Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini en üstün şerefle müşerref eyleyen Allah-u Teâlâ, Kur’an-ı kerim üzerine yemin ederek onun doğru yolda olduğunu ve dosdoğru bir yolu gösterdiğini; bu nurlu yolda gönül huzuruyla, emin adımlarla yürümesini beyan buyuruyor:
“Yâsin. Kur’an hakkı için ey Resul’üm! Muhakkak ki sen gönderilmiş peygamberlerdensin ve doğru bir yol üzerindesin. Üstün ve çok merhametli Allah’ın indirdiği Kur’an yolu üzerindesin.” (Yâsin: 1-5)
Siz bu ilâhî emre mi itaat edeceksiniz, Allah-u Teâlâ’ya ve O’nun Peygamber’ine mi uyacaksınız, yoksa inkâr edip, itiraz edip kâfir mi olacaksınız? Kendiniz karar verin! Onun yolundan sapan; kim olursa olsun, dinden sapmıştır, İslâm dâiresinden çıkmıştır. Ölçü budur. İmanı olana bu Âyet-i kerime’ler kâfidir. O öyle bir doğru yoldadır ki, Allah-u Teâlâ’nın nurundan bir nurdur. Kendi nurundan nurunu yarattı, o nurdan mükevvenâtı donattı, Mirac-ı şerif’te Cebrâil Aleyhisselâm dahi bir adım atamadı, o ise huzur-u ilâhî’de bulundu, onu nurundan yarattığı için o yanmadı. Amma bu nurdan ayrılan, kim olursa olsun İslâm’dan ayrılmıştır ve küfre kaymıştır.” (“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 53-54)
“Bedevîler küfür ve nifak bakımından daha beterdir ve Allah’ın peygamberine indirdiği hükümlerin sınırlarını tanımamak ancak onlara yakışan bir tutumdur.” (Tevbe: 97)
Görülüyor ki Vehhâbîler de aynı şekilde Allah-u Teâlâ’nın Resulullah Aleyhisselâm’a indirdiği hükümlerin sınırını tanımamakta, küfür ve nifaklarını alenen ortaya koymaktadırlar.” (“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 364)
Din kisvesi altında ortalıkta dolaşan bir gruba mensup bazı kişilerin sosyal medyada, whatsapp gruplarında ve durumlarında Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri’ne iftira atıp eserlerini karalamaya çalıştıkları, “İnsan Dünya ve Ahiret” isimli eserinin resmini paylaşarak “Bu kitap, vehhâbîlerin kitabı okumayın!”, “Vehhâbî selefi görüşleri” gibi iftiralar yaydıkları, bir bilgisi olmayan bazı kişilerin de bu tezvirata alet oldukları görülmektedir.
Bu çok büyük ve alenî bir yalandır.
Zira Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Vehhâbî fitnesi ile en sert ve ciddi mücadeleyi yapan, onlar hakkında “İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini” adında kitap çıkartan bir Zât-ı âlidir. Vehhâbîlerin içyüzünü, İslâm’dan ayrı olduklarına dair ilâhî hükümleri ortaya seren bu kitabı bundan 21 yıl önce, 2001 yılında yayınlanmıştır.
Bu yalanı bu iftirayı ortaya atanlar, bu karıştırmayı, bu tezgâhı yapanlar kimdir, amacı nedir, niyeti nedir?
Bu tezvirat (yalan dolan şeyler) kime hizmet ediyor?
Bunu yapanlar şuursuzca hareket eden bir câhil-cühelâ takımı mıdır, yoksa ortalığı karıştırmaya çalışanların tezgâhına alet mi oluyorlar?
Zira bu kadar aleni bir yalan ortaya atarak karalama kampanyası yapmak FETÖ’cülerin tezgâhlarına benzeyen bir durumdur. Yine bunların taktiklerinden birisi ortalığı bulandırmak, karıştırmak ve aradan sıyrılmaktır.
Binaenaleyh bu yalanın içyüzünü; bu yalanı ortaya atanların, yayanların, bu tezvirata alet olanların ne kadar büyük bir cürüm işlediklerini; Muhterem Ömer Öngüt’ün Vehhâbîler hakkındaki beyanlarını arzediyoruz ve aynı zamanda müslümanları uyanık olmaya çağırıyoruz.
“Vehhâbî” iftirası atarak karalamaya çalıştıkları Muhterem Ömer Öngüt “İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini” isimli eserinde Vehhâbîler hakkında şöyle buyurmuştur:
“Ey Vehhâbî dinini savunan Vehhâbî bozmaları!
Bu saltanatın sizde kalacağını sanmayın. Allahu âlem ömrünüz çok kısa olsa gerek. Size sesleniyorum ve size karşı savaş açtığımı bildiriyorum. Bir tek Âyet-i kerime’yi dahi inkâr edene biz kâfir diyoruz.” (Ömer Öngüt, “İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 9)
“Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:
“O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından da ileridir.” (Ahzâb: 6)
Buyururken, onu daha önde tutmanız gerekirken siz İbn-i Teymiye’yi, İbn-i Abdülvehhab’ı öne sürdünüz ve İbn-i Abdülvehhâb’ın yandaşlarını, onun izinden gidenleri seçtiniz. Siz hiç şüphe yok ki seçtiklerinizle berabersiniz, amma Allah ve Resul’ü ile beraber olamazsınız.
Siz ahirette onlarla haşrolacaksınız, huzur-u ilâhî’ye onlarla çıkacaksınız. Çünkü siz Allah ve Resul’ünün yolunda değilsiniz. Siz onları seçtiniz ve onların yolundasınız. Deccal’den daha beter olan sapıtıcı imamlara uyduğunuzun farkında mısınız? Cehennem ateşinden sizi kim kurtarabilir? İlâhî emirlere bir bakın, bir de tuttuğunuz yola bakın!” (Ömer Öngüt, “İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini, s. 648)
Bu zat böyle buyuruyor. Ve fakat bakın nasıl iftira atıyorlar. Onların ne kadar fitneci, bölücü ve yalancı olduğunu buradan anlayın.
Bir müslüman yalan söyler mi?
Bu Zât-ı âli’nin Vehhâbîler hakkında kitabı olduğunu bile bile nasıl bu yalanı uydurdunuz?
Resulullah Aleyhisselâm:
“Yalandan sakınınız. Zira yalan ile iman bir arada bulunmaz.” buyuruyor. (Ahmed bin Hanbel)
Ey yalancılar!
İşte Allah Resul’ünün beyanı, işte sizin icraatınız!
Kendi durumunuzu buradan anlayabilirsiniz.
Ey iftiracılar!
Bir yalan ortaya atarak, iftira ile karalama taktiğini nereden öğrendiniz? FETÖ gitti, yeri boş kalmasın diye mi böyle yaptınız? Yoksa şeytandan mı ilham aldınız:
“Ey Âdemoğulları! Ben size: ‘Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.’ diye emretmedim mi?” (Yâsin: 60-61)
Siz kimin iğvasıyla hareket ettiniz?
Hakiki bir müslüman bunu yapar mı?
Yalan söylemek münafıklık alâmetidir. Siz müslüman mısınız, münafık mısınız?
Hangi müslüman bu vebalin, bu günahın altına bile bile girer?
“Münafıklığın alâmeti üçtür: Söylerse yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edilirse hıyanet eder.” (Buhârî)
Diğer bir rivayette “Her ne kadar oruç tutsa da, namaz kılsa da ve kendini müslüman zannetse de.” buyurulmuştur. (Müslim)
Yalan bu kadar ağır bir günahtır. İmansızlığın, münafıklığın alametidir.
Bu alçak yalanı bir müslüman nasıl söyler?
Yalan ve iftira çok büyük bir cürümdür. Dinimizin kesinlikle yasakladığı en büyük günahtır.
“Yalan sözden çekinin.” (Hacc: 30)
Doğruluk imanın sermayesi, yalan da nifakın sermayesidir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Ey iman edenler! Yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?
Yapmadığınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir gazaba sebep olur.” (Saff: 2-3)
Ey kendini müslüman zanneden iftiracılar!
Resulullah Aleyhisselâm sizin gibilere “Yazıklar olsun!” diye hitap ediyor:
“Yazıklar olsun o adama ki, derviş hırkası giyer de sözü ve fiili birbirine muhâlif olur.” (Münâvî)
Bu hükümler yapmadığını söyleyenler için. Peki derviş kisvesi altında yalan söyleyen, bir Allah dostuna iftira atanın durumu nedir?
Bir müslüman;
Yalan söyler mi? Söylemez.
İftira atar mı? Atmaz.
Fitne çıkarır mı? Çıkarmaz.
Bir Allah dostuna düşmanlık yapar mı? Asla!
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî’sinde şöyle buyuruyor:
“Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)
Bu Hadis-i kudsî’ye göre durumunuz ne olacak?
Siz kime düşmanlık yaptığınızın, kiminle harp ettiğinizin farkında mısınız?
Çok cesaretlisiniz. Ama cehenneme cesaretlisiniz.
Sizin bu yaptığınız çok büyük bir ihanettir:
“Söylediklerine inanacak bir mümin kardeşine yalan söylemen, çok büyük bir hıyanettir.” (Ebu Dâvud)
Bu hıyaneti niye yaptınız?
Taraftarlarınız bu yalanları “Hocalarımız söyledi, bunlar vehhâbî kitabı, okumayın!” diye paylaşıyor. Bu bir ihanet değil mi?
Bilmeyen müslümanlar sizin kisvenize bakıp bu yalana inanıyor. Allah dostu bir zâtı vehhâbî gibi gösterip bütün müslümanları kandırmaya çalışmak büyük bir ihanet değil mi?
“Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değillerdir.”(Bakara: 9)
Ey hâinler! Bu cesaretiniz nereden geliyor? Cahilliğinizden mi, imansızlığınızdan mı?
İslâm adına ortaya çıkıp da böyle namert bir düşmanlık yapmak nerede görülmüştür? Bunlar İslâm’ın yüzkarasıdır.
Bu fitne çıkartanların ne kadar büyük bir cürüm işlediklerini Cenâb-ı Hakk haber veriyor:
“Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür.” (Bakara: 191)
Ey fitneciler!
İmanla vicdanla söyleyin; bu yaptığınız büyük bir fitne değil midir? Bir Allah dostunun aleyhinde yalan ile iftira ile kampanya yapmaktan, karalamaya çalışmaktan büyük fitne mi olur?
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- ömrü irşad ile geçmiş silsilesi Tarikat-ı Nakşibendiye’den gelen mutasavvıf bir Zât-ı âlidir.
Herkes bilir ki Vehhâbîler Resulullah Aleyhisselâm’ın nuraniyetini, ulviyetini, Allah katındaki yüce mertebesini inkâr ettikleri gibi, tasavvufu da inkâr ederler. Tasavvuf ehli bir zata “Vehhâbî” diye iftira atmak nerede görülmüş?
Böyle bir zâta, üstelik Vehhâbî fitnesini söndürmek için eser neşretmiş bir Zât-ı âliye “Vehhâbî”, “Selefi” yakıştırması yapmak, eserlerini “Vehhâbîlerin kitabı” diye karalamaya çalışmak hangi kitapta var?
İslâm’ın kitabında yok. Sizin kitabınız nedir?
İftira ve yalanın, çirkefliğin ne kadar büyük olduğunu görüyorsunuz. Bir müslüman bunu yapar mı? Yapmaz.
Muhterem Ömer Öngüt’ün “İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini” isimli kitabının kapağında bulunan beyanları şöyledir:
“Vehhâbîlik dininde türemeler türedi. Hakikat ile dalâletin, iman ile küfrün arasında berzah koyuyorum. İtiraz eden olursa ancak Âyet-i kerime ile cevap kabul edilir.”
Vehhâbîler hakkında böyle bir kitabı çıkartan Ömer Öngüt Efendi Hazretleri hakkında bu yalanı nasıl uydurdunuz?
Ayrıca dergilerimizde de Vehhâbîlik fitnesi ve Vehhâbîler hakkında makaleleri yayınlanmıştır. Dergimizin Eylül 1995 tarihli 24. sayısında Suudi Arabistan’da aralarında Türklerin de bulunduğu bazı tır şoförlerinin haksız yere katledilmesi üzerine makale yayınlamış, Arabistan’ın bu icraatının İslâm’da olmadığını Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle ortaya koymuş, bu katliamın durdurulmasına vesile olmuşlardı. Yine Vehhâbî ulemasının çıkarttığı fitneler sebebiyle dergilerimizde değişik zamanlarda makaleler yayınlanmıştır.
Bu iftirayı atanlar bu zâtı da tanıdıkları hâlde, bu zâta hiç yapışmayacak bir iftira ve karalamayı neden yapıyorlar?
Bütün bu yayınları yapan, Vehhâbîlere savaş açan bir Allah dostuna sizin hakkınızda beyanları olduğu için mi “Vehhâbîdir, kitaplarını okumayın, imha edin.” diye iftira atıyorsunuz?
O hayatta iken hiçbir beyanına, hiçbir kitabına cevap veremediniz, bugün o ahirete gittikten sonra, Vehhâbî olmadığını, Vehhâbîlerle cihad ettiğini bildiğiniz hâlde onu karalayabileceğinizi zannettiniz.
“Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın.” (A’raf: 86)
Hiç mi Allah’tan korkmadınız? Hiç mi vicdanınız sızlamadı?
Niçin halkı yanıltıyorsunuz? Neden insanları bile bile şaşırtıyorsunuz?
“Doğrusu birçokları bilmeden heva ve heveslerine uyarak halkı şaşırtıyorlar. Muhakkak ki Rabb’in hududu aşanları çok iyi bilendir.” (En’am: 119)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri; İslâm dini’nden göründüğü halde, dinden sapan ve saptırmaya çalışan bu gibi fırkaların içyüzünü; haklarında kitaplar çıkartarak Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle seneler önce ortaya serdi ve inananları bunlara karşı ikaz ve irşad etti. Bunların din ve vatan bölücüsü olduklarını, İslâm’ı ve müslümanları paramparça etmeye çalıştıklarını, cihadı ceplere açtıklarını, İslâm’da olmadığı halde para topladıklarını, İslâm’ın yüzkarası birer sahtekâr olduklarını ilan ve ikaz etti.
