla bakmanın haram olduğunu fiilen açıklamış oldu.
Harama bakmakla bir kısım hayaller başlar ve insanı Allah’ı anmaktan alıkoyar. Kalp aynası lekelenir, hafıza dağılır. İnsan böylece şeytanın menziline girmiş olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Helâl olmayan şeylere bakmak, şeytanın zehirli oklarından bir oktur.”
Gözleri menhiyata kapamak, korunmanın en güzel yoludur. Ani göze çarpan bir harama ısrarla tekrar bakılmamalıdır.
Bir müslümanın şehvetle bakabileceği kadın yalnızca eşidir. Karı-kocanın birbirine karşı avreti yoktur. Bunun dışında hiç kimseye şehvetle bakmak câiz değildir. Şehvetle bakmanın ölçüsü “Devamlı bakmak”tır.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e şöyle buyurmuştur:
“Yâ Ali! Yabancı kadınlara ısrarla ve arka arkaya bakma. İlk bakış için bir vebâl yoktur. İkinci defa bakman ise sana yasaktır.” (Ebu Dâvud)
Zira bu görüş, insanın iradesi dışında olmuştur. Görür görmez gözünü başka tarafa çevirirse bunda bir günah yoktur. Fakat bakmaya devam ederse günahkâr olur.
Cerîr -radiyallahu anh- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e ansızın görmeyi sordum. Bana gözümü çevirmemi emretti.” (Müslim: 2159)
Namahrem bir kadının elinden ve yüzünden başka yerlerine bakmak haramdır. İhtiyaç olmaksızın eline ve yüzüne bakmak bile mekruhtur.
Vücut hatları belli olacak kadar ince veya bedene yapışık dar elbise üzerinden bakmak, doğrudan bakmak gibidir.
Erkeklerin avret mahalli olan göbek altından diz kapaklarının altına kadar olan kısımlara bakmak haramdır. Bir kadının diğer bir kadının bu kısımlarına bakması da haramdır.
Gözü sakınmakla Allah-u Teâlâ’nın emri tutulmuş, bir ok gibi kalbi yaralayan manzaralardan korunmuş olunur. Kalp kuvvetlenmiş ve nurlanmış, şeytanın giriş yolları kapatılmış olur.
Lût Aleyhisselâm’ın kavmi Allah-u Teâlâ’nın erkekler için yarattığı kadınlarla birleşmek yerine, erkeklere karşı sapık cinsî temayüle sahip bulunuyorlardı. Bu çirkin işleriyle şöhret yapmışlar, livâta onların simgesi haline gelmişti.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Lût’u da gönderdik. Kavmine dedi ki:
Sizden önce âlemlerden hiçbirinin yapmadığı hayâsızlığı mı yapıyorsunuz?
Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere gidiyorsunuz. Doğrusu siz çok aşırı giden bir kavimsiniz.” (A’râf: 80-81)
Daha önce hiç kimsenin yapmadığı, hatırına bile getirmediği bu suçu nihayet Sedum halkı işlemişti.
Kavmini Allah’ın varlığına ve birliğine, ahiret hayatına, oradaki hesaba inanmaya çağırmanın yanısıra; bu ahlâksızlıklarına karşı mücadele ediyor, yaptıklarının bid’at olduğunu, ilâhî yaratılışa aykırı düştüğünü, bu cinsî sapıklığa kendilerinden önce hiçbir kimsenin düşmediğini hatırlatıyordu.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Lût’u da gönderdik, kavmine dedi ki:
Siz göz göre göre hâlâ o hayasızlığı yapacak mısınız?
Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşacaksınız? Doğrusu siz câhil bir kavimsiniz.” (Neml: 54-55)
Sedum halkı hayâ etmeksizin sıkılmaksızın açıktan açığa livâta yapıyorlar, ceza gerektiren bu şehvet tutkusunun nasıl bir ceza getireceğini düşünmeyecek kadar cehâlet ve gaflet içinde bulunuyorlardı.
Putperestlik ve cinsî sapıklık iliklerine işlemiş, hücrelerine sızmıştı. Hayâsızlıkları o derece artmıştı ki, bütün ilgileri ve behimi zevkleri bu iğrenç işe bağlanmış kalmıştı. Gözleri dönmüş serseri gürûh, kadınların kendilerini tahrik etmediğini ileri sürüyorlar, bu tabii yolun kendileri için tamamen kapalı olduğunu söylemekten çekinmiyorlardı.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Lût’u da gönderdik. O kavmine şöyle demişti:
Doğrusu siz, daha önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz.
Erkeklere yaklaşıyor, yol kesiyor ve toplantılarınızda edepsizce şeyler yapmıyor musunuz?” (Ankebût: 28-29)
Öyle bir illete yakalanmışlardı ki, bu pis işi aralarında yaygınlaştırıp ona meşruluk kazandırmaya çalışıyorlardı. Livâtayı alenî olarak toplantılarda, herkesin gözü önünde işlemekten çekinmedikleri gibi, bununla da iftihar ediyorlardı.
İçlerinden hiçbiri diğerini ayıplamıyordu. Birbirinden hiç mi hiç utanmıyorlardı. Toplantı yerlerinde uçkur çözüyorlar, karşılıklı olarak yellenme yarışına giriyorlar ve birbirlerine gülüşüyorlardı.
Kadınlarla evlenmeyi bırakan erkekler olduğu gibi cinsî sapıklığını karılarına uygulayan erkekler de vardı. Erkekler birbirleriyle münasebet kurduğu gibi, kadınlar da aynı şekilde birbirleriyle ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyorlardı. Erkek erkekle, kadın kadınla kendini tatmin ediyordu. Bu sapmışlıklarının kendilerini hayvanlıktan da aşağı bir mertebeye düşürdüğünü farkedemiyorlardı. Zira hayvanların bile hiçbir zaman hemcinsleriyle çiftleştiği görülmüş değildir.
Lût kavmi aynı zamanda yol kesici idiler. İnsanların yolunu keser, ellerine geçeni öldürür, mallarını alırlardı. Gelip geçenlere müstehcen şakalar yaparlar, şakalaşırken ahlâk sınırlarını aşarlar, ıslık çalarlar, rahatsız etmek için ellerinden geleni yaparlardı.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Lût andolsun ki bizim yakalamamıza karşı onları uyarmıştı. Fakat onlar bu uyarıları şüphe ile karşıladılar.” (Kamer: 36)
Kalplerindeki bu maraz, iman etmelerine engel oldu.
Nihayet vâdedilen ilâhî hükmün inme zamanı gelmiş bulunuyordu:
“Bir sabah erken kendilerine, önü alınmaz bir azap gelip çattı.” (Kamer: 38)
Yakalarını bir daha bırakmayacak olan azap başlarına gelmiş bulunuyordu.
Onlara denildi ki:
“Azabımı ve uyarmalarımı dinlememenin âkıbetini tadın!” (Kamer: 39)
Elem verici azabımı görün!
“Doğrusu onlar yoldan çıkmış kötü bir kavim idi.” (Enbiyâ: 74)
Hidayetten mahrum, bütün iyiliklerden ve güzelliklerden uzak, her türlü kötülüklerle içiçe idiler.
Allah-u Teâlâ onlara önce korkunç bir ses duyurmuş, sonra memleketlerinin üstünü altına getirmiş, daha sonra da üzerlerine taş yağdırmıştır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Tanyeri ağarırken o korkunç çığlık onları yakalayıverdi.
Şehirlerinin üstünü altına getirdik. Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.” (Hicr: 73-74)
Güneş doğarken yok edici azabın gürültüsüne yakalandılar. Böylece onlar üç türlü azaba uğratılmış oluyorlardı.
Koca bir şehir dağıyla-taşıyla, canlısıyla-cansızıyla ve evleriyle barklarıyla gökyüzüne kaldırılmış, sonra ters çevrilerek üstü altına getirilmiş, üzerlerine sert taşlar yağdırılmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Vaktaki azap emrimiz gelince, o memleketin altını üstüne getirdik. Ve tepelerine Rabb’inin katında damgalanmış ve pişirilmiş balçıktan taşları arka arkaya yağdırdık.
Bu felâket taşları zâlimlerden uzak değildir.” (Hûd: 82-83)
Bu taşlar yeryüzü taşlarına benzemeyen hususi taşlardı. Her taşın üzerine o taş kime atılacaksa onun ismi yazılmıştı. Bu taşlar ilâhî kudret eliyle atılıyordu. O taşlar o şehir halkının üzerine indiği gibi, diğer şehirlere dağılmış olanların üzerlerine de inmiş, sonunculara varıncaya kadar helâk etmiş, Lût kavminden hiç kimse kalmamıştır. Memleketin altı üstüne geldikten sonra yağmur gibi taşlar yağdırılması, cezalandırmanın tam olması içindir. Sâlih Aleyhisselâm’ın kavmine gelen şiddetli çığlıktan sonra bir de zelzele olması gibi.
Bir milletin bütünüyle yok olup tarih sahnesinden silinmesi için, bundan daha büyük ve şiddetli bir felâket olamaz. Kısa bir süre içinde şehir belirsiz hâle geliverdi.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Üzerlerine öyle bir yağmur indirdik ki! Ne kötü idi azapla korkutulanların yağmuru!” (Şuarâ: 173 - Neml: 58)
Bu yağmur yeryüzünü sulayan rahmet yağmuru değil, uyarıldıkları hâlde yola gelmeyenlerin başına yağdırılan taş yağmuru idi.
“Geride kalanların üzerine öyle bir taş yağmuru yağdırdık ki!
Bak işte! Suçluların sonu nasıl oldu?” (A’râf: 84)
Lût kavmi, kasırgaları beraberinde taşıyan bu öldürücü yağmura yakalandılar. Çünkü onlar sadece bu ahlâksızlıkları ile Allah’ın gazabını insanların üzerlerine çekmeye yetecek bir günahın içine düşmüşlerdi. İlâhî hüküm takdir doğrultusunda orada bulunanların tamamını kaplayacak şekilde indi, Allah-u Teâlâ onların yeryüzünden bütünüyle silinmesini ferman buyurdu.
Allah-u Teâlâ onları hiçbir topluluğu helâk etmediği bir helâk ile yok etmiş, varlıklarını temelden silmiş atmıştır. Böylece inançsızlıklarının, ahlâksızlıklarının cezasını bulmuş oldular.
“Lût kavmine gelen azap size de gelebilir. Başınıza âfetler yağar, memleketiniz altüst olur. Onlar kendilerini Allah’a karşı savunamadıkları gibi, sizler de savunamaz ve korunamazsınız.”
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“İbrahim kavmi de Lût kavmi de yalanlamıştı.
Amma ben o kâfirlere önce mühlet verdim. Sonra da onları yakalayıverdim. Beni tanımamak nasılmış görsünler!” (Hacc: 43-44)
Her biri bir felâkete uğrayarak kahrolup gittiler!
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Lût kavmi de uyarıcı peygamberini yalanladı.
Biz de üzerlerine taş yağdıran bir rüzgâr gönderdik. Yalnız Lût ailesini katımızdan bir rahmet olarak seher vakti kurtardık.
Biz şükredeni işte böyle mükâfatlandırırız.” (Kamer: 33-35)
İman edenleri kurtarmak üzerimize haktır.
Lût Aleyhisselâm ve beraberindekiler ilâhî emir gereğince gecenin sonuna doğru yurtlarından çıkıp başka bir sahaya varmış bulunuyorlardı. Kavmi seher vakti helâk olurken, onlar kurtuluşa eriştiler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Biz de onu ve âilesini kurtardık. Yalnız karısı müstesnâ. Onun geride kalanlar arasında olmasını takdir ettik.” (Neml: 57)
Çünkü o Allah-u Teâlâ’yı inkâr etmişti ve onların dinleri üzere idi, onlara yardımcı oluyordu.
“Biz de onu ve âilesini kutardık. Yalnız karısı geride kalıp helâka uğrayanlardan oldu.” (A’râf: 83) (Bakınız: Sâffât: 134-135 - Şuarâ: 170-171)
Ahlâksız kavimle birlikte yok olup gitti. Çünkü küfre rızâ küfür olduğu gibi, kötülüğü hoş gören de o kötülüğü işleyen gibidir.
“Sonra diğerlerini hep helâk ettik.” (Sâffât: 136 - Şuarâ: 172)
Memleketleri alt-üst getirilerek, üzerlerine taş yağdırılarak korkunç bir şekilde yok edildiler.
Bunca hayâsızlığı bunca kötülüğü işledikten sonra çöplüklerinde dünyalarını değiştirdiler. Ahiretlerine iyi bir şey götürmeleri ne mümkün! Yaptıklarının karşılığı olarak sonsuz bir azap çekecekler, kıyamete kadar da bu şekilde anılacaklardır.
•
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetim için en çok korktuğum şey, Lût kavminin amelidir.” (Tirmizî: 1457 - İbn-i Mâce: 2563)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu iğrenç işi işleyenler hakkında Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Lût kavminin kötü fiilini işleyenler melûndur.” (Tirmizî)
“Lût kavminin kötü fiilini işleyenlere Allah lânet etsin.” (Ahmed bin Hanbel)
“Ümmetimden Lût kavminin fiilini işleyerek ölen kimseyi Allah, cesetlerini Lût kavminin yanına nakledip onlarla haşreder.” (Camiu’s-sağîr)
“Bu sapıklığı yapanlar çoğalırsa, Allah halkın üzerinden himayesini kaldırır, nerede helâk olursa olsunlar mühimsemez.” (Taberânî)
Kadınlara arka uzvundan temas etmek de livatadır, şiddetle haramdır.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allah-u Teâlâ, erkeğe temas eden veya kadına arka uzvundan temas eden erkeğe (kıyamet günü) rahmet nazarı ile bakmaz.” (Tirmizî: 1165)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Kadına arka uzvundan temas eden kimse melundur.” (Ebu Dâvud: 2162)
Bu fenalıklar yaygınlaşırsa artık her türlü felâket beklenebilir. Âilelerin dağılmasına ve çökmesine, memleketin zevaline sebep olur.
Bu hayâsızlık insanları imansızlığa sevketti. Hayasızlık ve imansızlık neticesinde de nesil bu hale geldi. Hiçbir hüküm tanımıyor.
Bir de haram lokma. Küffar bu necip milleti hiçbir şekilde yenemedi, bozamadı. Ancak fâizi sokmakla, haram lokmayı tattırmakla, bu güzel millet bozuldu.
Dinimiz fâiz ile fâizin girdiği bütün kazanç yollarını kesin olarak haram kılmıştır.
Haram oluşu hem Âyet-i kerime hem Hadis-i şerif ile sabittir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Fâizi yemeyiniz.” buyuruyor. (Âl-i İmran: 130)
Fâiz Kur’an-ı kerim, Sünnet-i seniyye ve icma ile haram kılınmıştır. Fâiz kesinlikle kat’i olarak haram olduğu için bu fiili işlemek, yemek cezayı gerektirir.
“Allah alış-verişi helâl, fâizi haram kılmıştır.” (Bakara: 275)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Allah fâiz yiyeni, yedireni, şahitlerini ve kâtibini lânetlemiştir.” (Tirmizî)
Hadis-i şerif’teki “Fâiz yiyen”den maksat fâiz alandır. Fâiz aldıktan sonra yese de yemese de hüküm aynıdır. “Fâiz yediren”den maksat ise fâiz verendir. Fâizli muâmeleye şahitlik edenler ile kâtiplik yapanlar da aynı suça ve aynı günaha ortaktırlar.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- fâiz yiyene, yedirene, şahitlerine ve kâtibine şüphesiz lânet etti.” (İbn-i Mâce: 2277)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bunları lânetlemesinin sebebi, bunların ilâhî rahmetten uzak olduklarını bildirmek ve bunların ilâhî nimetten uzak kalmalarını dilemektir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bedduâsının Allah katında makbul olacağı şüphesizdir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Fâiz yetmiş çeşit günaha sebeptir. Bunların en hafifi, kişinin anası ile zina etmesi gibidir.” (İbn-i Mâce: 2274)
Yani fâizin pek çok çeşidi vardır, hepsi de günahtır. En hafifi sayılan fâizin günahı, kişinin kendi anası ile zinâ etmesi kadar ağır bir günahtır.
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz fâizin her çeşidinin günahını otuz altı zinâya eşit saymıştır.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Fâizle malını artırmaya çalışan hiçbir kimse yoktur ki, işinin âkıbeti malının azalmasına dönüşmesin.” (İbn-i Mâce: 2279)
Bu gibi kimselerin bu yolla zenginleştiklerini görmek mümkündür. Şu kadar var ki bunların servetlerinin ömrü kısa olup eninde sonunda iflâs ettikleri bir gerçektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyurur ki:
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Andolsun, insanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, onlardan fâiz yemeyen (yani almayan) hiçbir kimse kalmayacaktır. Artık fâiz yemeyene de fâizin tozu konacaktır.” (İbn-i Mâce: 2278, Ebu Dâvud)
Yani kişi fâiz alıp-vermediği halde fâizle iştigal edenlere misafir olup yemeklerini yemekle, hediyelerini kabul etmekle fâizin tozu kendisine bulaşır.
Bunun da sebebi, bugün ekseri insanlar fâizle iş görüyor. O alıp vermiyor amma, fâizci ile alış-veriş yaptığı için onun tozu ona dokunacak.
Buna rağmen nice takvâ sahipleri vardır ki, kendilerini fâize bulaşmaktan korurlar ve bu gibi kimseler her devirde bulunurlar.
Bu Hadis-i şerif Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bir mucizesi olarak zamanımızda tahakkuk etmiştir. Öyle ki fâizcilik yaygınlaşmış ve herkese sirayet eden bir hastalık haline gelmiştir. Zengin olsun fakir olsun her tabakadan insan fâize tevessül etmektedir. Oysa fâizcilik kesinlikle haram kılınmış olup hiçbir zaman hiçbir kimse için buna ruhsat verilmemiştir.