FETÖ başta olmak üzere bu gibi dinde ve vatanda bölücü olan fırkaların içyüzü aşikâr oldukça bu Zât-ı âli’nin ne kadar haklı olduğu gün gün ortaya çıkıyor.
Bu iftira kampanyasını yapanlar da FETÖ’nün ihanetini, taktiklerini taklit etmeye, FETÖ’den boşalan boşluğu doldurmaya, dünya saltanatı kurmaya çalışıyorlar. Yarın bunların da devleti ele geçirmeye çalıştığını, kendilerinden olmayanlara hayat hakkı tanımamak için çalıştıklarını, entrikalar çevirdiklerini görürsek şaşırmayalım. Zira İslâm’dan sapan, nefsinin heva ve hevesine uyan kimseden her şey beklenir. Çünkü onun hocası artık şeytandır.
Sıfatına bakarsan İslâm’ın ön safında imiş gibi caka satıyor, ancak en adi iftirayı atmaktan çekinmiyor, bile bile yalan uydurmaktan utanmıyor.
Bu gibiler hakkında Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a hitaben şöyle buyuruyor:
“Onlar durmadan yalana kulak verirler. Sana gelmeyen bir başka topluluk lehine kulak verip casusluk yaparlar. Kelimeleri yerlerinden tahrif ederek değiştirirler. “Bu (değişik şekliyle) size verilirse alın, verilmezse sakının!” derler. Allah bir kimsenin fitneye düşmesini isterse, senin Allah’a karşı yapacak hiçbir şeyin yoktur. İşte onlar Allah’ın, kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Dünyada onlar için rezillik, ahirette de büyük bir azap vardır.” (Mâide: 41)
Bu Âyet-i kerime’ler şüphesiz iman edenler içindir. Yalan ve iftirayı meslek edinen kimseler, zaten imandan mahrum oldukları için bu kadar rahat bu büyük günahları işliyorlar.
Bunlar yalana kulak verenlerdir:
“Onlar hep yalana kulak verirler, durmadan haram yerler.” (Mâide: 42)
Bu yalancı türemeler hakkında Hadis-i şerif’lerde şöyle buyuruluyor:
“Yalan söyleyenler muhakkak lânete uğramışlardır.” (Münâvî)
“Şüphesiz ki kıyametin önünde yalancılar zuhur edecektir.” (Müslim)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Ümmetimden yalancılar, deccaller vücuda gelir.” (Münâvi)
Yalancı ve deccalden maksat, dıştan insanları irşad ve ıslah etmek sıfatıyla görünüp, gerçekte ise halkı ahkâma uymaktan alıkoyanlardır.
İşte bunların yaptıkları gibi. Dıştan bakarsan senden benden daha müslüman gibi görünüyor, ancak halkı hak ve hakikatten uzaklaştırmak için yalanla iftira ile kampanya yapıyorlar.
Bunlar müslüman olabilir mi?
Diyeceksiniz ki “Onlar da namaz kılıyor, oruç tutuyor, ibadet ediyor.” Şimdi sen kendi zannını bırak, Hazret-i Allah’ın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın beyânına bak!
“Sizin aranızda öyle zümreler türeyecektir ki; siz onların namazlarının yanında kendi namazlarınızı, oruçlarının yanında kendi oruçlarınızı, iyi işleri yanında kendi iyi işlerinizi küçük göreceksiniz. (Yani onların yaptıkları işler dıştan sizinkinden üstün gibi görünecektir.)
Onlar Kur’an da okuyacaklar fakat Kur’an(ın feyzi) onların boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır.) Nitekim onlar okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklar. Okun sahibi (avı delip geçen) okunun demirine bakar, (kana benzer) bir şey göremez. Sonra ağaç kısmına bakar bir şey göremez, yelesine bakar orada da bir kan izi göremez. Daha sonra (acaba ava dokunmadı mı) şüphesiyle, kirişe gelen ve fok denilen çatal yerine bakar, orada da bir iz göremez.” (Buhârî, T. sarih: 1783)
Bu Hadis-i şerif onları bize tanıtıyor.
İşte Âyet-i kerime:
“Şüphesiz ki Allah, aşırı yalancıyı doğru yola eriştirmez.” (Mümin: 28)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde bu gibi aşırı yalancıları doğru yola eriştirmeyeceğini beyan buyuruyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“İnsan yalanı irtikâb edince o yalanın kötü kokusuyla muhâfızı olan melâike-i kirâm kendisinden bir mil uzaklaşır.” buyuruyorlar. (Tirmizi)
Yaptıkları yalan ve iftiralarla bu pis kokuyu yaydılar.
En büyük günaha ortak oldular:
“Günahların en büyüğü lisânın yalanıdır.” (Camiüssağir)
Hazret-i Safiye -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in kısa boylu olduğundan bahseden Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’e Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
“Öyle bir söz söyledin ki o denize atılsa denizi kirletir.” (Tirmizî)
Bu bir müslüman hakkında hoşa gitmeyecek bir söz söylendiği zaman böyledir. Bir müslüman hakkında iftira ve yalan söylemenin durumunu siz düşünün!
Âyet-i kerime’de:
“Kim bir hatâ veya bir günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.” buyuruluyor. (Nisâ: 112)
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın hükmünün yürümesini istemez, kendi nefsinin hevâ ve hevesine göre hüküm yürütmek ister.
Zira bunlar nefsinin hevâ ve hevesini ilâh edinenlerdir.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın da dalâleti hak ettiğini bilerek saptırdığı; kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)
Bunlar doğru yola giremiyorlar. Çünkü şeytan yaptıklarını bunlara süslü göstermiştir:
“Şeytan kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için doğru yola gelip hidayete giremiyorlar.” (Neml: 24)
Bunlar kendi batıl yollarını hak yolun yerine koymak isteyenlerdir:
“Bâtılı hakkın yerine koymak için mücadele etmişlerdi.” (Mümin: 5)
İşte görüyorsunuz, İslâm’ın ön safında görünüyorlar, ancak en büyük iftirayı atmaktan, yalan söylemekten çekinmiyorlar.
Âyet-i kerime’de:
“Onların yaptıkları gerçekten ne kötüdür!” buyuruluyor. (Tevbe: 9)
Müslüman iftira atar mı? Atmaz. Yalan söyler mi? Söylemez. Fitne çıkartır mı? Çıkartmaz.
Binaenaleyh bunlar İslâm dini’nin hocası değil, âhir zaman türemeleridir. İslâm’la ilgileri isimden ibarettir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mâmur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir.” (Beyhakî)
•
Bu iftiracıların, bu yalanları uydurmaktan çekinmeyenlerin FETÖ’nün yaptığı gibi bir tezgâh kurup, kampanya başlatanların tuzaklarını boşa çıkartacak olan Allah-u Teâlâ’dır.
“Kötülüklerle tuzak kuranlara gelince, onlar için çok şiddetli bir azap vardır ve onların kurdukları tuzaklar da mutlaka boşa çıkacaktır.” (Fâtır: 10)
•
Ey bilerek bilmeyerek bu iftirayı yaymaya çalışanlar!
Ey “Hocalarımız söyledi” diyerek bu tezvirata alet olanlar!
Size hak ve hakikati hatırlatıyoruz. Hâlâ bunların peşinden gidecek misiniz?
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kendisine Rabb’inin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir? Muhakkak ki biz suçlulardan öç alacağız!” (Secde: 22)
Buna rağmen körlüğü mü tercih edeceksiniz?
“Onlar körlüğü doğru yolda gitmeye tercih ettiler” (Fussilet: 17)
Ey bunların yalanlarına kulak verenler!
Biz bilmiyorduk demekle sıyrılabileceğinizi mi sanıyorsunuz?
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde:
“Bilmediğin şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsrâ: 36)
Buyurmuyor mu?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Kişinin her işittiğini söylemesi, yalan olarak yeterlidir.” (Müslim)
Ey Müslüman!
Bir fâsık haber getirdiği zaman iç yüzünü araştır. Bilgisizce bu gibi sahtekârların tezviratlarına alet olma, sonra pişman olma!
Zira Cenâb-ı Hakk:
“Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onu tahkik edin, içyüzünü araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da, sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” buyuruyor. (Hucurât: 6)
Her müslümanın bu Âyet-i kerime’yi çok iyi tetkik edip üzerinde düşünüp Hazret-i Allah’a sığınması ve bu yalana ortak olmaması gerekmez miydi? Müslüman olan Allah’tan korkar, emr-i ilâhî’ye bakar.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin ki, Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Ahzab: 70-71)
Yalan söyleyenler, iftira edenler, velvele ve fitne çıkaranlar muhakkak bunun vebalini, bu günahın cezalarının kendilerini kuşattığını göreceklerdir.
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkân: 43)
Halbuki müslümanın doğru olması gerekmez mi?
Bir müslümanın vasfı:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hud: 112)
Âyet-i kerime’sidir.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin.” (Ahzâb: 70)
İmanların kaymaması için, imanımızın muhafazası için Cenâb-ı Hakk’ın emrine riayet şarttır. Aksi takdirde büyük bir ateş dokunabilir.
“Onlar kendi yüklerini, kendi yükleriyle beraber daha nice yükleri taşıyacaklar ve uydurdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir.” (Ankebut: 13)
Dergimizin kurucusu Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri’ni tanıtan birçok makale dergilerimizin muhtelif sayılarında ümmet-i Muhammed’in dikkat nazarlarına arzedilmiştir. Bu hususta, özellikle yapmış oldukları mücadeleyi anlatan tafsilatlı bir dosyanın yayınlandığı dergimizin Mart 2020 tarihli 318. Sayısına müracaat edilmesini tavsiye ederiz.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri insanları iman ve İslâm’a davet eden büyük bir mutasavvıf idi.
Sohbetlerinde, eserlerinde İslâm’ı, imanı, Allah ve Resul’ünü, tasavvufu, Nûr-i Muhammedî’yi anlattı.
Allah-u Teâlâ’nın emirlerine ve Resulullah Aleyhisselâm’ın sünnetine gönülden teslim olmuştu. İki cihan serveri Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e en derin bir muhabbetle ve büyük bir saygıyla bağlıydı. Onun izine basa basa gitmekte büyük bir azim sahibiydi. İlâhî hükümlerin ve Sünnet-i seniyye’nin ihyası için gayret gösterirdi.
Ömrü irşadla geçti. Allah-u Teâlâ’nın nezdinden ilim verdiği, zatına yaklaştırdığı bir veli kulu, müridleri değil mürşidleri irşad eden bir Mürşid-i kâmil, Allah dostlarının eserlerinde âhir zamanda geleceğini haber verdikleri “Hatmü’l-Evliyâ” olan zâtı âli idi.
Gayet latif sohbet ederdi, büyük bir tevazu sahibiydi, misafirleri ile bizzat kendisi ilgilenirdi. Konuşmalarındaki fesahat ve belâgati tarif edilemez; son derece fasih söz söyler, gayet açık, latif ve külfetsiz konuşurlar, herkesin seviyesine göre hitap ederlerdi. Lüzumsuz yere konuşmaz, konuştuğu zaman sözün en güzelini söyler, az kelimeyle çok şey anlatırlardı.
Ziyarete gelenler hiçbir külfetle karşılaşmadan kendisiyle görüşme imkânı bulurdu. Düzce’deki hanelerinde seneler senesi misafirlerini büyük bir tevazu ile ağırlamışlar, hizmetlerini bizzat kendileri yapmışlardı. Mahviyet ve tevazunun çok büyük bir numunesi idiler.
“Bizim tuttuğumuz yol, mahviyyet üzerine, hiçlik üzerinedir. Ben hayatım boyunca halı üstünde yattım. Ta ki doktorlar zorlayıncaya kadar. Onun için bizim yolumuz, mahviyyet, hiçlik yoludur. Varlık, benlik yolu değil!” buyurmuşlardır. Geceleri 2-3 saat uyurlar, bütün gecelerini ibadetle ve taatle geçirirlerdi. Teheccüd ve Tesbih namazlarını yolculuk ve şiddetli hastalık hariç hiç bırakmamışlardı.
Allah-u Teâlâ’nın ahkâmına son derece riâyet ederlerdi.
Maddeye asla iltifat etmezler, kendi kitaplarını dahi parasını vererek satın alırlardı.
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’sini düstur edinmişlerdi. İslâm adına para toplayanların doğru yolda olmadıklarını, cep cihadcısı olduklarını ilan ve ikaz ederdi. Bu yüzden bugünkü para toplayanlar hatalarından dönmek yerine bu ilâhî hükümden ve bu ilâhî hükmü hatırlatan bu Zât-ı âli’den hiç hoşlanmadılar, düşmanlık yaptılar.
Hiçbir kimseden korkmadan yalnız ve yalnız doğru olanı, bildirileni, mânevî olarak işaret edilenleri duyurmaya gayret göstermişlerdir.
Din-i İslâm’ın ilk tazeliğini, Asr-ı saadet gibi bir devri yaşamaya ve yaşatmaya çalışmışlar ve etraflarına Ahkâm-ı ilâhiye, Sünnet-i seniyye hususunda numune olmuşlardır. Sevenlerinin gönüllerine yalnız Allah ve Resul’ünün sevgisini doldurmaya, gerçek bir mümin, örnek bir müslüman, numune bir insan olmalarına gayret etmişlerdir. Beşeriyetin istifadesi için mübarek dillerinden dökülen sohbetleriyle gönüllere ışık saçıp yol göstermişler, eserler neşrederek Ümmet-i Muhammed’i tenvir etmişlerdir.