“Fâizde alan-veren eşittir. (günaha ortaktır.)” (Müslim)
Halk fâize alıştı, umursamaz oldu. Kuvvetli ve kesin bir haram olduğu unutuldu.
Fâizin helâl olduğunu iddiâ etmek küfürdür.
Âyet-i kerime’lerde:
“Ey iman edenler! Allah’tan sakınınız. Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın. Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin. Eğer fâiz almaktan tevbe ederseniz, ana paranız yine sizindir. Böylece ne kimseye haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.” buyuruluyor. (Bakara: 278-279)
Fâizciler hakkında buyurulan hem lâfzî hem de manevî ve şiddetli tehdit hemen hemen başka hiçbir tahrim âyetinde yer almış değildir.
Allah ve Resul’üne harp ilân etmiş olan bu gibi kimseler en şiddetli bir dil ile lânetlenmişlerdir.
Aslında onların ne Hazret-i Allah’la ne de Resul’ü ile harp etmeleri mümkün değildir. Asıl harbi Allah ve Resul’ü onlara açmıştır. Fâizcilerin dünya ve ahirette hezimete uğrayıp perişan olmaları mukadderdir.
Allah-u Teâlâ müminlerin iman etmiş olabilmeleri için fâizi terk etmelerini şart koşuyor ve imanı fâizi bırakmaya bağlıyor. Allah’tan korkup da arta kalan fâizden vazgeçmedikleri takdirde imanla alâkaları kalmıyor. Onlar her ne kadar mümin olduklarını iddiâ etseler de mümin değildirler. Allah-u Teâlâ’nın beyanı, şüphe bırakmayacak şekilde açıktır ve katidir.
Harama irtikap edenlerin oturduğu koltuk elektrikli sandalyedir. O kişi, o anda ölüme mahkûmdur. Yani ruhu o anda ölmüştür, yaşayan canlı cenazedir. O koltuğa hevesli, cebine hevesi çok amma, oturduğu anda elektrikli sandalyeye oturduğunu çok iyi bilmelidir, ebedî hayatını söndürmüştür.
Fâizin bu derece yaygınlaşması kıyamet alâmetlerindendir.
Artık banka ile iş görülür oldu. Halkın elindeki bütün birikimini fâize yatırması teşvik edilmekte, türlü isimler adı altında fâiz verilmekte, enflasyon oranında fâize cevaz verilmekte, böylece bu müslüman halk harama yönlendirilmektedir. Bereket gidiyor, günah işleniyor, harama giriliyor. Haram lokma girince de ne kalpte, ne evde, ne işte hiç huzur kalmıyor.
Çünkü fâizin azı da çoğu da İslâm’a göre şiddetle haramdır ve bu haramlar gadâb-ı ilâhi’yi celbediyor.
Bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“Menfaati celbeden her borç, fâiz gibi haramdır.” (Câmiu’s-Sağîr)
Bugün fâizsiz banka adı altında kurulan finans kurumlarının da diğer bankalardan hiçbir farkı yoktur. İşte Hadis-i şerif, işte bunların durumu!
Kanayan bir yara da budur. Bu mevzu “Kıyamet alâmetleri”ndendir. Sebepli sebepsiz, haklı haksız, her gün onlarca insan öldürülmekte ve katil olunmaktadır.
Öyle bir zamandayız ki bir anlık öfkeyle sebepsiz, haksız yere cinayetler işleniyor. Kadın, çocuk, genç yaşlı demeden insanlar hunharca öldürülüyor.
Haksız yere kasten bir kimseyi öldürmek büyük bir suçtur. Bu cinayeti işleyenler dünyada kısasa, ahirette ise cezaya uğrar.
Kur’an-ı kerim’de öldürmenin haram olduğuna dair pek çok Âyet-i kerime vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde bir mümini haksız yere öldürmenin büyük bir cinayet olduğunu ve o nispette cezaya sebep olacağını beyan buyurmaktadır:
“Kim bir mümini kasten öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalacağı cehennemdir.” (Nisâ: 93)
“Allah ona gazap etmiş, lânetlemiş ve büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisâ: 93)
Çünkü o, çok büyük bir suç işlemiştir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, insanlara öyle bir zaman gelecek, katil niçin öldürdüğünü, maktül de niçin öldürüldüğünü bilmeyecektir.” (Müslim: 2908)
Bugünkü anarşi beyan ediliyor.
Niçin öldürdüğünü, kimi öldürdüğünü bilmiyor. Sebep yok, maksat yok.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Herc çoğalmadıkça kıyamet kopmayacaktır.”
Buyurmuşlar, Ashâb-ı kiram: “Herc nedir yâ Resulellah?” diye sorduklarında:
“Katildir katil!” buyurmuşlardır. (Müslim: 157)
Cehennemde ebedî kalma cezası, katilin tevbekâr olmamasına âittir. Tevbesinin kabul edilip edilmemesi ise Allah-u Teâlâ’nın iradesine bağlıdır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Eğer gök ve yer sakinleri bir müminin kanının akıtılmasına (öldürülmesine) katılsalar, Allah mutlaka onları cehenneme yüzü üzere sürer.” (Tirmizî. Diyât 8)
İnsanların nazarında dünya büyük ve önemli bir varlık olmasına rağmen, bir mümini öldürmenin anlatılmayacak derecede tehlikeli ve korkunç bir âfet olduğu belirtilmektedir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Kim bir cana kıymamış, ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir kimseyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Mâide: 32)
Burada insan hayatının ne kadar değerli olduğu gözler önüne serilmektedir.
Haksız yere bir başkasının hayatını alan veya ölümüne sebep olan kimse, yalnızca bir kişiye zulmetmekle kalmamış, aynı zamanda insan hayatının ulvîliğini ayaklar altına almış, bu hususta başkalarına da cesaret vermiş, Allah-u Teâlâ’nın gazabını haketmiş olur.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Mümin haram olan kanı akıtmadıkça, dininin geniş alanında kalır.” buyuruyorlar. (Buhârî)
Bir mümin büyük günahlar işlese de; tevbe eder, kul haklarını öderse, Allah-u Teâlâ’nın affına uğrayabilir ve dininin geniş alanında kalır. Fakat kendisine mümin kardeşinin kanı bulaşan kimse, aff-ı ilâhiden ümitsiz olarak yaşadığından, dini de hayatı da onu sıkar. Huzur içinde yaşayamaz.
Öldürülen insanın velisi, kısas yoluyla katilin öldürülmesini istese bile, bu ceza dünyadaki cezasıdır. Ölenle öldürülen arasındaki diğer hükümler ahirete kalmıştır.
İlâhî mahkemede ilây-ı kelimetullah için öldüren kurtulacak, fakat gayr-i meşru bir maksatla öldüren, öldürdüğü kimsenin de günahını yüklenerek hesap yerinden ayrılacaktır.
“Şüphesiz ki dünyanın yok olup gitmesi, Allah katında haksız yere bir mümini öldürmekten daha hafiftir.” (İbn-i Mâce: 2619)
İnsanın Allah katındaki derecesi çok yüksektir. Allah'ı inkârdan sonra en büyük günah cana kıymaktır.
Başkasının canına kıymak haram olduğu gibi, insanın kendi canına kıyması da haramdır.
Hayat insan için ne kadar sıkıntılı ve çekilmez hâle gelirse gelsin, intihar etmek için meşru sebep teşkil etmez. Can Hazret-i Allah'ın bir emânetidir. Onu alma hakkı yalnızca Hazret-i Allah’a aittir.
Her müslüman için, avret mahallini örtecek, sıcaktan ve soğuktan kendisini koruyacak elbise giymek farzdır.
Kadının açılıp saçılması, erkeklerin nazarını çekmek için süslenmesi, şehvâni hislerin uyanıp kamçılanmasına sebep olur. Örtülmesi gereken yerlerin örtülmesi, namusu korumanın ilk şartıdır.
Müslüman bir hanım, meziyet ve güzelliklerini sadece evine ve eşine hasreder.
Allah-u Teâlâ örtünme ihtiyacının ilk insan Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havva ile başladığını, çıplaklığın çirkin bir şey olduğunu Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“Ey Âdemoğulları! Şeytan ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ana-babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın.” (A’raf: 27)
Onun hedefi, insanın örtüsünü yırtmak, hissi ve mânevî faziletlerden onu mahrum bırakmaktır.
Erkeklerin avret mahalli, göbek altından diz kapağının altına kadar olan kısımdır. Kadın ve kızlarda yüz, el ve ayaklardan başka bütün bedendir.
İslâm dini, vücudun bakılması haram olan yerlerini açmayı yasaklamış ve bunu büyük günahlardan saymıştır.
Çünkü İslâm dini, zinâyı yasaklayıp haram kılarken zinâya vasıta ve vesile olan bütün yolları da haram kılmış, bir kısmını mekruh saymıştır. Böyle olmamış olsaydı, zinâyı haram kılmanın bir mânâsı kalmazdı.
Dinimiz kötü bakışlardan korunmak, fitne ve fesadı engellemek, şerefine dil, namusuna el uzatılmasını önlemek için hususiyetle müslüman kadınların örtünme ve korunmalarını açık ve kesin olarak emir buyurmuştur.
Bugün kimisi Allah-u Teâlâ’nın kesin emri olan tesettür emr-i şerif’ini hafife alıp inkâr ediyor, kimisi kabul ettiği halde riayet etmiyor, kimisi de tesettür adı altında ahkâma mugayir kıyafetler giyiyor.
Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Resul’üm! Mümin kadınlara da söyle. Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını namuslarını korusunlar. Ziynet yerlerini açıp göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan (yüz ve eller) müstesnâdır. Başörtülerini (göğüs ve boyunları görünmeyecek şekilde) yakalarının üstüne koyup örtsünler.” (Nur: 31)
Mahrem yerlerin korunmasından önce gözlerin sakınmasından söz edilmesinin sebebi, bakışın zinanın aracısı olmasındandır. Çünkü bakış, fiiliyata geçmeye dâvet eder. Göz, her şeyi kalbe ulaştıran en büyük kapıdır. Bakış tebessüme, tebessüm konuşmaya, konuşma anlaşmaya, anlaşma da gayr-ı meşru bir şekilde bir araya gelmeye vesile olur.
Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanında bakış tehlikesinin büyüklüğüne dikkat çekmek için, harama bakmanın yasaklanışı ile namusu korumayı bir arada zikretmiştir.
“Ziynetlerini açıp göstermesinler.” (Nûr: 31)
Ziynetlerden kasıt, küpenin takıldığı kulak, kolyenin takıldığı boyun gibi kadınların süs olarak kullandığı şeylerin takıldığı yerlerdir. Bunların yabancılara gösterilmesi tesettür emrine aykırıdır.
Süs ve ziynet kadının yaratılışında olduğu için, süs ve ziynetten menetmek kadına ağır gelir. Dinimiz kadına bu hususta ruhsat vermiştir. Şu kadar var ki namahrem olan yabancı erkeklerden sakınmalarını, süslerini ve ziynet yerlerini göstermemelerini emir buyurmuştur.
“Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan kısımlar müstesnâdır.” (Nûr: 31)
Bu kısımlar yüz ve ellerdir.
“Başörtülerini (göğüs ve boyunları görünmeyecek şekilde) yakalarının üstüne koyup örtsünler.” (Nûr: 31)
Saçlarını, kulaklarını, küpelerini, boyunlarını, gerdanlarını, sinelerini yabancılara karşı örtmek üzere başörtülerini yakalarının üzerine alsınlar.
Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanı ile kadınlara başlarını örtmelerini ve örtüsünün fazlasını da boyun ve yakayı kapamak üzere aşağıya indirmelerini emir buyuruyor.
İslâm dini, kadını erkeğin kötü nazarından korumak için ona en uygun örtünme şeklini, kıyafet ölçüsünü getirmiştir. İslâm’ın terbiye sistemi hem âilenin namus ve şerefini, hem de insan haysiyetini korur.
Tesettür emrinin kuvvet ve şümulünü bir daha hatırlatmak üzere Allah-u Teâlâ yürüyüş tavırlarının bile düzeltilmesi için şöyle buyurmaktadır:
“Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar.” (Nûr: 31)
Allah-u Teâlâ hem ziynetlerinin sesinin duyulmasını istememiş, hem de ses çıkartan, nazar celbedici, rahatsız edici ayakkabılara dikkati çekmiştir.
Allah-u Teâlâ, mümine hanımların şereflerinin muhafazası için tesettüre riâyet etmekle mükellef olduklarını beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Resul’üm! Zevcelerine, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle. Zaruri bir ihtiyaçları olup dışarı çıkmak istedikleri zaman, dış elbiselerini üzerlerine giysinler.” (Ahzâb: 59)
“Cilbab”, kadınların elbiselerinin üstüne giydikleri, kadını tepeden tırnağa örten her çeşit büyük örtüdür.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:
“Ahzâb sûresinin ‘Dış elbiselerini üzerlerine giysinler.’ âyeti nâzil olunca, Ensâr hanımları dışarı çıktılar. Giydikleri örtülerden dolayı sanki başlarının üzerinde siyah kargalar vardı.” (Ebu Dâvud: 4101)
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Bu onların ahlâksız kadınlardan olmadıklarının bilinmesi ve incitilmemesi için daha elverişlidir. Allah çok bağışlayandır, merhamet edendir.” (Ahzâb: 59)
Tesettürü emreden hicab Âyet-i kerime’leri inmeden önce müslüman kadınlar başörtülerini omuzları arasından salıverirlerdi. Bu yüzden saçlarının bir kısmı, kulakları, boyun ve gerdanları açık kalırdı.
Tesettür emri geldiğinde, hiçbir kadın kalmayıp başlarından aşağı hemen örtündüler. Bu emr-i şerif zaten fıtratlarına da uygundu.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:
“Allah-u Teâlâ Mekke’den Medine’ye hicret eden muhâcir kadınların iyiliğini versin. ‘Başörtülerini yakalarının üstüne koyup örtsünler.’ Âyet-i kerime’si indiği zaman, entarilerinin eteklerini keserek başlarını örttüler.” (Buhârî)
Ümmül-müminin Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bir başka rivayette ince bezlerin bırakıldığını, başörtüsü için kadınların kalın bez seçtiklerini söylemiştir. (Ebu Dâvud)
Ümmü Halid -radiyallahu anhâ- isminde bir hanımın oğlu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in de bulunduğu bir gazâda şehid düşmüştü. Yüzü örtülü olduğu halde huzur-u saâdete oğlunu sormaya geldi. Ashab-ı kiram’dan bazıları, “Oğlunu sormaya geldin, yüzün de örtülü!” deyince buyurdu ki:
“Oğlumu kaybettimse hayâmı da kaybetmedim ya!” (Ebu Dâvud)
•
Örtünmeyi, setri hafife alan ve inkâr edenlere ise, yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde cevap veriyorlar:
Bir gün Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in kız kardeşi Esmâ -radiyallahu anhâ- üzerinde ince ve şeffaf bir elbise olduğu halde, kendisini ziyarete gelmişti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ondan yüzünü ters istikamete çevirerek:
“Ey Esmâ! Büluğ çağına ermiş bir genç kızın, yüz ve ellerinin dışında hiçbir yerinin görünmesi doğru değildir.” buyurdu ve yüzü ile ellerini işaret etti. (Ebu Dâvud: 4104)
Tesettür hakkında emr-i ilâhî budur. Ahkâm budur.
Tesettür, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz zamanında savaş sebebi dahi sayılmıştır.
Asr-ı saâdet yıllarında Beni Kaynuka yahudilerinden bir kuyumcunun mümin bir kadının tesettürüne, başörtüsüne el uzatması savaş sebebi sayılmış ve savaşılarak yahudi erkekleri öldürülmüştür. (Hişam: c. 3, sh: 66)
Allah’ın hükmü bu kadar önemli bir meseledir.
•
Allah-u Teâlâ emir ve hükümlerini koymuş, onu yasaklarıyla sınırlamıştır:
“Bu hükümler Allah’ın hudutlarıdır.” (Talâk: 1)
İnananlar için tesettür kesinlikle uyulması gerekli bir farzdır.
Örtünme emri, kıyamete kadar bâki kalacak bir hükümdür.
Allah-u Teâlâ’nın emr-i ilâhi’si olduğu bir şeyde, mahlûkun hükmü yoktur. Bu noktada akıl yürütmek yersizdir. Akıl büyük bir nimet olmasına rağmen; vahiy ışığı, peygamber nuru olmadan ne önünü görebilir, ne de doğruyu ve doğru yolu bulabilir.
Örtünülmezse kâfir mi olunur? Hayır. Örtünmezse günâhkâr olur, tesettürü inkâr ederse kâfir olur.
“Kim Allah’ın hudutlarını aşarsa kendisine yazık etmiş olur.” (Talâk: 1)
Allah-u Teâlâ, yolunda gidenlerin kurtuluşu için emir ve yasaklarla birtakım sınırlar çizmiştir. O sınırları geçtikleri zaman hak yoldan çıkarlar ve karanlıklara saparlar. Bu ise nefislere karşı en büyük zulümdür ve bu yüzden cehennem azabını hak etmiş olurlar.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Bunlar Allah’ın koyduğu hudutlardır. Sakın bunları çiğnemeyin. Kim Allah’ın hudutlarını çiğnerse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.” (Bakara: 229)
Hakikat budur. Hüküm Allah-u Teâlâ’nın hükmüdür. Hüküm vermek Allah-u Teâlâ’ya mahsustur.
•
Evli kadınların örtünmesinden kocaları mesul olduğu gibi, kız çocuklarının evleninceye kadar örtünmelerinden birinci derecede babaları, ikinci derecede anneleri mesuldür.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“İki sınıf var ki bunlar cehennemliktir, fakat henüz onları göremiyorum. (Bunların biri) giyimli fakat çıplak; (erkeklere) meyleden, (kendilerine) meylettiren kadınlardır. Bunların başında yana yatmış deve hörgücünü andıran şeyler vardır. Bunlar asla cenneti göremeyecek, kokusunu da alamayacaklardır.” (Müslim)
“Henüz göremiyorum.” buyurmaları, ileride, ahir zamanda çıkacaklarına işarettir. Biri giymiş ama çıplak. Niçin? Vücut hatları belli olduğu için. İkincisi erkeklere meyleden ve kendilerine meylettiren kadınlar, ki saçlarını deve hörgücü gibi yaparlar. Bu iki hususta ciddi ikazlar var.