İnsana yaratılış gayesini öğreten, Yaratan’ını tanıtan, ebedî saadet ve selâmete yönelten, düşündüren, gönül üzerine, mâneviyat üzerine, iman, İslâm, ilim-irfan, ahlâk-fazilet, aşk-şevk üzerine söylenen sözlerle dolu, bilhassa erbâb-ı sülûkün çok istifade edeceği “Kalblerin Anahtarı” isimli külliyatında; İslâm hakikatleri, iman letâfetleri, tasavvuf sırları Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin nur ışığı altında selis bir üslûpla anlatılmaktadır. Kur’an-ı kerim’in tefsiri mahiyetinde olan bu eserlerine Kur’an-ı kerim’deki bütün Âyet-i kerime’ler girmiştir.
Hayat-ı saadetleri; Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a; “İlâhi Görüş Birliği”ne dâvetle geçti.
Gaye ve hedefleri; Allah ve Resul’ünü sevdirmek, müslümanları Allah ve Resul’ünde birleştirmek, Nûr-i Muhammedî’nin yayılması, kalpleri Hakk’tan gayrı her şeyden kurtarmak ve arındırmaya çalışmaktı. Bu uğurda hiç kimseden bir şey istemedi, canıyla malıyla cihad etti.
Din-i İslâm’ı aslından çıkarmak isteyenlere ise hiç müsamahası yoktu.
Müslümanlar arasında senlik-benlik davası güdenleri, dinde ve vatanda bölücülük yapanları önce ikaz etti, sonra ifşa etti, haklarında kitaplar yazdı, dergilerimizde makaleler neşretti. İlâhî hükümleri geçersiz kılmaya çalışıp kendi zan ve hükmünü onun yerine koymaya çalışan FETÖ ve benzerlerinin dinden çıktıklarını, küfre kaydıklarını ilân etti. İslâm’ı ve imanı bozmaya çalışan, sapkın fikirlerini Allah-u Teâlâ’nın hükümlerinin yerine koymaya çalışan kişi ve gruplara karşı tek başına, hiç kimsenin kınamasından çekinmeden mücadele ettiler. Bu, çok büyük bir mücadeleydi.
Bu mücadeleye “İman kurtarma cihadı” derlerdi. Zira imanlar yanıyor, ebedî hayatlar gidiyor. Bu duruma çok üzülürler, hak ve hakikati duyurmak için beşer takatinin kaldıramayacağı büyük bir azim ve gayret gösterirlerdi. Bir keresinde; “İtimad edin, dünyada kalmak için tek bir arzum Allah yolunda bu cihad içindir. Beni tek tutan cihaddır. Gitmeye çok meyyalim, bu cihad olmasa yaşamanın âlemi ne!..” buyurmuştu.
Bu büyük mücadelenin gayesi; “Dini, imanı ve vatanı korumak”tı. “Biz öteden beri hem dinde hem vatanda bölücülüğü yok etmeye çalışıyoruz. Bunu, İslâm dini böyle emrettiği için yapıyoruz. Bizim iki gayemiz var: İman ve vatan.” buyurmuşlardı.
İç düşmanın daha tehlikeli olduğunu söylediler, “Dış düşmanın cephesi var, iç düşmanın cephesi yok.”, “Bunlar dış düşmandan daha tehlikeli.” buyurarak iç düşmanın tehlikesine işaret ettiler ve bu din ve vatan düşmanları ile mücâdele ettiler. İnsanların ebedî hayatının kurtulması için, imanları kurtarmak için; ifsatlarını, çıkarttıkları fitne ateşini söndürmeye çalıştılar. Dünyevî maksatlarla ortaya çıkan, din istismarı yapan bu iç düşmanları; önlerine Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri koyarak halka duyurdular.
Hiç kimseden korkmadan ve çekinmeden hakikati neşreder, ümmet-i Muhammed’i tenvir eder, fitne ve fesadın sönmesi için canı pahasına çalışır; “Allah uğrunda, Allah yolunda bir değil, bin canım olsa fedadır!” buyururlardı.
Hazret-i Allah’ın nazargâhı ve tecelliyât-ı İlâhi’nin zuhur yeri idi. İlmini, hilmini Hakk’tan alır, hakikati söylerdi. Hep Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’le konuşurlardı.
“Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır.” (Fetih: 29)
Âyet-i kerime’sinin ve
“Mümin-i kâmil’in ferâsetinden sakının! Çünkü o, Azîz ve Celîl olan Allah’ın nuru ile bakar.” (Buhârî)
“Onlar öyle kimselerdir ki görüldüklerinde Allah zikrolunur, onları gören Allah’ı hatırlar.” (Câmiü’s-sağîr)
Hadis-i şerif’lerinin tecelliyatına kâmil manada mazhar bir Zât-ı âli idi. Bütün hâl ve ahvali ile edep, hayâ, huzur, huşu ve tevâzunun mücessem bir timsali idiler.
Keramet ehli bir Zât-ı âli idi, gönüllerin, kalplerin gizliliklerini Allah-u Teâlâ’nın bildirdiği kadar bilirlerdi. Ancak kendilerinden çok az keramet zuhur eder, keramete iltifat etmezler, istikamet üzere bulunmayı en büyük keramet kabul ederlerdi.
Binaenaleyh onun ilmi ve eserleri bu yakınlık makamından gelen, ilâhî vergi ile kaleme dökülen hakikatlerdir.
Şeyhi Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri’nin 1950 yılında vefat etmesi üzerine genç yaşta emânet-i ilâhî’yi taşımaya başlamışlar, 2010 yılındaki vefatlarına kadar 60 yıl boyunca İslâm’a, imana hizmet etmişler, insanları irşad etmişlerdi.
Hazret-i Allah’tan gelen bu ilim ve mahviyet ile irşad halkaları sadece kendi ihvanına değil bütün müslümanlara uzanmıştı.
Tasavvuf erbabı, mürşidler, şeyhler eserlerinden ilham aldılar, kendi talebelerine okunması için tavsiye ettiler. Bunlar arasında tanınmış zâtlar vardı.
1984 yılında vefat eden bir Zât-ı âli yakınlarının kendisinden sonra kimi bıraktığını sormaları üzerine kendi talebelerinden bir kimseyi değil, Muhterem Ömer Öngüt’ü işaret etmişti. Bunu en yakın talebeleri naklettiler ancak bu vasiyete riayet etmediler.
Daima tevazuyu tercih ettikleri için öne çıkmayı asla istememişlerdi. Bir İstanbul ziyaretlerinde Gönenli Mehmet Efendi’nin kendilerine yönelerek teveccüh göstermek istemesi üzerine kibarca oradan uzaklaşmışlardı. Bu Zât-ı âli de 1991 yılında vefat etti.
1993 yılında vefat eden bir başka Şeyh Efendi talebelerine bu Zât-ı âli’nin kitaplarını okumalarını tavsiye etmişti. Vefatından sonra bu tavsiyeye sırt çevirdiler.
2001 yılında vefat eden bir Şeyh Efendi hakkında şöyle söylemişlerdi: “Onlar da para toplamaya çıkıyorlardı. Biz dedik ki: ‘Onlara bu yakışmaz.’ Hemen vazgeçtiler. Onun için onlar bizdendir, kardeşimizdir.”
Bir Zât-ı muhterem onun hakkında “O Resulullah Aleyhisselâm’ın gölgesidir.” buyurmuştu.
Samsun’dan bir Şeyh Efendi “Gerçek Mürşid Hazret-i Allah’tır” isimli eserini okuduktan sonra müridleri ile beraber gelerek kendisine intisap etmişti. Bu zât Muhterem Ömer Öngüt’ten bir gün önce vefat etti.
Binaenaleyh devrinin önde gelen şahsiyetleri Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri’ni bilir ve hürmet ederlerdi.
Ancak bu zâtların hepsi vefat etti. Bugün “Tasavvuf yolundayız” diyenlerin hemen hepsi ticarete yöneldi, şeyhliği babadan oğula geçen saltanata çevirdi. O eski zâtlardan kimse kalmadı.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bu kadar büyük teveccühe rağmen her zaman kendilerini gizlemişler, şöhretten kaçmışlardır. Nam için, makam için değil; Hazret-i Allah ve Hazret-i Resulullah için çalışmışlardır.
Böyle bir zâta düşmanlık yapmak, böyle bir zâtı iftira ile yalan ile karalamaya çalışmak ne büyük bedbahtlıktır.
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî’sinde şöyle buyuruyor:
“Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)
Bu düşmanlığı yapanların tasavvuf ehliyim diye ortada dolaşması beyhudedir.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bu irşadının, imanı, İslâm’ı, tasavvufu anlatan eserlerinin yanında aynı zamanda büyük bir cihad yaptı; İslâm’a en büyük zararı veren, İslâm’ı parçalamaya çalışan din ve vatan bölücülerinin dinden çıktıklarını, İslâm’dan ayrıldıklarını ilan etti, haklarında eser neşretti. Bu mücadelesi yazmış oldukları eserleri ile vefatlarından sonra da devam ediyor.
Bu yüzden bu sahtelerin hepsi bu Zât-ı âli’ye düşman kesildiler, iftira attılar. Eserlerinin okunmaması için propaganda yaptılar ve yapmaya devam ediyorlar.
İşte bu gibi iftiraların sebebi budur. Bu bölücüler bu Zât-ı âli içyüzlerini neşrettiği, icraatlarının İslâm’a ters olduğunu, dinde ve vatanda bölücülük yaptıklarını ifşa ettiği için, haklarındaki hükmün bilinmemesi için her fırsatta her iftirayı, her türlü karalamayı yapmaya çalışıyorlar.
“Bizim bu bölücülerle cihadımız, sanmayın ki küçük bir çarpışmadır. Bütün bölücülerle karşı karşıya gelmiş durumdayız. Nasipdar olan tenvir oluyor, nasibini alıyor. Nasibi olmayan görmüyor.” buyurmuşlardı.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri’nin ömr-ü saadetleri bu sahtelerle, cemaat adı altında din ve vatan bölücülüğü yapan sapık fırkalarla, “Tasavvuf ehliyim” diye ortaya çıkan sahte şeyhlerle, “İslâm âlimiyim” diye ortaya çıkan saptırıcı âhir zaman âlimleri ile mücadeleyle geçti.
“Yazan Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın.” (Bakara: 282)
Âyet-i kerimesi mucibince hiç kimseden korkmadan ve çekinmeden hakikati neşretti.
Çünkü;
“Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar.” (Mâide: 54)
Âyet-i kerime’sini düstur edinmiş, hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmemiş, vazifesini bihakkın yürütmüştü.
Hakkı duyurdu, hakikat ile dalâleti ayırdı, berzah oldu. Ümmet-i Muhammed’i tenvir etti, fitne ve fesadın sönmesi için canı pahasına çalıştı, uhuvvet, birlik ve beraberlik için azâmi gayret gösterdi.
Öyle bir mücadele ki tek başına milyonlarca insanı karşısına almış, hakikati söylediği için cümle âlem düşman kesilmişti. Ama o Hazret-i Allah’ın dostluğuna tâlip idi.
Bu hususta şöyle buyuruyorlar:
“Allah’ıma yemin ederim ki; kimseye garazım yok. Ben herkese kardeş gözüyle bakarım amma kimsenin de küfrüne rızâ gösteremem. Yani yazacağımı yazarım, yapacağımı yaparım, bunu bilin!
Sırf Allah için, Allah korkusundan yapıyorum. Bir gayem, bir maksadım, bir menfaatim var mı?
Büyük mücadele, mücahede yapılıyor. Milyonlara karşı çıkmış, tek tek tek küfür damgası vuruyoruz. Bugün insana bir kişi, bir düşman yetiyor. Bizim karşımızda milyonlar var. Deli miyim? Hayır! Ben deli değilim. Ben, Allah rızâsı için bu yola çıktım, yapacağımı ölünceye kadar da yapacağım.
Biz emirle hareket ederiz. “Biç!” derlerse, biçeriz, hiç korkmayız. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, müşrikler darılacak diye Kur’an-ı kerim’i tebliğden mi geri kalıyordu?
Biz memuruz; izin verdiği kadar yürür, “Dur!” dediği zaman dururuz. Fakat hiç kimseden sakınmıyoruz, hiç kimseyi nazar-ı itibara almıyoruz. Bu âlimdir, bu zâlimdir demiyor, âlimin de zâlimin de üstüne yürüyoruz. Bizim vazifemiz bu. ...
Kardeşler! Gözünüzü açın, dikkat edin!
Biiznillah-i Teâlâ satın alamayacakları bir tek kapı varsa o da buradadır. Yani bu kapı satın alınamaz.
Bu ne büyük bir lütuf.
Allah-u Teâlâ burayı desteklemiş, imanını buraya akıtmış, burası para ile, pulla, dünya ile, madde ile alınacak kapı değil. O’nun rızâsı, O’nun hoşnutluğu her şeyden mühim.
Onun için bu yol Hakk’a ait, halka ait değil. Bu sözümün altında çok ince manalar var.” (“Vuslat Sohbetleri”, s. 416-417)
•
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri tasavvufu, ilim irfan yolunu, imanı, İslâm’ı anlatan onlarca eser neşretti. Gerçek Mürşid Hazret-i Allah’tır; Nûr-i Muhammedî; Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm; 10 ciltlik “Sözler ve Notlar” serisi; Duâlar; İmanlı Gönüllere Hitap; İnsan Dünya ve Âhiret; İslâm İlmihali; Kısas-ı Enbiyâ -Aleyhimüsselâm-; Kıyamet ve Alametleri; Tasavvuf’un Aslı Hakikat ve Marifetullah İncileri; Silsile-i Celile-i Âliye Sâdât-ı Kiram; Allah-u Teâlâ’nın Hükmü İslâm’ın Hukuku; Allah-u Teâlâ’nın İhsan Ettiği Bitkilerdeki Şifalar; Saadete Erenler Felâkete Kayanlar isimli eserleri bunlardan bazılarının isimleridir.