Tesettür kıyafeti yüz ve ellerin dışında kalan bedenin tümünü örtecek şekilde ve vücudun çizgilerini göstermeyecek şekil ve bollukta olmalıdır. İçini gösterecek şekilde (şeffaf) olmamalı, dikkatleri çekecek şekilde, renk ve desende olmamalıdır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde kadınların vücut hatlarını belli eden ve şeffaf elbiseler giymelerini yasaklamıştır:
“Cehennemlik bazı kadınlar vardır ki, örtülü fakat çıplaktırlar. Her iki tarafa salınırlar. Onlar cennete girmeyecek ve onun kokusunu da duymayacaklardır.” (Müslim)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz ise, ince ve şeffaf elbiseler giymiş oldukları halde yanına gelen Temim oğulları kabilesinden bir takım kadınlara:
“Eğer siz mümin iseniz, bu elbiseler müminlerin elbisesi değildir.” demiştir.
Bir defasında da huzuruna ince başörtülü bir gelin getirilmişti. Ona şöyle dedi:
“Nûr suresine inanan bir kadın bunu örtünmez.”
Bir defasında da yanına ince bir başörtü ile giren Hafsa binti Abdurrahman -radiyallahu anhâ-nın başörtüsünü yırtmış ve ona kalın bir başörtü örtmüştür.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- evden dışarı çıkacak olan kadının örtünmesi ile ilgili olarak da şu sözü söylemiştir:
“Müslüman kadın, bir ihtiyacı olduğu zaman, vücudunu gizleyen bir elbise içinde evden dışarı çıkmaktan menedilemez. Ancak bu öyle bir örtü olmalıdır ki, eve dönünceye kadar onu kimsenin tanımaması gerekir.”
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetimin son zamanlarında döşeli süslü oturaklara benzeyen eyerler üzerinde cami kapılarına gelip inen erkekler olacaktır. Karıları ise giyinik fakat çıplaktırlar. Başları üzerinde arık melez develerinin hörgüçlerine benzer durum vardır. Onları lânetleyin, çünkü onlar lânetlenmişlerdir.
Şayet önünüzde başka milletlerden bir millet bulunacak olsa, sizden önceki ümmetlerin kadınlarının size hizmet ettikleri gibi, bu kadınlar da onlara hizmet etmekten çekinmezler.” (İbn-i Hibban)
Cidden Allah-u Teâlâ’dan çok korkmamız lâzım.
•
Hadis-i şerif’te:
“Bir kadın koku sürünerek dışarı çıkar ve kokusunu başkalarının duymasını arzularsa, zinaya bir adım atmış olur.” buyurulmuştur. (Tirmizî Edep : 35)
Kadın kokular sürüp camiye bile gidemez. Bir gün koku sürünen bir kadın, Ebû Hureyre -radiyallahu anh-in yanından geçerken ona “Nereye gidiyorsun?” diye sordu. Kadın: “Camiye” diye cevap verince Ebû Hureyre -radiyallahu anh-:
“Kokulandığın halde mi?” diye tekrar sordu. Kadın “Evet” dedi.
Ebû Hureyre -radiyallahu anh- Hazretleri bunun üzerine şöyle buyurdu:
“Dön ve yıkan. Çünkü Peygamberimizden dinledim:
‘Kokulanan bir kadın mescide giderse, dönüp gusletmedikçe Allah onun namazını kabul etmez.’”
Kadınlar âile içinde veya kendi cinsleri ile bir araya geldiklerinde koku sürünebilirler. Ancak evden dışarı çıkarken, câmide veya yabancı erkeklerin bulunduğu yerlerde koku sürünmeleri, bu erkeklerin dikkatlerinin kadınların üstüne çekilmesine yol açar.
Ebu Musa -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Bir kadın güzel koku sürünüp bunu hissetsinler diye bir topluluğa uğrarsa, zinâ etmiş olur.” (Ebu Dâvud: 4174 - Tirmizî: 2787)
Çünkü bu hâl erkeklerin kalbini meşgul eder, nazarlarını kendisine çeker. Bu duruma koku sürünen kadın sebep olduğu için, zâniye olarak tavsif edilmiştir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir başka Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Kendisine buhur (koku) değen bir kadın sakın bizimle yatsı namazına katılmasın.” (Müslim: 444)
Buhurdan maksat, kadının üzerinde koku duyulmasıdır. Şu halde ne suretle sinmiş olursa olsun, üzerinde koku bulunan kadın camiye gelemez.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- kadının saçını başka saçla çoğaltan, başka saç ilâvesiyle saçını çoğalttıran, dövme yapan ve dövme yaptıran kadınları lânetlemiştir.” (İbn-i Mâce: 1987)
Renkli ipekten mâmul ipliklerin ve saça benzemeyen diğer maddelerin saça takılması ve bağlanması, bu yasağın dışında kalır. Çünkü bunlar süslenmek için takılır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
“Sakalınızı çoğaltınız, bıyıklarınızı kısaltınız.” buyuruyorlar. (Buharî. Libas; 64)
Sakal Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hem fiilî hem de kavlî Sünnet-i seniyyesidir.
“Dudaklarınız üzerine gelen bıyıklarınızı kesiniz, sakallarınızı çok kesmeyiniz.” (Müslim. Tahare: 52)
“Sakalınızı uzatınız ve bıyıklarınızı kesiniz.” (Ahmed bin Hanbel. lV. 265)
Resulullah Aleyhisselâm’ın emrine itaat etmek farz olup, aykırı hareket etmek ise haramdır.
Çünkü Âyet-i kerime’de:
“Resulullah size neyi verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının.” buyuruluyor. (Haşr: 7)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz sakal hususunda ölçü veriyorlar. Yahudilere benzememek için çok uzun sakala müsaade etmiyorlar.
“Bıyıklarınızı kesiniz, sakalınızı çok kesmeyiniz ve kendinizi yahudilere benzetecek kadar da uzatmayınız.” buyuruyorlar. (Keşfül-hafâ: 142)
Ölçü olarak bir tutam emir buyuruluyor.
Sakalsızlığa yer vermeyen Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bıyığın da dinimize has bir özellik olduğunu beyan buyuruyorlar.
“Bıyık kesmek dinimizin şiârındandır.” (Münavî, sh: 100)
Hazret-i Allah’ın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın bu kadar emri olmasına rağmen, bıyıklarını usulüne göre kesmeyenler hakkında ise Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Bıyığını dudakları görününceye kadar kesmeyen, seçkin ümmetimizden değildir.” (Buhari. Libas: 64)
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri açık açık beyan etmekteki gayemiz; okuyanın kendisini aynada görmesi, kendisini bilmesi içindir.
•
Sakal ve bıyık hakkında ölçü koyan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, saç hususunda ise şu hükmü koymuşlardır.
“Saçlarınızı tamamıyla traş ediniz, yahut tamamıyla traş etmeyiniz. Yani bir bölüğünü traş edip diğerini bırakmayınız.” (İbn-i Hibban, lV. 417)
Sırf güzellik uğruna, güzel görünmek için kişinin kendi yaratılışını değiştirmesi câiz değildir. Bu sebeple yapılan estetik ameliyatları tamamen nefsânîdir ve câiz görülmemiştir. Ancak zaruret tedavi amacı ile olur, aksi takdirde keyfidir, haramdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Allah, dövme yaptıranlara, kaşlarını inceltenlere, dişlerini seyrekleştirenlere, Allah’ın yarattığını bozanlara lânet etsin.” buyurdular. (Riyazüs-salihin: 3/1677)
Dövme yaptıranlara, kaşlarını inceltenlere, dişlerini seyrekleştirenlere ve Allah’ın yarattığını bozup değiştirenlere büyük ihtar vardır.
Abdullah bin Mes’ud -radiyallahu anh- Efendimiz:
“Allah dövme yapan ve yaptırana, yüzünün tüylerini yolanlara, kaşlarını inceltenlere, güzel görünsün diye dişlerini seyrekleştirenlere, Allah’ın yarattığı şekli değiştirmeye çalışan kadınlara lânet etsin.” buyurdular.
Bir kadın bu hususta İbn-i Mesud’u kınayınca şöyle söyledi:
“Bana ne oluyor ki Resulullah Aleyhisselâm’ın lânet ettiğine ben lânet etmeyeyim. Bu husus Allah’ın kitabında da vardır.
Allah-u Teâlâ:
“Resulullah size neyi verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının.” buyuruyor. (Haşr: 7)” (Buhari - Müslim)
Oysa bugün birçok kadın güzel görünmek adına kaşında gözünde değişiklik yapıyor, hatta yüzünden ya da vücudundan estetik ameliyat oluyor. Kapalısı da yapıyor, açığı da yapıyor.
Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Allah'ın yaratışını değiştirecekler.'” (Nisâ: 119)
Değil kaşta, gözde, şurda burda değişiklik yapmak, kadın İslâm’da kocasından başkası için süslenemez, makyaj yapamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabb’i olan Allah’ın şanı ne yücedir!” buyuruyor. (A’râf: 54)
Hükmünü hiç kimse değiştiremez, verdiği kararı hiç kimse bozamaz. Emir, yasak, tedbir ve idare, tam tasarruf O’na aittir.
Diğer Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Hüküm yücelerin yücesi Allah’ındır.” (Mümin: 12)
Çünkü O, mülkünde yücedir, dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O’nun verdiği hükümler belirli bir zaman ve asır ile sınırlı değildir. Kıyamete kadar geçerlidir.
“Rabb’inin sözü doğruluk bakımından da adalet bakımından da tamamlanmıştır, tam kemalindedir. O’nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur.” (En’âm: 115)
Allah-u Teâlâ’nın rahmetinden ebediyen kovulmuş olan şeytan insanların apaçık düşmanıdır ve onları cehenneme götürmek için bütün gücüyle ve ordusuyla çalışır.
Onu kınanmaya, kovulmaya ve ahirette de kendisine uyanlarla beraber ebedî azaba mahkum etti.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde şeytanın yapacağı düşmanlığı haber veriyor:
“Onları mutlaka saptıracağım.” (Nisâ: 119)
Onların zamanlarından, iş ve güçlerinden, istidatlarından, mal ve evlâtlarından bir kısmını kendim için ayıracağım. Yollarına tuzaklar kurup, büyük bir kısmını benim yolumda çalıştıracağım.
Bâtılı hak, eğriyi doğru, kötüyü iyi, çirkini güzel, günahı sevap göstererek, vesvese ve iğvâlarımla onları hidayet yolundan mutlaka çevireceğim.
“Onları boş kuruntularla oyalayacağım.” (Nisâ: 119)
Kalplerine hırs ve tamah, uzun ömürler yaşamak, amelsiz olarak cennete girmek, sebeplere tevessül etmeksizin maksada ulaşmak gibi olmayacak birtakım kuruntuları ilkâ edeceğim. Onları kıyameti, hesabı, cenneti ve cehennemi düşünmek hissinden mahrum bırakacağım.
“Onlara emredeceğim, benim emrimle hayvanların kulaklarını yaracaklar.” (Nisâ: 119)
Nitekim câhiliye devri Arapları, bir dişi deve beş defa doğurur ve beşincisi erkek olursa kulağını delerler ve artık ondan faydalanmayı kendilerine haram sayarlardı. Onu putlarına adarlar, bu bir şirk ve küfür iken ibadet yaptıklarını zannederlerdi.
“(Şeytan dedi ki) Onlara emredeceğim, Allah’ın yaratışını değiştirecekler.” (Nisâ: 119)
Yaratılışın şeklini veya sıfatını değiştirerek durumunu başka şekle sokacaklar. Organlarını yaratılış görevlerinin dışında kullanacaklar. Kadın yerine erkek, erkek yerine kadın kullanacaklar. Nikâhı bırakıp zinâya gidecekler. Cinsiyeti belli etmeyecek kılıklara bürünecekler. Erkeklerin kadınlara, kadınların erkeklere benzemesine çalışacaklar. Temizi bırakıp pisliğe koşacaklar, menfaati bırakıp zararı seçecekler. Doğruluğu budalalık, eğriyi hüner sayacaklar. Vazifeden kaçıp oyuna gidecekler. Helâle haram, harama helâl, iyiye kötü, kötüye iyi diyecekler. Hayır yerine şer işleyecekler. Sakallarını bıyıklarını yolacaklar. Yüzlerini boyayacaklar. İmar edilmesi gerekeni yıkıp, yıkılması gerekeni imar edecekler. Yaratılışın zıddına alışkanlıklar edinecekler.
Bundan da öteye; yaratılanı yaratıcı yerine koyacaklar. Tevhid’den çıkacaklar, İslâm dinini bozmaya çalışacaklar, kendi düşüncelerine uygun bâtıl dinler kuracaklar, sahte liderler edinecekler, şeytanlık peşinde dolaşacaklar.
Şeytan böyle demişti, dediği gibi de istediğini yaptırıyor. Bunları yaptırırken de onlara bir tat ve ümit veriyor, peşinde koşturuyor, rızâ-i Bâri’den uzaklaştırıyor.
“Kim Allah’ı bırakır da şeytanı dost edinirse, şüphesiz ki o apaçık bir ziyana uğramıştır.” (Nisâ: 119)
İnsanın insanlığı şeytana düşman olmayı gerektirir. Fakat insan, şeytanın hile ve yalanlarına o kadar kapılıyor ki onu dost edinmeye başlıyor. Onun bu dostluğu, onların karşılıklı düşmanlıklarının dostluğa dönüşmesi mânâsına gelmez. Ancak insanın, düşmanı tarafından kandırıldığı mânâsına gelir. İnsan şeytanla ebediyyen dost olamaz. Çünkü şeytan ona hiçbir zaman dost gözüyle bakmaz.
Dinimiz kadının erkeğe, erkeğin kadına benzemesini şiddetle yasaklamıştır.
Bu sebeple bir erkek kadın elbisesi, bir kadın da erkek elbisesi giyemez.
Erkeklerin kadın elbisesi, kadınların da erkek elbisesi giymelerini Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz yasaklamıştır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- kadın elbisesi giyen erkeğe ve erkek elbisesi giyen kadına lânet etti.” (Ebu Dâvud)
Erkeğin giydiği kadınların giydiğine benzemeyecek, kadının giydiği de erkeğin giydiği elbiselere benzemeyecek. Pantalon da bir erkek giysisidir.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- erkeklerden kadınlaşan, kadınlardan da erkekleşenlere lânet etti ve:
“Bu gibi kimseleri evinizden kovunuz!” buyurdu.
Hatta falancayı çıkardı. Ömer -radiyallahu anh- de falancayı çıkardı. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1954)
Buna benzer başkaları hakkında ise:
“Bunlar sizin yanınıza girmesin.” buyurmuştur. (Müslim: 2180)
Emanetin nasıl kaybolacağını da Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bize haber veriyorlar:
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı arasında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mahrem-i esrârı olarak bilinen Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana iki hadise haber verdi. Bunlardan birini gözümle gördüm, öbürünü görmeyi de gözlüyorum.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana emanetin nasıl indiğini şöyle haber verdi:
‘Emanet (yani din duyguları, adalet ve emniyet umdeleri) birtakım yiğitlerin kalplerinin derinliklerine indi. Sonra onlar Kur’an’dan bilgiler öğrendiler, daha sonra Peygamber’in sünnetinden öğrendiler.
(Yani hainliğin zıddı olan emanet veya;
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Korkup endişeye düştüler. Onu insan yüklendi. Çünkü insan çok zâlim ve çok cahildir.” (Ahzâb: 72)
Âyet-i kerime’sinde işaret edilen iman, tevhid ve diğer emirler o insanın kalbine yerleşti. Sonra Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye’den buyruk ve yasakları öğrenip yerli yerince yaptılar.)’
Sonra Resulullah Aleyhiselâm bu emanetin yok olacağını şöyle haber verdi:
‘Bir kişi azıcık uyur. O uyurken kalbinden emanet hissi çekilip alınır da; emanetin eseri (izi ve yeri), rengi uçuk bir nokta halinde yanık yeri gibi kalır. Sonra o yine uyur, bu defa emanetin izi (geri kalan kısmı da) alınır. Bunun eseri ve yeri de balta sallayan bir işçinin avucundaki bere kabarcığı gibi kalır.
Şu halde (o mübarek) emanet, senin ayağına düşürdüğün bir kıvılcımın düştüğü yeri şişirtip, senin onu bir kabarcık halinde görmen gibidir. Halbuki bu kabarcıkta (vücudun hayatî açısından) bir önemi yoktur. Bu eser, siyahlıktan daha kötüdür.
Kalplerden emanet böyle silindikten sonra insanlar alış-verişe devam ederler, fakat içlerinde emaneti doğruca yerine getirecek kişi zor bulunur. ‘Filân oğullarından emin bir kişi varmış, ne akıllı, ne tedbirli, ne zarif, ne kahraman adamdır, Allah’tan çekinir.’ derler. HALBUKİ ONUN KALBİNDE ZERRE KADAR İMAN YOKTUR.’
Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:
Ben o güzel günleri görüp geçirdim. Kiminle olursa olsun düşünmeden alış-veriş ederdim.
O müslümansa dini, başka dinden ise âmiri, valisi onu bana hâinlik etmekten menederdi.
Bugün emanet ve emniyet kalmadığından, falandan başkasıyla alış-veriş etmiyorum.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2039)
Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri emanetin; yani din duygularının, imanın, tevhidin ve diğer ilâhi emirlerin adalet ve emniyet umdelerinin Allah-u Teâlâ tarafından insan gönüllerine nasıl ilham olunup sonra birer birer nasıl silinip gittiğini en beliğ bir üslûp ile Resulullah Aleyhisselâm’ın nübüvvet lisanından nakletmiştir.