Bu Zât-ı âli, aynı zamanda Allah-u Teâlâ’nın vazifedar kılması ile İslâm’ı bölmeye, kendine maletmeye çalışan din ve vatan bölücüleri ile, ahir zaman âlimleri ile, tasavvufun aslını ve nezafetini bozan sahte mutasavvıflar ile mücadele etti, bu gibi sahtelerin iç durumlarını ifşa etti. Kim ki İslâm’a zarar veriyorsa hiçbir ayırım yapmadan onların hakkında eserler neşretti, müslümanları uyandırmaya ve bu iman hırsızlarına aldanmamaları için irşad etmeye gayret etti. Bu meyanda;
Önce “İlâhi Görüş Birliği’ne Dâvet” isimli eserini çıkarttı, müslümanları Allah ve Resul’ünün hükmünde birleşmeye davet etti. Ayrılık yapanlar hakkında verilen ilâhî hüküm ve cezaları Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle bütün inananların dikkat nazarlarına arzetti.
Bu açık dâvet ve ikazlara rağmen İslâm’dan ve ilâhî ahkâmdan sapan, sapkınlığında ısrar ve devam edenleri ifşa etti, müslümanları ikaz etti:
Sahte Halife Sahte Kahraman Cemalettin Kaplan ve Oğlu’nun İçyüzü; Refah Dini’ne Mensup Mahmud Efendi’nin Mollalarına Cevaptır; Dinleri Süleymancılık İmanları Para Has Huyları Gasp Meslekleri de Dilencilik Olan Süleymancıların İçyüzü; Küfrü Hoş Gören Narcılar’ın İçyüzü; Küfrü Hoş Gören, Dinine ve Vatanına İhanet Eden Sahte Kahramanlar; İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini; Yahudilerin Hıristiyanların ve Münafıkların İçyüzü; Biz Küfrü Hoş Görenlerden Değiliz; Hizbullah’a Tâbi Olanlar Hizbüşşeytan’a Tâbi Olanlar Hizbülvahşet’e Tâbi Olanlar; Her İsim Bir Dindir isimli eserlerini neşretti.
Yoldan sapan ve müslümanları da saptırmaya çalışan âhir zaman alimlerini ifşa etti, bazıları hakkında dergimizde makaleler neşretti. Âhir Zaman Âlimleri (“Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı, yine onlara dönecektir.” (Beyhâkî) Bunlardan Birkaçı: Yaşar Nuri Öztürk, Edip Yüksel, İskender Evrenesoğlu, Nazmi Sakallıoğlu, Refet Kayserilioğlu) isimli eserini yayınladı. İnsanın Yaratılışı ve Organ Nakli isimli eseri ile ahir zaman alimlerinin fetvalarının İslâm hükümlerine aykırı olduğunu beyan etti.
Üçüncü olarak sahte mutasavvıflara, şeyh şeytanlarına karşı müslümanları ikaz ve irşad makamında Hakiki Mutasavvıflar Hakiki Vahdet-i Vücudçular ve Sahteleri; Hazret-i Allah’ın Sevdiği Seçtiği Kullarla Riyakârların ve Sahtekârların İç Durumları isimli eserlerini yayınladı.
Hakikat İle Dalâlet’i Bilmemiz Lâzım isimli eseri ile ortaya çıkan çeşitli fitnelere karşı müslümanları ikaz ve irşad etti.
“Bu nur bugün için değildir. Bu nur, kıyamete kadar geçerlidir. Siz bu nura yapıştıkça Allah-u Teâlâ sizi kurtarır. Bunu böyle bilin, ötekilere de aldanıp saplanmayın.
Dikkat ederseniz neler çıktı. Sahte mehdiler, sahte isalar çıktı. Ama bir tane değil, birkaç tane. Çok fesatçılar, ifsatçılar, sapmışlar çıkar ve çıkıyor. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın izniyle nur ile aydınlatmaya çalışıyoruz. Bu kıyamete kadar geçerlidir. Bugün için de değildir.”
“Bu kitaplar, müslümanlar sıkıştığı zaman iş görecek. Yegâne tutunacak yer, kitaplar olacak. Bizden sonra insanlar hakikati öğrenmek için bu kitaplara sarılacak.”
İşte bu Zât-ı âli’nin bu beyanları ve bölücülerle mücadelesi kendisinden sonra da bugün de küffarın gayesine set oluyor ve bu bölücüleri durdurtuyor.
Yine 2000’li yıllarda bütün Türkiye, o günkü FETÖ’nün de tesiri ile Avrupa Birliği adı altında Batı’ya entegre olmaya çalışıyor, bu uğurda hem vatanda hem dinde büyük tavizler veriliyordu. Misyonerler ülkemizde cirit atıyor her yerde kilise evler açılıyordu. Bu Zât-ı âli bu halkı küffara karşı ikaz etti, misyonerlerin faaliyetlerine karşı halkı ikaz ve irşad etti. Talebeleri kiliselere gidip hakikatleri duyurmaya çalıştı, İslâm’ı anlatan broşürlerle misyonerleri İslâm’a davet etti. Bu broşürler bütün küffar ülkelerinde Avrupa’da, Amerika’da, Vatikan’a kadar dağıtıldı. Küffar bu faaliyetlerden çok rahatsız oldu ve bu zâtı karalamak için 2004 yılında o günkü kartel medyasında kampanya yürüttüler. Organ Nakli’nin haram olduğuna dair beyanlarını kullanarak sanki röportaj veriyormuş gibi mizansen kurup bu zâtı devlete hedef göstermeye çalıştılar. Ancak Türk mahkemelerinin verdiği tekzip kararlarını yayınlamak zorunda kaldılar.
Başka bir karalama ve kumpas kampanyası teröristbaşı Fetullah Gülen’in teröristleri tarafından 2009 yılında düzenlendi. Bu zât-ı âli’yi “Ergenekon” isimli tertibin içine karıştırmaya, kullanılan bir kimse gibi göstermeye çalıştılar. Ancak bütün bunların yalan ve tertip olduğu mahkeme kararlarıyla ortaya çıktı, Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri temizdi, temiz olduğu tescillendi. Bu tertibi yapan FETÖ’cülerin kimi kaçtı, kimi şimdi hapiste.
•
Âhir zaman alametlerinin iyice ayyuka çıktığı şu son devirde çok daha büyük bir fitne zuhur etti. İslâm dini’ni bozmaya, kendi zannını din yerine koymaya çalışan birçok fitne, din ve vatan bölücüleri, kendi zanlarını hüküm yerine koymaya çalışan âhir zaman âlimleri, sahte şeyhler, şeyh şeytanları zuhur etti. Ortalığı bu sahteler işgal etti. Büyük tehlikeler ortaya çıktı.
Gönüllerdeki yangınlar, ortaya çıkan büyük fitneler devlet otoritesinin yıkıldığı Irak, Suriye, Yemen gibi ülkelerde büyük katliamlara sebep oldu. FETÖ Türkiye’de darbe yapmaya kalktı.
Muhterem Ömer Öngüt bu bölücülerin dış düşmandan daha tehlikeli olduğunu, çünkü bunların iç düşman olduğunu söylüyordu. Kendisi bu sert mücadeleyi yaparken birçokları “Ama onlar da müslüman” diyordu. Ve bütün bu yaşananlar ne kadar haklı olduğu meydana çıkarttı. Daha da başkalarını hep beraber göreceğimizden şüphemiz olmasın.
Bugünkü bölücülükler, para toplamalar, bir isimle din kurmalar 1970’li ve sonraki yıllarda başladı. Daha önce böyle değildi.
Bu büyük Zât-ı âli o yıllarda bugünkü bölücülerin, türemelerin, dinde olmayan beyanlarının, din adına para toplama gibi icraatlarının zuhur etmesiyle beraber yanlış yollara tevessül eden müslümanları ve müslümanların önderi durumunda görünen kişileri mektuplarla, habercilerle ikaz ve irşad etti. Kimisi dinledi, yanlıştan döndü, kimisi yanlışında ısrar etti dinde şirket kurdu, gittikçe sapıttı ve yoldan iyice çıktı. Ve İslâm’ı, İslâm’ın kitabını bırakıp kendi dinini kurdu. Ve bu zat bunları halka ifşa ederek, müslümanların bunlara aldanmaması için, bunların yüzünden dinden soyulmamaları için eserler neşretti.
İşte ortalığı istila eden bu bölücüler bu yüzden bu Zât-ı âli’ye düşmanlık ettiler. Bu Zât-ı âli’nin bunların sapkınlıklarını Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle ortaya seren beyanlarına cevap veremedikleri için bu Zât-ı âliyi karalamaya çalıştılar, eserlerinin okunmaması için yalan, iftira ve çarpıtmalara başvurdular.
Allah-u Teâlâ’nın gadabını celbeden bir hususta asla taviz vermezlerdi. İlâhî kaynaktan aldığı ilmi ve hâlatı ile hiç kimseden çekinmeden hakikatleri beyan etmekten çekinmezlerdi. Fitne ve fesadın ayyuka çıktığı bu âhir zamanda Allah-u Teâlâ’nın vazifedar kılması ile fitne ve fesat çıkartan sahte müslümanlarla, İslâm’ın ayakta kalması, Allah-u Teâlâ’nın dini’ni bölmeye, kendine maletmeye çalışan, küfür ehliyle, şeytanla işbirliği yapıp din ve vatanda hainlik yapanlara karşı büyük bir mücadele ve mücahede yürüttüler, eserler çıkarttılar. Bu mücadeleye “Kalemle cihad” buyurdular.
Kendileri bu büyük mücadelenin önemini, kendilerinden sonrası için bu mücadelenin yapıldığını şu beyanları ile ifade etmişlerdi:
“Allah-u Teâlâ bizi kalemle cihad için, bölücü din düşmanlarını kalemle biçmek için ve bu kitapları yazmakla vazifelendirdi. Bu kitaplar bizden sonraki boşluğu Hazret-i Mehdi’ye ulaştıracak, ona köprü olacak.” (Sözler ve Notlar 10 s. 417)
“Hatta niyazım var; Allah’ım lütfundan ayaklarımı rızânda sabit kıl. Lütfunla destekle, alıncaya kadar değil, aldıktan sonra da mücadeleme devam ettir. Neyle? Kitaplarla.”
Binaenaleyh bu Zât-ı âli’nin bütün bu mücadelesi bugün daha aşikâr oluyor ve daha da olacak. Ve müslümanlara yol gösteriyor, daha da gösterecek.
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran.” (Tevbe: 73)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri’ne Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’le, ilimle cevap veremeyen bu din ve vatan bölücüleri yalan, iftira, hakaret, çirkeflik ve küfre sarılırlar. Böylece içlerindeki küfrü, karalığı, karanlığı meydana çıkarırlar. Bunların bazıları fütursuzca içindeki pisliği akıtır, alçaldıkça alçalır.
Bu hadsiz hezeyanlarını kusanlardan bir tanesi, Mustafa Yeşilyurt ismindeki bir şahıs Muhterem Ömer Öngüt’ün kabrinin videosunu çekip “Sakaryalılar sizleri uyarıyorum.” diyerek yalan, iftira ve hakarette bulunuyor, bir taraftan lânet okuyor, diğer yandan Muhterem Ömer Öngüt’ün ismini hakaretamiz bir şekilde değiştirerek çirkin diline doluyor.
Ey cahil! Ey gafil!
Kendi sosyal medya hesabında kendine “Gafil Kul” ismini vermişsin. “Gâfil” isminde isabet etmişsin. Zira senin bir Allah dostuna yaptığın bu büyük düşmanlık büyük bir gadab-ı ilâhî’ye sebep oldu:
“Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)
Senin bu kaba ve karanlık üslubun İslâm’a, müslümana yakışıyor mu? Sana hiç edep erkân öğreten olmadı mı? Senin hocan kim, şeyhin kim?
Boyundan büyük işlere kalkışmışsın, bu aymazlığın imandan mı, imansızlığından mı kaynaklanıyor? Allah-u Teâlâ sana ve senin gibilere harp açmış, kaçacak bir delik bulabilecek misin?
Çek elini ey dil-i siyah,
Püf demekle hiç söner mi, meş’ale-i Nûr-i İlâh!
Bize kara dilini gösterme, varsa ilmin Ayet-i kerime ve Hadis-i şerif’le cevap ver.
Bu Zât-ı âli’nin 40 cilt eseri var, hepsi Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’le mühürlü.
Bunca kitaptaki hangi Âyet-i kerime’yi inkâr ediyorsun, hangi Âyet-i kerime’ye itiraz ediyorsun, hangi Âyet-i kerime’ye karşı geliyorsun? Hangi Hadis-i şerif’i yersiz buluyorsun?
İlmin varsa İslâm’la Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’le cevap ver. Bugüne kadar hiçbir bölücü cevap veremedi, senin de ilmin imanın yok ki ancak hakaret ediyorsun, küfrünü kusuyorsun. Sana yakışanı yapıyorsun. Vazifeni yapıyorsun. Bu bedbahtlık sana düşmüş.
Ve fakat kara içini kara diline dökmen beşeriyet için faydalı oldu. Aslını astarını belli ettin. Sen de gör, halk da bilsin.
“Onlara o kimsenin haberini de anlat ki, kendisine âyetlerimizden vermiştik. Fakat o bunlardan sıyrılıp çıkmıştı. Derken şeytan onu arkasına takmış, nihayet azgınlardan olmuştu.
Dileseydik elbette onu bu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer. Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, kendi haline bıraksan da dilini çıkarıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin hâli böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünüp ibret alırlar.
Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden bir topluluğun misali ne kötüdür!” (A’raf: 175-177)
Bu câhil’in, bu gâfilin, bu bedbahtın sosyal medya sayfalarına bakıldığında meşhur olmaya çalıştığı, kendisine allame süsü verdiği, muska işleriyle uğraştığı, Whatsapp telefonu paylaştığı görülüyor.
Arayanlara “Metafizik olarak bakım yapılması lâzım.” diyorsun. Bu işlerden para da alıyorsun.
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’sini hocaların sana öğretti mi? Bu Âyet-i kerime’ye iman ettin mi, bu emre göre hareket ediyor musun? Etmiyorsun.
“Ölülerinize sövmeyiniz. Çünkü onlar gönderdiklerine kavuştular.” (Buhârî)
Hadis-i şerif’ine iman etseydin bu pervasızlığı yapmazdın. İmanlı bir kalpten, asaletli bir dilden bu çirkin hakaretler zuhur etmez.
Son zamanlarda bu gibi hakaretlerin ve düşmanlıkların daha çok bunlardan çıkması bir tesadüf müdür?
Bu gibi kimseleri şeytan mı kullanıyor, yoksa cübbeyi sarığı takınca kendini allame, molla zanneden cahiller mi kullanıyor, veyahut FETÖ gibi ortalığı bulandırıp aradan sıyrılmaya çalışanlar mı kullanıyor? Ortalığı bulandırmaya çalışanlar kendi karanlık niyetlerini çoğaltabilecekleri münbit bir zemin mi buldular? Sizi kim kullanıyor? Yoksa bu küfre kendiniz mi dalıyorsunuz?
•
Bu karanlık adam, bu siyah adam büyük bir zât-ı âli’ye lânet okuyor. Bu cüreti nereden alıyor, kim veriyor?
Bu beyanlarından Allah’ın lânetinin üzerine yağdığı bir bedbaht olduğu anlaşılıyor.
Zira Hadis-i şerif’te:
“Kul bir şeye lânet ettiğinde o lânet göğe çıkar da gök kapıları kapanır giremez, yere döner. Yerin kapıları da kapanır giremez. Sağa-sola gider, gelir. Bir yer bulamayınca lânet edilen şeye gider. Eğer lânete lâyıksa ona gider, değilse söylenene geri döner.” buyuruluyor. (Ebû Dâvud, Müsned)
Değil bir müslümana bir Allah dostuna lânette bulunmanın hükmü nedir? Allah-u Teâlâ “Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim.” (Buhârî) buyuruyor.
Sen değil veli kula düşmanlık, bir de lânet okuyorsun, senin durumun ne kadar kötü, ne kadar korkunç!
“Allah onlara gazap etmiş, lânetlemiş ve kendileri için cehennemi hazırlamıştır. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!” (Fetih: 6)
Hadis-i şerif’lerde şöyle buyuruluyor:
"Hakiki mü'min, insanlara dil uzatan, lânet eden, kötü davranışlarda bulunan ve hayasızca konuşan kişi asla değildir." (Tirmizi, Müsnet, C. Sağir)
“Mümine lânet okumak onu öldürmek gibidir.” (Tirmizî)
“Mümin lânet etmez.” (Tirmizî)
İşte görüyorsun, Resulullah Aleyhisselâm senin iç durumunu beyan buyuruyor, mümini tarif ediyor. Mümin misin, münafık mısın, kendine sor.
Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Allah’ı ve Peygamber’ini incitenlere, Allah dünyada da âhirette de lânet etmiştir. Onlara alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.” (Ahzâb: 57)
Hazret-i Allah’ın sevdiği, seçtiği, peygamber vârisi bir âlimi inciten kimse de bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girer.
Bu Âyet-i kerime aynasında düştüğü durumu kendi de görsün, âlem de görsün.
“İşte bunlar, Allah’ın kendilerini lânetlediği, sağır yaptığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir.” (Muhammed: 23)
“Bu dünya hayatında arkalarına lâneti taktık, daima lânetle anılacaklardır. Kıyamet gününde de onlar çirkinleştirilmiş, iğrenç kimselerden olacaklardır.” (Kasas: 42)
“Bunlar Allah’ın lânetlediği kimselerdir. Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ: 52)
Binaenaleyh bütün bu hakaretlerini bizzat Allah ve Resul’ü kendisine iade ediyor, alnına lânet mührünü basıyor. Biz de imanımızın gereği olarak bütün bu hakaretlerini, beddualarını aynen ve misliyle iade ediyoruz.
•
Bu şahıs konuşmasında bir de Muhterem Ömer Öngüt’ün ismini dilini eğip bükerek hakaretamiz bir ifade ile kullanıyor.
Bu gibi bölücüler diğer icraatlarında olduğu gibi ağız eğip bükme işinde de yahudiler gibidirler:
“Bir vakit de ‘Şu şehre girin, dilediğiniz yerde istediğinizi bol bol yiyin. Kapısından secde ederek girin ve hıtta (Bizi affet) deyin, biz de sizin hatalarınızı bağışlayalım, kusurlarınızı örtelim. İyilik edenlere daha da artıracağız.’ demiştik.
Amma o zalimler, kendilerine söylenmiş olan sözü, başka sözle değiştirdiler. (Hıtta kelimesini alaya alarak buğday mânâsına olan hınta’ya çevirdiler.) Biz de o zalimlere, yoldan çıkmalarından dolayı, gökten korkunç bir azap indirmiştik.” (Bakara: 58-59)
Bunların bu kara dili kara kalplerinden geliyor. Nefis bunları işgal ve istilâ etmiş, kalpleri mühürlenmiş. Hiçbir doğru sözü, önlerine sürdüğümüz hiçbir Âyet-i kerime’yi kabul etmezler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah'ın da dalâleti hak ettiğini bilerek saptırdığı; kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkân: 43)
Bunlar içindeki nefis putundan haberi olmayan; ilâhî hükümleri beyan eden bir Allah dostuna düşmanlık yaptıkları için imanları sûreta olan; yaşları küçük, tecrübeleri kıt türeme bir zümredir. Onların bu fitnesi müslümanlara ve İslâm'a çok büyük zararlar vermektedir.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz buyururlar ki:
"Ben size Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den bir şey haber verdiğimde onu bir hakikat olarak kabul ediniz. Onun dilinden yalan uydurmaktansa gökten düşerek ölmem bana daha hoş ve sevimli gelir. Ancak harp gibi hayırlı bir hile olursa, onun için söyleyeceğim sözler müstesnâ. Çünkü harp hiledir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den kulağımla duydum şöyle buyurdular:
"Âhir zamanda yaşları küçük, tecrübeleri kıt, aklını kötüye kullanan bir zümre yetişecektir. Onlar, iyiler gibi peygamberin tebligatından -âyet ve hadisten- bahsedecekler. Fakat onlar, tıpkı okun hedefi delip geçtiği gibi İslâm'dan hemen çıkıvereceklerdir. İmanları boğazlarından ileri geçmez." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1472)
•
Muhterem Ömer Öngüt’ün “Din ve vatan bölücüsü” olarak tabir ettiği ve haklarında eserler neşrederek ümmet-i Muhammed’i uyandırmaya çalıştığı gruplara mensup kişiler Muhterem Ömer Öngüt’e “Herkese kâfir diyor.” diye iftira atarlar. Bu kara dilli şahıs da aynı iftirayı atıyor, içyüzünü ortaya seriyor. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lere iman edip, ilâhî hükümleri kabul edeceği yerde kinini ve küfrünü ileri sürüyor.
Çünkü bu bölücüler sadece kendilerini müslüman görürler, sanki kendilerinden başka müslüman, kendilerinden başka tasavvuf ehli yokmuş gibi konuşurlar.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri değil herkese kâfir demek, müslümanlara karşı büyük bir tevazu sahibi idi, ümmet-i Muhammed’in selâmeti için çalışır, çok duâ ederdi. Ancak din ve vatanı bölmeye çalışan sapkın fırkalara hiç müsamahası yoktu. Allah-u Teâlâ’nın vazifedar kılması ile dinden sapan ve insanları saptırmaya çalışanlarla mücadele etti, küfre kaydıklarını ilan ve ikaz etti. Dinde bölücülük yapanlar hakkındaki Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri arzetti, kendi zannını ve hükmünü değil.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)
“Bu Âyet-i kerime bütün bölücülerin İslâm dâiresinden atıldıklarına dair hudut çizmektedir.
Allah-u Teâlâ onları kulluğundan tardetmiş, dininden atmış, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine de tardetmesi için emir buyurmuştur. “Benim onlarla ilgim yok, senin de olmasın.”
Bu emr-i ilâhî kıyamete kadar şâmildir. Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in vekilleri kıyamete kadar devam edecek.” (İlâhî Görüş Birliği’ne Dâvet, s. 45)
Diğer Âyet-i kerime’lerde de şöyle buyuruluyor:
“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb’inizim. O halde benden korkun.
Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.
Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıkları ile başbaşa bırak!
Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile, onların iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar? Hayır, onlar işin farkında değiller.” (Müminun: 52-56)
“Dinden murad isimleri, kitaptan murad ise zan ve tüzükleridir.
İslâm’dan çıktıktan sonra her bir bölücü birer isim yaptı. Bu isimler birer dindir. Oysa İslâm’da bir tek ümmet, bir tek din vardır.
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imran: 19)” (İlâhî Görüş Birliği’ne Dâvet, s. 49-50)
Bu ilâhî hükümleri kendisine atfedenlere Muhterem Ömer Öngüt “İlâhî Görüş Birliği’ne Dâvet” isimli kitabında “Allah-u Teâlâ’nın Kelâmı İle Mahlûkun Kelâmını Ayırt Edemeyen Bölücülere Cevap” başlıklı yazısında şöyle cevap vermektedir:
“Kur’an-ı kerim’de Müslümanların birleşmelerini emreden, tefrikayı bölücülüğü şiddetle yasaklayan pek çok Âyet-i kerime mevcuttur.
E z c ü m l e :
Hucurat sûresi: 10.
Mâide sûresi: 2.
Âl-i imran sûresi: 103. ve 105.
Rum sûresi: 32.
Enfâl sûresi: 46.
Yunus sûresi: 19.
En’am sûresi: 153. ve 159.
Şûrâ sûresi: 13. 14. ve 15.
Zuhruf sûresi: 65.
Enbiyâ sûresi: 92. 93. ve 94.
Müminun sûresi: 52-56. Âyet-i kerime’leri; dinde ayrılık yapmanın mesuliyetinin, suç ve cezasının ne kadar ağır olduğunu beyan buyurmaktadır.
İlâhi hükümleri hiçe sayan bu bölücüler bu Âyet-i kerime’leri görmüyorlar mı? Yoksa görmek işlerine gelmiyor da mı bize isnad ediyorlar?
Allah-u Teâlâ onları En’am sûresi 159. Âyet-i kerime’si ile kulluğuna kabul etmiyor, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de ümmetliğine.
Bu apaçık Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lere rağmen “Niçin bize küfür isnad ediyorsunuz?” diyorlar.
Bunu bize söyleyeceklerine Hazret-i Kur’an’a karşı çıksınlar. Zira biz Kur’an-ı azîmüşan’daki Âyet-i kerime’leri önlerine koyuyoruz ve Allah-u Teâlâ’nın, haklarındaki hükmünü onlara bildiriyoruz. Tevbe edip bölücülükten vazgeçsinler diye.
Bu Âyet-i kerime’ler Allah-u Teâlâ’nın kelâmı mı, yoksa bizim beyanımız mıdır?
Elcevap Allah kelâmıdır. Şu halde niçin bana isnad ediyorsunuz? Allah-u Teâlâ’nın sizin hakkınızda verdiği küfür hükmünü niye bize atfediyorsunuz?
Ya Âyet-i kerime’lere iman edip müslüman olacaksınız, veyahut dalâlet batağında olduğunuzu kabul edeceksiniz! Amma “Bize kâfir diyor!” demeye hakkınız yoktur. Âyet-i kerime’lere bakın da hakkınızda verilen hükm-ü ilâhi’yi görün.
İslâm dinini âlet ederek cep cihadcılığı yapacağınıza, İslâm dinine uyun da dalâlet ehliyle cihad edin!” (İlâhî Görüş Birliği’ne Dâvet, s. 165-166)
Ne kadar yalancı olduğunuzu, ne kadar iftiracı olduğunuzu bilin, alem de bilsin ve görsün.
Tasavvuf demek, hiçlik demek, mahviyet demek, nefsi ayaklar altına almak demek. Bunlarda ise nefis ayyuka çıkmış. Birkaç zahiri ilim tahsil etmekle kendilerini allame zannediyorlar.
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri’nin tasavvuf maskesi altında insanları ifsad edenler hakkında yazmış oldukları “Hazret-i Allah’ın Sevdiği Seçtiği Kullarla, Riyakârların ve Sahtekârların İç Durumları” isimli eserindeki beyanları şöyledir:
“Bir de şeyh şeytanları vardır, şeytanın yapamayacağını bu maske altında yaparlar. Bunlar şeytandan daha tehlikelidirler.
Bunlar kısımlara ayrılmışlardır:
Birinci kısım; Hakk tayin etmemiştir, annesi, babası, ağabeyi tayin etmiş. “Sen şeyhsin!” demiş, o da “Ben şeyhim!” diyor.
Bunlar sahtedir. Nefisle beraber Hakk’a varmaya çalışıyorlar. Gayeleri nam, makam, şöhret, menfaat. Ve fakat bunlar görünüşte Allah yolundadırlar. Zikirle-fikirle meşgul olurlar. Bunlar bu sahtelerin en iyisidir.
İkinci kısım; Cep cihatçısı, kadın avcısıdırlar. O kisve altında her türlü kadınları elde etmeye, ellerindekini de almaya çalışırlar. Bunların en kötüsü bu perde altında lutîlik yaparlar.
İşte hakikati bilmeyen, hakikati görmeyen kimseler bunları görünce ikrah ediyor.” (s. 221)
•
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri’nin bugünkü tarikatların durumunu izah eden bir beyanları şöyledir:
“Şimdiki tarikatların şeyhi var, piri yok. Çoğunun ismi var, cismi yok.” (Sözler ve Notlar - 1, s. 411)
•
“Bir yol ki Hakk’tan kula gider, o yolda saâdetler vardır. Bir yol ki kuldan Hakk’a gider, bütün felâketler o yoldadır.
Bütün bölücülükler böyle zanlardan ileri geliyor. Falan şöyle söyledi, filan şöyle söyledi deniliyor, herkes kendi arzusuna göre Âyet-i kerime’lere mânâ veriyor. Dini esastan çıkardıkları için dinden çıkarılmış oluyorlar.
Bir mahluk gerçek fenâya varmadıkça bu gibi haller husule gelir. Kendinde varlık görmesiyle nefis putuna dayanır, icraatını yapar. Bu dinden kaymalar, nefis putuna dayandıkları için oluyor.