İmanın hakikatleri, İslâm’ın hükümleri, nezafeti, letafeti ile adalet, emniyet, doğruluk gibi ahlâki faziletlerin hepsi birer emanettir.
Bu Hadis-i şerif’e çok dikkat etmek, işaret edilen ince mânâlardan ibret almak lâzımdır.
İslâm nuru doğduğu ve yaşadığı müddetçe, ziyasını saçtığı yerlerde bütün fertler arasında umumi bir emniyet ve itimat teessüs edeceği; o nur-i mübin’in sönmesiyle de bütün gönülleri umumi bir emniyetsizlik ve zulmet kaplayacağı tasvir olunmuştur.
İnsan uyuyacak, uyurken imanı çekilecek, imanı çekilince orada bir kabartı kalacak. Amma balta yemiş el şişer, orada taş yoktur, şişkinlik vardır. Başka zaman gene uyur, şişkinlik de gider, siyah nokta kalır. Başka zaman gene uyur, o siyah nokta da gider.
Artık dümdüz olur; bitti, iman gitti; gece uyurken iman gidiyor, Cenâb-ı Hakk onun kalbinden imanı alıyor. Tabi bu da hatalardan ötürü oluyor. Yani sen hiç farkına bile varmadan iman gidiyor. Sonra sen işi bozuyorsun. Zaten iman alındığından ötürü bozuyorsun.
Onun için hata yaparsan senin imanını çeker, sonra sen işi bozarsın. Zaten iman alınışından ötürü bozarsın. Bugün de iman çok az. Görünüşte fevkâlade müslüman, fakat zerre kadar iman yok.
Emanet kalpte, kalbin derinliklerindedir. Kalbe emanet edilmiştir.
İnsan hata yapar, günahta ısrarcı olur, kabahatlerde sınır tanımaz, isyan, şirk ve küfürde kalırsa iman gider. İman gidince insanın kalbi döner ve işi bozmaya başlar.
İmansız olarak yaşar, bütün iş ve icraatları gösterişten ibarettir. Diğer taraftan dinin yıkılmasına sebep olacak iş ve icraatlar yapar. Bu icraatlarını dindenmiş gibi göstermek ister.
İnsan, Hazret-i Allah’a yönelik olsaydı, tevbe istiğfar kapılarından girseydi, belki emanet duygularını kaybetmeyebilirdi.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Zâni, zinâ ederken mümin olarak zinâ etmez. Hırsız, çalarken mümin olarak çalmaz. Şarabı içerken dahi sarhoş, mümin olarak içmez.” (Müslim: 57)
Nefsinin şehvetine uyarak başkasının hukukuna gizlice el uzatmak, kendisinin hakkı bulunmayan bir malı Allah-u Teâlâ görmüyormuş gibi çalmaya kalkışmak, elbette Allah-u Teâlâ’nın izzetine bir tecavüz ve gizliden gizliye bir harptir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Bir kul zina ettiği zaman, iman nuru kalbinden çıkar, bir gölge gibi başının üstünde durur. Ancak tam bir tevbe ettiği zaman dönüp kalbine girer.” (Camiüs-sâğir)
İnsan hatasında ısrarcı olup günahında da tevbe-i nasuh ile tevbe etmeyince emanet kalpten çıkmaya başlar. Dıştan çok akıllı, zarif, kibar dersin ama iman çekilmiş, kalpte zerre kadar iman kalmamıştır.
Nasıl ki uykuda iken ruh alınıyorsa ve bir daha geri verilmiyorsa, insanın ölümü gerçekleşiyorsa, uykuda alınan bu emanet duygularıyla da imansızlık, yani mânevi ölüm gerçekleşmiş olur. Artık o kalp mühürlenmiştir.
Allah-u Teâlâ hıfz-u himâye'sine tasarruf-u ilâhiye'sine aldığı kimseleri hayırlı yollara sevkeder. Bunun sırrı şudur ki, onlar kendi kendilerine itimatları olmadığı için Mevlâ’ya sığınıp ihlâsla O'na yönelmişler ve hâl ile; “Allah’ım beni bana bırakma!” diye iltica etmişlerdir. Bu sığınmalarında samimi oldukça Hazret-i Allah onları muhafaza eder. Muhafazada oldukları müddetçe de selâmettedirler, saâdettedirler, hayattadırlar. Buradaki hayattan murad, ruhun hayatta oluşudur. Nefsin esaretinden kurtulup, ruh ile icraat yapıldığından ötürü hayattadırlar.
Nefsin esaretinden kurtulamayan insan ise yaşayan ölü mesabesindedir. Niçin geldiklerini nereye gideceklerini bilemezler. İki günlük hayatlarında sermaye toplayamadan giderler. Ne büyük fecaat!.. Hakikatten kaçtıkları için Cenâb-ı Allah onları bununla cezalandırıyor.
Emanetin Hazret-i Allah’tan olduğunu bilmesi, hep O’na sığınması lâzım. Her an kayma korkusu ile sığınması lâzım. İnsanda iyi işler südur ediyor ama sanki kayacakmış gibi Hazret-i Allah'a sığınmalı. O’nun olduğunu bilmesi için. “Benden” dediği zaman, “Ben yapıyorum” dediği zaman, iyiliklerin O’ndan olduğunu unutursa, iyi yapıyorum zannetse de o emanet ondan çekiliyor, kalpten siliniyor ve alınıyor.
Sen kürekleri çek ama O'nun idare ettiğini unutma!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Haberiniz olsun ki, ileride (Karanlık gece kıtaları gibi) birtakım fitneler zuhur edecektir.”
“Yâ Resulellah! O fitnelerden kaçıp, kurtuluş çaresi nedir?” denildi.
“Allah-u Teâlâ’nın kitabı Kur’an’dır. Onda sizden öncekilerin ve sizden sonrakilerin haberleri vardır. Aranızdaki meseleleri halleden hükümlerle doludur. O, hak ile bâtılı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür, şaka ve boş şey değildir. Onu cebbarlıkla, zorbalıkla terkeden kimsenin Allah boynunu kırar. Hidayeti ondan başkasında arayan kimseyi dalâlete düşürür. O, Allah’ın en sağlam ve kopmaz ipidir. O, hikmetli bir zikir, Allah’a giden dosdoğru bir yoldur. O, nefsin kötü arzularını uyarır. Sapık ve maksatlı kişiler onu bozamaz. Onu okuyan diller zorluk çekmez. Alimler ona doyamaz. Fazla tekrardan dolayı okunuşundaki haz kaybolmaz. Akılları hayrette bırakan incelik ve meziyetleri bitmez tükenmez. O, öyle hikmetle dolu bir kitaptır ki, cinlerden bir zümre onu dinledikleri zaman:
‘Gerçekten biz, hayranlık veren çok hoş bir Kur’an dinledik. O, Hakk’a ve doğru yola götürüyor. Bundan dolayı biz de ona inandık, iman ettik.’ demişlerdir. (Cin: 1-2)
Ona dayanarak konuşan kişi doğru söylemiştir. Onunla amel eden er-geç mükâfatlandırılır. Onunla hükmeden, hükmünde adalet eder. İnsanları ona davet eden, doğruya ve doğru yola dâvet etmiş olur.” (Tirmizi)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu Hadis-i şerif’lerinde;
“İleride birtakım fitneler zuhur edecek. O fitnelerden kaçıp kurtulmanın çaresi Hazret-i Allah’ın kitabı Kur’an’dır.” buyuruyor. Kur’an’a sarılmamızı, onunla amel etmemizi emir buyuruyor.
Hududullah’a ve Sünnet-i Resulullah’a uymayıp nefis ve şeytanın yoluna girilirse bu ilâhi emanete hıyanet olur.
İnsanın terakki edip yükselebilmesi ancak nefse muhalefet etmesiyle kaimdir. Ruhun esareti, nefsin hürriyetidir. Nefis esir alınmadıkça ruh hürriyete kavuşmaz. Nefsin istek ve arzularını öldürmedikçe ruhu diriltmek mümkün değildir. Nefsin işgali altındaki ruh ya hastadır ya da ölü mesabesindedir. Yani canlı cenazedir.
Nefsini yükseltmek isteyen, imanını alçaltır. Nihayetinde de imanını kaybeder. İman, küfrü kabul etmez.
Allah’ım iyiler zümresine ilhak eylesin, bizi bize bırakmasın, lütuf ve rızâsından ayırmasın.
Çünkü bizi bize bırakırsa nefis hakim olur, o tahakküm eder, işler ona göre yürür. O ise rızâya mucip değildir. Onun için insanın hakikaten düşmanı vardır. Nefis, şeytan, şeytanlaşmış insan. Onun için Allah’ımızın dostluğu hepsinden yüksektir. Bir insan hakikaten Allah-u Teâlâ’ya kalben bağlanırsa ona O yeter.