Fakat fenâya varanlar Hakk’tan gayrısını görmezler ki herhangi bir icraatta bulunsun.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sehm-i nübüvvetine vâris olan velîler, kibâr-ı evliyâullahtan olan Mürşid-i Kâmil’lerdir. Onlar zâhirde halk ile, bâtında Hakk iledirler. Yani hem Hakk ile hem de halk iledirler. Üçüncü tura inmişlerdir. Sayıları pek azdır.
Âyet-i kerime:
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” buyuruluyor. (A’raf: 181)
Allah-u Teâlâ kime ezelden ayırmışsa, seçmişse, kime destek veriyorsa, kimi tutuyor muhafaza ediyorsa gerçekten o irşad memurudur. Hazret-i Allah, o hakikat kulunun varlığını almış, kendisine mahsus varlığını vermiştir. Kendisinin bir hiç olduğunu, her şeyin Hakk’ın olduğunu bildiğinden; o yalnız Hakk’ı konuşur, Hakk’ı tarif eder. Hakk’a varma usullerini terbiye ve tezkiye suretiyle yavaş yavaş öğretir. Kişinin de ezelî nasibi varsa o yoldan gider, bir gün Hakk’a dahi ulaşır.
Gaye Hakk’tır, Hakk’a ulaşmaktır. İntisaptaki maksat da budur zaten...” (Sözler ve Notlar 2, s. 459
““Şeytan şeyhleri” dediğimiz bu fesatçı ve ifsatçılar bu zamanda alabildiğine türemişler; bu perde altında makam, nam ve menfaat elde ediyorlar. Bütün gayrimeşru arzularını, maddi geçimini, bu perdenin altında temin ediyorlar.
Hem ahkâma aykırı hareket ederler, hem de bunu kendi büyüklüğüne verirler. Müridleri de öyle düşünür. “Efendim o zat çok büyük olduğu için şeriata aykırı işler işleyebilir.” der. Ahkâm haricindeki bir hareketi kişinin büyüklüğüne değil, zındıklığına vermek lâzımdır.
Hakiki bir mürid atılırım korkusundadır. Sahte mürşid ise müridim kaçar korkusundadır. Çünkü onun şeyhliği müridlerinedir. Müridleri ona şeyh diyor, o da “Ben şeyhim” diyor.
Bu durum neye benzer bilir misiniz? Bir şehrin valisi varken biri de: “Ben bu memleketin valisiyim.” diyerek vali makamına oturursa, derhal onu oradan uzaklaştırırlar ve gereken cezayı verirler. Allah yolunda tayin edilmeyen bir kimsenin, o makamı işgal etmesinin cezasını siz tasavvur edin.
Allah-u Teâlâ bu hale erdirmediği halde, kendisini onlar gibi göstermeye çalışan kimse hem yalancıdır, hem riyâkârdır. Yalan ile iman bir arada durmaz, riyâ ise zaten imanı giderir.” (Kıyamet ve Alâmetleri, s. 234)
““Onlar yaratıkların en şerlileridirler.”buyuruyor. (Beyyine: 6)
Bunlar en aşağılık olanlardır.” (Kıyamet ve Alâmetleri, s. 234)
“Bir insan hâlen, kâlen, fiilen Allah ve Resul’ünün izinden zerre kadar ayrıldığı anda helâk olmuştur. Ahkâm haricindeki bir hareketi şeyhin büyüklüğüne değil, şeyhin zındıklığına vermek lâzımdır. Asıl olan ahkâm ve Sünnet-i seniyye’dir. O noktada mürşidin hükmü yoktur. Ahkâma ters düşen haller zuhur ediyorsa o mürşid mukalliddir. Bugün piyasayı onlar istilâ etmişlerdir.” (“Şeytan Fırkasına Uymamanız İçin Vasiyetimdir.” s. 42)
“Bu varlık taslayanlar var ya, tasladıkları varlıkların çoğu şirktir, bunu yapanlar müşriktir. Çünkü var olan yalnız Hazret-i Allah’tır. ...
Allah yolunun yolcusunu Hazret-i Allah tayin eder. Hakk’ın tayini olmadan halkın tayini ile irşada kalkanlara gelince; bu çok büyük bir dalâlettir, çok büyük cehâlettir, büyük bir yol kesiciliktir. ...
Günümüzde görülüyor ki şeyhlik babadan oğula kalıyor. Babanın oğluna vermesi, annenin oğluna vermesi, kardeşin kardeşe vermesi gibi bir şey Allah yolunda hiçbir zaman olamaz. Bütün bu yollar halk yoludur, Hakk yolu değildir. Hakk yolu ayrıdır, halk yolu ayrıdır. Hakk yolunun yolcusunu Hakk seçer, halk yolunun yolcusunu halk seçer. Katiyetle bunun böyle olduğu bilinsin, kişiler de nerede olduğunu bilsinler. Ahirette nasıl olsa ayılacaklar, nasibi olan şimdi ayılsın.
Bütün bu ikazlarımızı halkın ayılması için yapıyoruz, fakat herkes baygın, ayılmayı hiç düşünmüyor. Nereye baygın? Yoluna baygın.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.” (Müminun: 53)
Fakat ahirete varınca uykudan uyanacak, bulunduğu yeri görecek, nedameti çok olacak, faydası da hiç olmayacak. Çünkü bu hususta onları defalarca ikaz ettik.
Bunlar şeyh şeytanı tabir edilen yol kesici mukallid mürşidlerdir. Şeytan namına çalışırlar, şeytanın hizmetçisidirler, şeytanın yapamayacağını şeyhlik maskesi altında yaparlar. Gidişatları hiçbir esasa dayanmaz. Bütün gayr-i meşru arzularını, maddi geçimlerini bu perdenin altında temin ederler. Hem ahkâma aykırı hareket ederler, hem de bunu kendi büyüklüklerine verirler.
Şeyh kisvesi altındaki şeytanlar ortalığı istilâya çalışıyorlar, kasıp kavuruyorlar. Kimi nam, makam, şöhret, para, kadın peşinde koşuyor, kimi tarikatçıyız diye ortalığı bulandırıyor.
Bu sahtekârlar müslüman zannediliyor, tarikatçı zannı ile İslâm’a en büyük tahribatta bulunuyorlar. Oysa bunlar İslâm dininin yüz karasıdırlar.” (“Sözler ve Notlar 10”, s. 233-234)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri, “İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini” isimli kitabına Besmele-i şerif, Allah-u Teâlâ’ya hamd ve sena, Resulullah Aleyhisselâm’a salât ve selâmdan sonra şu beyanlarla başlamışlardı:
“İslâm gibi görünerek İslâm harici yollar tutan Vehhâbîler’in ve sapıtıcı imamların içyüzü, yaptıkları icraatların sebeb-i hikmeti şudur:
Bu gibi kimseler bir parça ilim tahsil eder ve fakat o ilmi nefsine mâleder, o ilim kendisininmiş gibi gösterir. Nefsini ilâh edindiği için aslında gizliden gizliye allahlık dâvâsına girişir. Bunu halk bilmez, fakat Allah-u Teâlâ bildiği için Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Resul’üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkân: 43)
Hâşâ “Ben Allah’ım!” demiyor da, bir şey bahane edip kendisini gizliyor. Meselâ Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i beğenmez, Allah-u Teâlâ’nın nurunu küçük görür, din-i İslâm’ı kendisine mâleder. O aslında Allah-u Teâlâ’yı bile beğenmez. Fakat oraya kadar gidemez de, nefis allahlık dâvâsı güttüğü için, kendisini herkesten yüksek görür. Kendi varlığını ortaya koymak için, kendisinden başka varlıkları silmek ister. Kendisinden daha büyük kimse görmediği için; artık din de o, iman da o, ihlâs da odur. Başka hiçbir şey tanımaz, hiçbir şey kabul etmez. Çünkü gizliden gizliye allahlık dâvâsı güdüyor. O küfre kayalı çok olmuştur. Ehil onu bilir, kendisi bilmez. Bu böyledir, İslâm’dan kayanlar böyle kaydı. Bütün yanılanlar işte bu noktadan yanıldılar.
Onlar allahlık dâvâsı güderken, biz de deriz ki: “Var ile övünürüm, varlığımdan utanırım.” Bizim de sözümüz bu, onlarla aradaki kıyas da bu.
Bunlara açık açık kâfir dememizin sebebi bu Âyet-i kerime’dir. Biz bu Âyet-i kerime’ye bakarak bunların kâfir olduklarını söylüyoruz.
Bir hususu daha ifşâ edeyim. Allah-u Teâlâ’nın duyurduğu bilgileri yine O korumazsa, kişi nefisle hareket eder. Koruduğu zaman kişi Hakk ile hareket eder. O’nun öğrettiği ilim bunu ayırır, halkın öğrettiği ilim bunu ayıramaz. Kemâle erenleri böyle kemâle erdirdi. Helâke düşürdüklerini de böyle düşürdü.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlara o kimsenin haberini de anlat ki, kendisine âyetlerimizden vermiştik. Fakat o bunlardan sıyrılıp çıkmıştı. Derken şeytan onu arkasına takmış nihayet azgınlardan olmuştu.” (A’râf: 175)
“Bunlar kâfirdir!” dememizin delili işte bu Âyet-i kerime ile Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a karşı koyanların âkıbetlerini belirten Âyet-i kerime’lerdir.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar bilmezler ki, kim Allah ve Resul’üne karşı koyarsa, onun için içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır.
Bu ise büyük bir rezilliktir.” (Tevbe: 63)
İşte bunların iç durumları budur. Âyet-i kerime’lere bakarak söz söylüyorum. Zira bunlar Allah-u Teâlâ’nın tayin ettiği, peygamberlerin en seçkini, “Rahmeten lil-âlemin” kıldığı en ulvî Peygamber’ini hiçe sayıyorlar. Bu ise Allah-u Teâlâ’yı hiçe saymaktır, Kelâmullah’ın emir ve yasaklarını da hiçe saymaktır. Bunlar dinden çıkalı çok oldu. Oysa bir tek Âyet-i kerime’yi inkâr eden kâfirdir. Onlar ise nice Âyet-i kerime’leri hükümsüz sayıyorlar, hem de İslâm’mış gibi görünüyorlar, İslâm dinini kendilerine mâlediyorlar. Şimdi bunların kâfir olduklarını gördünüz mü?” (İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 1-2)
Allah-u Teâlâ din olarak İslâm dinini seçip beğenmiş ve katında makbul olan bu dini Resul-i Ekrem’i olan Muhammed Aleyhisselâm vasıtasıyla beşeriyete ilân etmiştir:
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imrân: 19)
Allah-u Teâlâ’nın katında makbul olan din yalnız budur. Bu O’nun hükmüdür. Din olarak yalnız İslâm vardır. Gerek Allah-u Teâlâ’yı inkâr eden kâfirler, gerekse müslüman görünen din kurucu kâfirler; bu hükmü bozmak, kendi zanlarına, kendi dinlerine göre bu Âyet-i kerime’yi hükümsüz saymak, kurdukları bâtıl dini bu Âyet-i kerime’nin yerine koymak isterler. Bunu yaptıkları zaman da bu emr-i ilâhî’yi inkâr etmiş olurlar. İster dış kâfir olsun, ister bölücü kâfir olsun, bu Âyet-i kerime’yi kaldırmak isteyen kim olursa olsun, kıpkızıl kâfirdir. Zaten kâfir olalı çok olmuştur.
Hüküm budur. İlâhî emirler budur.
Diğer Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm: 30)
Dimdik ayakta durmak ne demektir? Allah-u Teâlâ indirdi, hükmü ile emri ile indirdi. Bu din O’nun dinidir, ancak bu din ile amel edilir. Bu din ile amel eden müslümandır, bu din ile amel etmeyenler; inkâr etmezse fâsıktır, inkâr ederse kâfirdir. Bu dini bozmaya ve yıkmaya çalışmak, hiç şüphesiz ki kâfirin küfür alâmetlerinden birisidir.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki aslâ kabul edilmeyecektir. Ahirette de ziyan edenlerden olacaktır.” (Âl-i imrân: 85)
İslâm dini Allah-u Teâlâ’nın emridir, hükmüdür ve Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’dan beri gelir.
Kim ki bir din kurarsa, o kimse din-i İslâm’dan çıkmıştır, İslâm dini ile hiçbir ilgisi kalmaz. İster Kur’an-ı kerim okusun, ister okutsun. Onun yaptığı iş ve icraat Allah-u Teâlâ tarafından makbul değildir. Çünkü O’nun katında kabul olan bu dindir, onların kurduğu din değildir.
Binaenaleyh bir isimle din kuran her din kurucusu, din-i İslâm’dan çıkmıştır.
•
Allah-u Teâlâ bir isimle din kurup, bölücülük edenleri kulluğundan tardetmiş, dininden atmış, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine de tardetmesi için emir buyurmuştur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruyor:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’âm: 159)
Bu Âyet-i kerime mucibince din-i mübin’i parça parça edenlerin İslâm dini ile hiçbir ilgileri yoktur. Zira bütün bölücüler İslâm dâiresinden atılmışlardır.
Allah-u Teâlâ Müminûn sûre-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb’inizim. O halde benden korkun.” (Müminûn: 52)
Bu Allah-u Teâlâ’nın emri ve hükmüdür. Bu hududu aşanlar dinden çıkmış olur. Vehhâbîler bu emr-i ilâhî’yi dinlemediler ve dinden çıktılar.
•
Allah-u Teâlâ inananları tek ümmet kabul ediyor ve bu teklikten ayrılanlar huduttan ayrılmış oluyor. Onlar bu emr-i ilâhî’yi dinlemediler ve korkmadılar. Yetmiş üç fırkadan yetmiş ikisi huduttan böyle çıktı. Allah-u Teâlâ’nın emrine uymadıklarından ve ters düştüklerinden dolayı dinden çıktılar.
Ve Allah-u Teâlâ: “Benden korkun!” emr-i şerif’ini buyurduğu halde: “Hayır, biz senden korkmuyoruz, bizim imamlarımız var.” dediler, Allah-u Teâlâ’ya meydan okudular.
Allah-u Teâlâ da cevaben buyuruyor ki:
“Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.” (Müminûn: 53)
Bu Âyet-i kerime her sapana ve sapıtıcıya hitap eder. Yaptığı icraat ahkâm-ı ilâhî’ye ters düşüyorsa bu Âyet-i kerime’ye bakarak hükmedin ki bunlar ilâhî hükme ve din-i İslâm’a ters düştüğü için küfre kaymıştır.
Bu böyledir. Çünkü bu gibi hareketler küfür kapsamına girer.
Allah-u Teâlâ bölücülerin hepsi için “Tuttuğu yoldan memnundur.” diyor. Dikkat edin! Hepsi memnun değil mi? Memnun oldukları için bu Âyet-i kerime’nin kapsamı içine giriyorlar. Binaenaleyh Müminûn sûre-i şerif’inin 53. Âyet-i kerime’si bir berzahtır. Bu Âyet-i kerime’lere bak, bir de bunların icraatlarına bak, kararını kendin ver.
Dinden murad kendi isimleridir ki, bu dinin adı “Vehhâbîlik”tir. Bu isim altında İslâm’ı köreltmeye, yok etmeye, kendi dinlerini yaymaya çalışıyorlar.
Kitapları ise zan ve tüzükleridir.
Resulullah Aleyhisselâm’a dil uzatan, Allah-u Teâlâ’ya mekân isnad eden Vehhâbîler kendi zan ve tüzüklerine göre Vehhâbîlik dinini kurmuşlar, İslâm dininden çıkmışlardır. Her isim bir dindir. Kendine has isim verenlerin hepsinin dini ayrıdır.
Allah katında makbul din İslâm’dır.
Kitap ise İslâm’ın kitabı Kur’an-ı kerim’dir.
“Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıklarıyla başbaşa bırak!” (Müminûn: 54)
Allah-u Teâlâ bunları bize tanıtıyor. Dinlerini, kitaplarını, bölüklerini, partilerini bize bir bir beyan ediyor; Vehhâbîlerin ne kadar sapıklık içinde olduğunu ve dalâlet batağında yüzdüğünü bir bir beyan buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.
“Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile onların iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar? Hayır, onlar işin farkında değiller.” (Müminûn: 55-56)
Buradaki murâd-ı ilâhî, Allah-u Teâlâ bunlara karşı o kadar gazaba gelmiş ki, bunlara bolluk verme ile dalâlet batağında daha rahat yüzmelerini, daha büyük azapla yakalamak için bol günah işlemelerini sağlamaktadır. Çünkü dünya Allah-u Teâlâ’nın yanında sevimsizdir. Amma bu sapıkların, bu gafillerin farkında da olmadıklarını buyuruyor, iman edenlere duyuruyor.
Âyet-i kerime’de açık olarak görülüyor ki; bölücülerin her birinin ayrı bir isimle ortaya çıkmaları, ayrı bir din kurduklarını göstermektedir. Bu bakımdan bunlar İslâm dininin tahripçileri ve yıkıcılarıdır. Kâfir dediğin kimse bu tahribi yapamaz ve fakat müslüman zannettiğin bu kâfirler İslâm dinine en büyük düşmanlığı yapıyorlar.
Allah-u Teâlâ’nın bu Âyet-i kerime’lerini de hiçe saydıklarından ötürü bunca ibadet ve taatına rağmen bölücülük batağına batmışlar, dinden çıkmışlar ve cehennemi boylamışlardır.” (İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 17-22)
Vehhâbîlik dininin fikir olarak ortaya çıkması, Hicrî 661, Milâdî 1263 yılında Harran’da doğan İbn-i Teymiyye ile başlamıştır. Asıl adı Ahmed bin Abdülhalim olup, İbn-i Teymiyye lâkabıyla şöhret bulmuştur.
İtikadî ve amelî meselelerde cumhûr-u ulemâya, büyük müçtehidlere muhalefet etti. Salâhiyeti umumiyetle kabul edilmiş bulunan nüfuzlu şahsiyetleri çürütmeye çalıştı. Cami minberinde: “Ömer bin Hattab birçok hatalar yapmıştır.” dediği gibi, Muhyiddin İbn-ül Arabî -kuddise sırruh- ve İmam-ı Gazâlî -kuddise sırruh- gibi büyük zâtlara şiddetli hücumlarda bulunmuştur.
İmam-ı Süyutî onun hakkında:
“İbn-i Teymiyye kibirli bir adamdı. Kendini beğenirdi. Herkesten üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek ve büyüklerle alay etmek âdeti idi.” demiştir.
Allah-u Teâlâ’nın dinini kendisinin düzelttiğini, Kur’an-ı kerim’in mânâsını sadece kendisinin anlamış olduğunu söyleyen İbn-i Teymiyye; ehl-i sünnet âlimlerinin Kur’an-ı kerim’i ve Hadis-i şerif’leri yanlış anladıklarını iddiâ edecek kadar ileri gitmişti.
Sâlih kullar ve evliyâullah vasıtasıyla Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmanın İslâm’da yeri olmadığını iddiâ etmiş, eserlerinde şiddetle tenkit etmiştir. Yaşayan kullar vasıtasıyla da Allah-u Teâlâ’ya yakın olunamayacağı, onlardan yardım istenemeyeceği gibi, kim olursa olsun, ölenlerin de vasıta olunamayacaklarını ve kendilerinden yardım istenemeyeceğini söylemiştir.
İbn-i Teymiyye sâlih kulların ve peygamberlerin kabirlerini, Allah-u Teâlâ’ya yaklaştıracaklarını ümit ederek ziyaret etmenin câiz olmadığını iddiâ ettiği gibi; “Resulullah Aleyhisselâm’ın kabrini teberrüken ziyaret etmek caiz değildir.” demiştir.
Allah-u Teâlâ’nın bir cihette bulunduğuna, Arş-ı âlâ’nın kadim olduğuna kaniydi. Derinleştirdikçe isabetsizliği meydana çıkan bazı içtihatları da vardı.
Sapık fikirleri haddi aşınca Mısır’da iki defa hapse atıldı. Görüşlerinde isabet edemediği, birçok âlimlerin tenkitleriyle sübut bulmuş, dalâlete düştüğü vesikalarla ispat edilmiştir. ... 1328’de ölmüştür. (İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 22-23)
Muhammed bin Abdülvehhâb 1703 yılında Arabistan’ın Riyad şehrine yetmiş kilometre uzaklıkta bulunan Uyeyne köyünde doğdu. İlk tahsilini kadı olan babasından aldı, daha sonra Mekke ve Medine’de tahsiline devam etti. Bu tahsili esnasında İbn-i Teymiyye’nin akâid ve fıkha dâir eserlerini ciddiyetle incelemiş, onun çarpık görüşlerinin etkisi altında kalmış, katı bir taassupla büyük bir bağlılık göstermiştir. Daha sonra da kendisini müçtehid zannedip çıkmıştır.
Mekke ve Medine’yi merkez edinerek çalışmaya başladığında pek ciddiye alınmadığı için Basra’ya geçti. Birçok yerler dolaştıktan sonra tekrar Uyeyne’ye geldi. Oranın emiri olan Osman bin Hamd ile yakınlık kurdu ve onu kendisine inandırarak görüşlerini kabul ettirdi, altı yüz kişilik gücünden faydalandı. Daha sonra Uyeyne’nin mühim bir ismi haline geldi. Etrafında kendisini dinleyen ve destek veren büyük bir kalabalık çevrelendi.
İbn-i Abdülvehhâb kendi sapık görüşlerini yaymak için “Kitabu’l-Tevhid” adında bir kitap yazmıştır.
Kendine uymayanları kılıçla yola getirmek gerektiği üzerinde duruyordu. Ona göre bu hususta her türlü baskı uygulanabilirdi.
İbn-i Abdülvehhâb sadece sapık fikirlerini yaymakla kalmıyor, bunları zorla kabul ettirmeye çalışıyordu. Bu durum halkı korku ve endişeye sevketti. Bunun üzerine o civarın kuvvetli kabilelerinden biri olan Hâlid oğullarının reisi Süleyman bin Üreyir’e başvurarak yardım istediler. O da Uyeyne emiri Osman’dan İbn-i Abdülvehhâb’ı oradan sürmesini istedi.
İbn-i Abdülvehhâb orada barınamayarak Riyad’a yakın bir yer olan Der’iyye’ye yerleşti. Oranın emiri ve en nüfuzlu adamı Muhammed bin Suûd ile anlaştı ve işbirliği yaptı. Böylece görüşlerine siyasi bir güç kazandırmış oldu. Bu işbirliğinden Vehhâbî isyanları doğdu. İsyancılar Osmanlılar’dan bağımsız olarak kendi inanç ve düşüncelerine göre şekillenen bir devlet kurmak istiyorlardı. İbn-i Abdülvehhâb sapık fikirlerini yaymak için sağlam bir maddî desteğe kavuşurken, Muhammed bin Suûd da kendi nüfuzunu genişleterek Arap yarımadasına sahip olmak için fırsat elde etmiş oldu.
İbn-i Abdülvehhâb Der’iyye’de sapık fikirlerini yaymaya başladı, kendisine uyanlara “Muvahhidler” adını veriyor, kendisine uymayanları “Hak dine girmeyenler” olarak görüyordu. Vehhâbîlik dinini resmen bu şekilde yaydı ve bu noktada ilâhlık dâvâsında bulundu.
Halkın dalâlete düştüklerini, tarikata girme ve benzeri şeyler yüzünden tevhidin bozulduğunu, bu gibi kimselerin müşrik olduğunu ileri sürerek kan ve mallarının kendisine inananlara helâl olduğunu, onları kılıçla yola getirmenin gerektiğini ilân etti.
Bölge halkına ganimet vaad eden bu sapık fikirler Necd bölgesinin halkına cazip gelmişti. Bu bölge asırlardır birçok sapıklıklara sahne olmuştu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den sonra peygamberlik iddiâsıyla ortaya çıkan Müseyleme’tül-Kezzab, Secah, Tüleyhâ, Esved’ül-Ansî gibi sahtekârlar bu bölgede ortalığı karıştırmışlar, taraftar bulmuşlardı. Bölge daima isyancı grupların merkezi olmaya devam etmişti. Çok yaygın bir cehâlet hüküm sürüyordu.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Tevrat’taki âyetleri tebdil ve tahrif eden yahudi âlimlerinin durumunu anlattıktan sonra, onların peşinden giden avam halkın durumunu da haber vermekte ve her iki grubun aynı derecede sapıklık içerisinde olduklarını beyan buyurmaktadır:
“Onlardan bir kısmı okuma yazması olmayan ümmidirler, kitabı anlamazlar. Bir takım bâtıl şeyleri onlar sadece zanneder dururlar.” (Bakara: 78)
Saptırıcı önderleri izleyen kimseler, hiçbir bilgiye sahip olmaksızın körü körüne ve aptalca peşlerinden gittikleri, hakikate kulak vermedikleri, bir takım zan ve kuruntulara saplandıkları için dalâlete düşmüşlerdir.
Sonra Allah-u Teâlâ mal, menfaat, makam ve şöhret için peşlerinde sürükledikleri halkı sapıklığa düşüren önderleri Âyet-i kerime’sinde şu şekilde açıklamaktadır:
“Kitab’ı elleriyle yazıp da sonra onu az bir para ile satabilmek için: ‘Bu Allah katındandır.’ diyenlere yazıklar olsun!
Ellerinin yazdıklarından ötürü vay haline onların! Kazandıkları vebalden ötürü vay haline onların!” (Bakara: 79)
Bu Âyet-i kerime her ne kadar İsrâiloğullarından söz ederken zikredilmişse de hükmü elbette ki umûmidir.
İnsanları Hakk’tan uzaklaştırarak, ebedî azaba sürükleyen bu saptırıcılığın vebali şüphesiz ki çok büyüktür.
•
O bölgede pek çok kanlı baskınlar yapıldı. Vehhâbîliği kabul etmeyenler kılıçtan geçirildi, elde edilen malların beşte biri ganimet olarak hazine adı altında Muhammed bin Suûd ve avânesine ayrıldı, kalanı ise savaşa katılan süvari ve yaya çapulcular arasında ikili-birli bölüştürüldü. Bu durum doğrudan doğruya Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a karşı açılan bir başkaldırmadır. Vehhâbîlik dinine girenleri himâye etti, İslâm dininde olanların mahvına çalıştı.
İşte bu Vehhâbî bozmalarının bu yaptıklarından bazılarını örnek olarak gösteriyorum, müslüman olan bunu yapar mı?
Bununla bir kâfirin arasında ne fark görebilirsin? O da kâfir, o da kâfir! Vehhâbîlik dinini savunanların kâfir oldukları buradan da görülebilir.
•
Ulemâ-i kiram’dan Muhammed İbn-i Âbidîn -rahmetullahi aleyh- Hazretleri Vehhâbîler’in hakkında “Reddül-Muhtar” adlı eserinde buyurur ki:
“Zamanımızda Abdülvehhâb’a tâbi olanlar Necid’den çıkarak Harameyn’e musallat olmuş, Hanbeli mezhebinin yanısıra, edindikleri bazı itikatlarla ancak kendilerinin müslüman olduklarını, muhaliflerinin müşrik olduklarını iddia etmiş, ehl-i sünnet ile savaşı ve ehl-i sünnet âlimlerinin öldürülmesini mübah saymışlardır.” (Cilt: 4, sh: 262)
Bunu bir müslüman yapar mı? Aslâ yapmaz!
Mâlikî ulemâsından Es-Sâvî -rahmetullahi aleyh- Hazretleri de Celâleyn Tefsiri’ne yaptığı Şerh’in ilgili bölümünde şöyle buyurur:
“İbn-i Abdülvehhâb ve mukallidleri: ‘Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedün Resulullah’ diyen Ehl-i sünnet’i kendi rey ve te’villeriyle tekfir ettiklerinden dolayı Hâricî zihniyetindedirler.”