Tek çare Hazret-i Kur’an’ı ve Sünnet-i seniyye’yi hayatımızın her safhasında tatbik etmektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde, bugünkü durumu 1400 yıl önce olduğu gibi haber vermişlerdir.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün:
“Gençlerinizin fıska düştüğü, kadınlarınızın azdığı zaman haliniz ne olur?” buyurdu.
(Yanındakiler hayretle):
“Yâ Resulellah! Yani böyle bir hâl mi gelecek?” dediler.
“Evet, hatta daha beteri!” buyurdu ve devam etti:
“Emr-i bil-ma’ruf’ta bulunmadığınız (iyilikleri emretmediğiniz), nehy-i anil-münker yapmadığınız (kötülüklerden nehyetmediğiniz) vakit haliniz ne olur?” diye sordu.
(Yanındakiler hayretle):
“Yani bu olacak mı?” dediler.
“Evet, hatta daha da beteri!” buyurdular ve sormaya devam ettiler:
“Münkeri (kötülüğü) emredip, ma’rufu (iyiliği) yasakladığınız zaman haliniz ne olur?”
(Yanında bulunanlar iyice hayrete düşerek):
“Yâ Resulellah! Bu mutlaka olacak mı?” dediler.
“Evet, hatta daha da beteri!” buyurdular ve devam ettiler:
“Ma’rufu münker, münkeri de ma’ruf saydığınız zaman haliniz ne olur?”
(Yanındakiler):
“Yâ Resulellah! Bu mutlaka olacak mı?” diye sordular.
“Evet olacak!” buyurdular. (Mecma’uz-zevâid)
İslâm’ın en parlak devirlerinde, asırlarca sonra gelecek bozuklukları olduğu gibi görüp tasvir etmek, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in apaçık bir mucizesidir.
•
Sevban -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Size çullanmak üzere yabancı kavimlerin, tıpkı sofraya çağrışan yiyiciler gibi birbirini çağıracakları zaman yakındır.” buyurdu.
Orada bulunanlardan biri:
“O gün sayıca azlığımızdan mı?” diye sordu.
“Hayır! Bilâkis siz o gün çoksunuz. Fakat sizler bir selin getirdiği çer-çöpler gibi hiçbir ağırlığı olmayan çer-çöp durumunda olacaksınız. Allah düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalplerinize zaafı atacak!” cevabını verdi.
“Zaaf nedir yâ Resulellah.” denildiğinde:
“Dünya sevgisi ve ölüm korkusu!” buyurdu. (Ebu Dâvud: 4297)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Şu beş şey sizin aranızda vuku bulsa nasıl olursunuz? Onların aranızda vuku bulmasından veya onlara ulaşmanızdan Allah’a sığınırım.
Bir toplulukta kötülükler ortaya çıktığı, fuhuş açıktan yapıldığı zaman, orada tâun ve geçmiş nesillerde görülmeyen hastalıklar ortaya çıkar.
Bir topluluk zekât vermeye mâni olduğunda, gökyüzünden gelen yağmur onlardan kesilir. Hayvanlar olmasaydı hiç yağmur yüzü görmezlerdi.
Bir topluluk ölçü ve tartıyı eksik tuttuklarında, kıtlık, geçim sıkıntısı ve zâlim idareci ile cezalandırılırlar.
Âmirleri Allah’ın indirdiğinden başka şeylerle hükmettiklerinde Allah, onların üzerlerine düşmanları musallat kılar ve ellerinde bulunan şeylerin bir kısmını tüketir.
Allah’ın kitabını ve Resulullah’ın sünnetlerini bir kenara bıraktıklarında, Allah onları birbirine düşürür.” (İbn-i Mâce)
•
İmran bin Husayn -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Bu ümmette yere batma, kılık değiştirme ve taşlaşma olacaktır.”
Bunun üzerine müslümanlardan bir kimse:
“Yâ Resulellah! Bu ne zaman olacak?” diye sordu.
Buyurdu ki:
“Şarkıcı kızlar ve çalgı âletleri türediği ve şaraplar içildiği vakit!” (Tirmizî: 2309)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyurur ki:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki gayretleri mideleri, şerefleri servetleri, kıbleleri karıları, dinleri dirhemleri ve dinarları olacak. Onlar mahlûkatın en şerlileridir ve onların Allah katında hiçbir nasipleri yoktur.” (Deylemî)
•
Ebu Âmir el-Eş’arî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetimden muhakkak ki birtakım zümreler türeyecektir. Bunlar zinâ etmeyi, ipekli elbiseler giymeyi, şarap içmeyi, çalgıları helâl ve mübah sayacaklar (yani bunu, utanmayıp açıkça yapacaklar).
Yine bunlardan birtakım zümreler gelip, yüksek tepelerin yanlarına konacaklar. Onların çobanları, hayvan sürüsünü sabah akşam güdüp (evlerine) getirecek.
Onlar mutluluk içinde refah bir hayat yaşarken, yanlarına ihtiyaç içinde bir fakir gelince: ‘Yarın gel!’ diyecekler.
Bunun üzerine Allah bunlara gadap ederek (sevip eğlendikleri) dağı üzerlerine yıkarak bir kısmını helâk edecek, bir kısmını da maymuna ve domuza çevirecek. Onlar kıyamet gününe kadar böyle kalacaklardır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh:1892)
Bir insan kötü iş ve icraatları yaparken, Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri ona kötü sıfatlar takıyor; imanını alıyor, İslâm’dan çıkarıyor, sıfatını sıfat-ı hayvâniyeye çeviriyor, kalbini mühürlüyor, artık onu cehenneme gönderiyor.
Allah’tan başka hiç kimse onun suretini bir daha çeviremez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“İnsan üzerine öyle bir zaman gelecek ki, sünneti eskitecekler ve bid’atları tazeleyeceklerdir. O gün benim sünnetime bağlanan garip kalır ve yalnız kalır. Bid’atlara bağlı olan kişi ise elli ve daha fazla arkadaş bulabilir.”
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı Resulullah Aleyhisselâm’ın bu beyanı üzerine:
“Yâ Resulellah! Allah’ın selâmı senin üzerine olsun! Bizden sonra daha faziletli kullar gelecek mi?” diye sorduklarında:
“Evet! Bizden sonra daha faziletli kullar gelecek!” buyurdu.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı:
“Seni onlar görürler mi?” diye sorduklarında:
“Hayır!” cevabını verdi.
“Peki onlara vahiy mi iner?” dediklerinde:
“Hayır!” buyurdu.
“Onlar o zamanda nasıl olurlar?” dediler.
Buyurdu ki:
“Tuzun suda eridiği gibi kalpleri erir.”
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı:
“Onlar o devirde nasıl yaşarlar?” diye sorduklarında:
“Onlar o devirde kurdun sirkede yaşadığı gibi yaşarlar!” buyurdu.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı son olarak:
“Dinlerini nasıl muhafaza ederler?” dediklerinde:
“Avuçtaki kor gibidir ki; elinden onu bıraksan söner, tutsan ve sıksan elini yakar.” cevabını verdi. (Abdüllâtif)
İşte bu zaman.
Nitekim yukarıdaki Hadis-i şerif’te Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“O gün benim sünnetime bağlanan garip kalır ve yalnız kalır. Bid’atlara bağlı olan kişi ise elli ve daha fazla arkadaş bulabilir.”
Bugün İslâm’ı yaşamaya ve tebliğ etmeye çalışan bir kimsenin durumu böyle değil mi?
Nefis ister ki; “Halkın arasına karışayım, rağbetim olsun, arkadaşım olsun.”
Olsun, olsun ama imanın ne olacak?
Bu zamanda imana talip olana çok büyük müjdeler, çok büyük mükâfatlar var.
Bu müjdelere ve mükâfatlara nâil olmak hem çok kolay, hem de çok zor. Kolay çünkü bizden öyle uzun riyâzatlar, mücadeleler beklenmiyor, iman bekleniyor. Zor çünkü bu zamanda iman sahibi olmak, imanı tercih etmek gerçekten çok müşkil duruma düşmüştür.
Zaman ahir zaman, iman kurtarma zamanı.
Rivayete göre Ashâb-ı kiram’dan Ebu Sâlebetü’l-Haşenî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:
“Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz.” (Mâide: 105)
Âyet-i kerime’sinin tefsirini sorduğunda şöyle buyurmuştur:
“Yâ Ebu Sâlebe! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Ne zaman ki aşırı derecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden gidilir, dünya ahiret üzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse kimseyi tanımaz bir hâle gelirse, o zaman kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak!
Muhakkak ki sizin arkanızda karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, sizden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır.”
Ashâb-ı kiram:
“Yâ Resulellah! Onlardan elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır değil mi? (Yani ‘Sizden’ kelimesi yanlışlıkla mı kullanıldı?)” diye sorduklarında buyurdu ki:
“Hayır! Sizden elli kişinin sevabı kadar sevap alır. Çünkü siz iyiliklerde yardımcı bulursunuz, fakat onlar bulamazlar.” (Ebu Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
İşte bu fitne zamanında Asr-ı saadet’teki gibi yaşamaya çalışanların mükâfatı budur.