Bunların içyüzlerini öğrenin, müslüman olmadıklarını bilin! (İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 23-26)
İbn-i Abdülvehhâb’ın başlattığı bu hareket, Muhammed bin Suûd vasıtasıyla siyasi bir cephe kazandı ve hızla yayıldı. Muhammed bin Suûd pek çok toprak ele geçirdi. Onun 1766’da ölümünden sonra isyanlar oğlu Abdülâziz bin Muhammed bin Suûd tarafından devam ettirildi. Bu adam da babasından daha büyük heyecanla İbn-i Abdülvehhâb’a bağlandı.
Abdülaziz bin Muhammed otuz yıl Orta Arabistan’da çok büyük katliamlar yaptı. 1802 yılında Kerbelâ’yı yağmaladılar, 1803-1806 yılları arasında Tâif, Medine ve Mekke’yi ele geçirdiler. Pek çok müslümanı, kadın çocuk demeden acımasızca şehit ettiler. Tekke, zâviye, türbe nevinden her yeri yıktılar. Ele geçirdikleri Tefsir, Hadis ve diğer ilimlerle ilgili pek çok kitabı parçaladılar. Vehhâbî askerleri çok câhil oldukları için, Kur’an-ı kerim’leri diğer kitaplardan ayırt edemediler ve paramparça yaptılar. Bazı Âyet-i kerime’lerin nakşedilmiş bulunduğu tezhipli Kur’an-ı kerim cilt derilerinden çarıklar yapıp ayaklarına giydiler. Öyle ki koca Tâif şehrinde üç tane Kur’an-ı kerim’le bir takım Buhârî-i şerif kaldı.
Bunu bir müslüman yapabilir mi? Kâfir olduklarını hâlâ görmüyor musunuz?
O tarihlerde Osmanlı Devleti’nin dış düşmanlarla savaş hâlinde olması ve zayıflamaya başlaması Vehhâbîler’in işini oldukça kolaylaştırdı. Batılı devletlerin, bilhassa İngilizler’in de yardım ve teşvikleriyle bozguncu düşünceler halk arasında yayıldı. İslâm’a ve müslümanlara büyük darbeler vurdular.
Vehhâbîler Tâif’ten sonra Mekke’yi ele geçirdiler. Resulullah Aleyhisselâm’ın, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali, Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhüm- Hazerâtı’nın doğdukları evleri, orada bulunan bütün kubbe ve türbeleri yerle bir ettiler. Her türbenin kubbesini de o türbenin türbedârına yıktırdılar. Ehl-i sünnet âlimlerinden çoğunu sebepsiz yere astılar.
Suûd bin Abdülaziz Cumâ hutbelerinden halifeye yapılan duâyı kaldırttı. Tevbe sûre-i şerif’indeki:
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktirler. Onun içindir ki bu yıllarından sonra artık Mescid-i haram’a yaklaşmasınlar.” (Tevbe: 28)
Âyet-i kerime’sini delil göstererek müslümanları müşrik saydığını ilân etti ve yedi sene Mekke-i mükerreme’ye sokmadı. Vehhâbîler kalabalık yerlere tellâllar çıkartarak: “Suûd bin Abdülaziz’in dinine girin!” diyerek müslümanları İbn-i Abdülvehhâb’ın görüşlerini kabule zorladılar.
Görülüyor ki doğrudan doğruya İslâm dinine cephe aldı, Vehhâbîliği bir din olarak kabul etti.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imrân: 19)
Buyurduğu halde Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a karşı geldi, Kitabullah’ı inkâr etti ve kendi dinini ilân etti.
Ey Vehhâbî bozmaları! Buna bir itirazınız var mı? Bunu hangi Âyet-i kerime ve hangi Hadis-i şerif’le izah edebilirsiniz? ...
Bundan sonra Vehhâbî ordusu Medine’ye yöneldi. Suûd bin Abdülaziz, Medine halkına bir mektup yazarak, asırlardır hak din üzere olan müslümanları kendi dinine dâvet etti. Medine halkı bu mektup üzerine hayli korktularsa da müsbet veya menfî bir cevap veremediler. Bunun üzerine Vehhâbîler Medine üzerine yürüdüler ve halkı muhasara ederek aç ve susuz bıraktılar. Kendi görüşlerini kabul ederlerse onları affedeceğini söylediler. Onlar da başka çare kalmadığından ve en azından oyalamak için onun bu ağır tekliflerini kabul ettiler.
Vehhâbîler ilk iş olarak Medine’de ne kadar kubbe varsa hepsini yerle bir ettiler. ... Ancak halkın galeyanı üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübarek mezarı üzerindeki Kubbe-i hadrâ’yı bıraktılar.
Abdülaziz bin Suûd ise Medine halkına hitaben yaptığı küfür dolu konuşmasının bir noktasında:
“Peygamber’in kabri başında önceleri olduğu gibi durarak, tâzim için salât-ü selâm getirmek çirkin bir davranıştır ve çirkin bid’atlardan olduğu için Vehhâbî diyanetince yasaktır.” dedi.
Ben de diyorum ki bunu diyen müşriktir.
Zira Allah-u Teâlâ:
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.
Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun.” (Ahzâb: 56)
Âyet-i kerime’si ile Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine Zât-ı akdes’inin ve meleklerin salât-ü selâm getirdiğini duyuruyor ve ümmet-i Muhammed’e emir buyuruyor. Bu kâfir ise böyle söylüyor, bu Âyet-i kerime’yi inkâr ediyor. Kendi dinini kuvvetlendirmek için Allah-u Teâlâ’nın emrini hiçe sayıyor, hakikatin yerine bid’atları yerleştirmek istiyor. Bundan ötürü şirk koşmuşlardır ve müşrik olmuşlardır.
İslâm dininden çıkıp Vehhâbîlik dinine girdikleri gibi, Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’sini inkâr edip arzularını hüküm yerine koyuyorlar. Bunları İslâm olarak mı kabul edeceksiniz, kâfir olarak mı tanıyacaksınız?
Medine halkı bu zulümlere sabrediyor, Vehhâbîler’i oyalamaya çalışıyordu. “Hilâfet-i İslâmiye merkezinden elbette asker gönderirler.” diye düşünüyorlardı.
Vehhâbîler 1811 yılında kuzeyde Halep’ten Hint okyanusuna, Basra Körfezi ve Irak sınırından doğuda Kızıldeniz’e kadar yayıldılar.
Bu tarihten itibaren Osmanlı Devleti Vehhâbîler’in bir tehlike olmaya başladığını farketti, bunlara bir “Hâricî” hareketi olarak bakıldı. Bastırmak için çabalar gösterildi, Mısır ve Bağdat valilerine emirler verildi.
İkinci Mahmud Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı bu tehlikeyi bertaraf etmesi için görevlendirdi. Mehmet Ali Paşa’nın oğlu Tosun’un emrindeki ordu Mekke-i mükerreme, Medine-i münevvere ve Tâif’i Vehhhâbîler’in elinden kurtardı. Abdülaziz’in yerine geçen oğlu Abdullah ve çocukları İstanbul’da 17 Aralık 1819’da idam edildiler.
Suûd hânedânından II. Abdülaziz bin Suûd 1902 yılında yeniden Riyad merkezli Vehhâbî yönetiminin kuruluşunu ilân etti. II. Abdülaziz İngilizlerle işbirliği yaptı. 26 Aralık 1915’te İngiltere ile özel bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşmaya göre kendisine bağlı olan bölgelerin mutlak hükümdarı olarak tanındı. İngilizler de muazzam paralarla bunlara destek sağladı.
Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı Devleti’nin aleyhine sonuçlanması üzerine, Osmanlı Devleti 1918 yılı sonlarında Medine’den çekildi. Suudiler 17 Mayıs 1927’de İngilizlerle yapılan Cidde anlaşmasından sonra tam olarak bağımsız hâle geldi. (Bkz. İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 23-31)
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e, iman edenlerle etmeyenlerin âkıbetlerini beklemelerini söylemesini Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“De ki: Herkes beklemektedir, siz de bekleyin.” (Tâhâ: 135)
Hakk’ın huzuruna varıncaya kadar herkes haklıdır. Sonra pirinç ile taş ayıklanacaktır. Herkes âkıbetini bekliyor, siz de bekleyin.
Ey Vehhâbî bozmaları! Sinsi sinsi Vehhâbîlik dinini yaymaya, gizli gizli dünyaya yayılmaya çalıştığınızı biliyorum ve görüyorum. Vehhâbî dinini ayakta tutmak için, Resulullah Aleyhisselâm’ı hükümsüz saymak için İslâm dinini yıkmaya çalışıyorsunuz.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Bu, dimdik ayakta duran bir dindir.” buyuruyor. (Rûm: 30)
Herhalde sizin gibi fesatçı ve ifsatçılar çok geldi gitti ki, bölücü olarak yalnız siz değilsiniz. Din-i İslâm’ı olduğu gibi ayakta tutmak için, biz bütün bölücülerle savaşıyoruz.
Eğer mümin iseniz bana Âyet-i kerime ile cevap verin. Çünkü elhamdülillâh ben müslümanım, fesada ifsada kapılmış değilim. İlâhî hükümlere, Resulullah Aleyhisselâm’ın Sünnet-i seniyye’sine gönülden boyun bükenlerdenim.
Hem size harp ilân ediyorum, hem de sizinle savaşıyorum, hakikati açık açık söylüyorum.
Zira Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın huzuruna çıktığım zaman: “Bu sapıklarla ne gibi bir mücâdelen oldu?” diye sorulduğunda: “Ey Rabb’ül-âlemîn! Elimden ve dilimden geldiği kadar emir ve hükümlerini, hak ve hakikati tebliğ etmeye çalıştım!” diyebileyim.
Çünkü Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:
“Ey müminler! Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyla cihad edin.” buyuruyor. (Hacc: 78)
Bu Âyet-i kerime’ye bakarak hakkıyla cihad yapmaya çalışıyorum. Sizin de bir hüneriniz varsa Âyet-i kerime ile karşıma çıkın, amma aslâ lâf kabul edilmez. Çünkü biz sizin sapık dininizden değiliz.” (“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 666-667)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz her zaman ve mekânda Azîz’dir. Allah katındaki şeref ve faziletinin hududu yoktur. Mertebe ve kemâli her an yükselmektedir. Allah-u Teâlâ’nın ona bahşettiği ikram ve ihsanlar sonsuzdur.
O ki yaratılmışların en hayırlısıdır. Allah-u Teâlâ’nın Habib-i ekrem’i, dostu, arşının nuru, vahyinin eminidir. Ziynetlendirdiği, şereflendirdiği, keremlendirdiği, büyük kıldığı, ilm-i ezelîsini tâlim buyurduğu temiz kuludur.
Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin efendisi ve sonuncusu, takvâ sahiplerinin önderi, günahkârların şefaatçısı ve âlemlerin rahmeti yapmıştır.
O ki iman hakikatlerinin menbâı, Rahmânî sırların iniş yeri, Rabbânî memleketin mahrem-i esrârı, bütün peygamberlerin ahd ve misaklarının vasıtası, Livâ-i izzet’in sahibi, ezel sırlarının müşahidi, Kelâm-ı kadim’in tercümanı, ilim ve hikmetin kaynağı, dünya ve ukbâ ehlinin cesetlerinin ruhudur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Andolsun, içinizden size öyle aziz bir Peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir.” (Tevbe: 128)
Onu yaratan ona “Azîz” buyurdu. Kendi ism-i şerif’i ile müşerref eyledi. İzzetiyle izzetlendirdi, şerefi ile şereflendirdi, nuru ile nurlandırdı.
Fakir der ki:
“Yâ Rabb’i! Sen Nur’unu azîz eyledin. Nur’undan Nur’unu, o Nur’dan âlemleri yarattın. O senin Azîz’indir, sen onu Azîz eyledin. O Azîz’inin hürmetine bizi mağfiret et!”
O öyle bir “Azîz”dir ki, onu ancak Yaratan bilir. Hiçbir beşerin onu idrak etmesi mümkün değildir. Canlardan da cânanlardan da azîzdir.
O öyle bir “Rahîm”dir ki, onu da ancak Yaratan bilir. Hiçbir beşerin bu merhameti idrak etmesi mümkün değildir.
“Üstünüze çok düşkündür. Müminlere çok şefkatli çok merhametlidir.” (Tevbe: 128)
Bu Âyet-i kerime karşısında aklımızın ibresini tutmaya çalışırız.
Onu yaratan ona “Azîz” buyurduğu gibi, yine kendisine mahsus olan “Raûf” ve “Rahîm” isimlerini de ona atfetti. Onun yüce ve âlî olduğunu belirtmek için kendi isminden pay ayırdı.
Bu ism-i şerif’leri ona vermek demek; Allah-u Teâlâ’nın varlığı onda tecelli etti demektir.
Meselâ bir insan yakasına bir rozet takar. Bunun mânâsı: “Ben buraya âitim.” demektir. Allah-u Teâlâ ona rozetini takmış, kendi ism-i şerif’lerini lâyık görmüş. Bu ise kuvve-i beşerin takati haricinde bir lütuftur. Mahlûk olan insanın aklı ve ilmi buraya girmez.
“Raûf”; bütün müminlere karşı gayet ince bir şefkati ve derin bir merhameti olan, rahmeti çok engin, affetmeyi seven demektir. O bizâtihi bu ism-i şerif’in mazharıdır.
“Rahîm” insanların tevbe ederek doğru yolu bulmalarını çok arzu eden, çok şefkatli, çok merhametli demektir. Bu ism-i şerif’in de bizâtihi mazharıdır.
Bu fazilete peygamberlerinden hiçbirisi mazhar olmamıştır.
Ey Vehhâbî! Senin ismin nedir, cismin nedir, sana kim isim verdi? Allah-u Teâlâ onu bizzat meth-ü senâ etti, geriye dön de annene bir sor, seni kim methetti?
Allah-u Teâlâ onu her şeyden azîz, kadrini yüce kılmış, herkese ve her şeye tercih etmiştir. Yaratılmışlar arasında naziri ve benzeri yoktur. Yaratılan hiçbir şeyle, hiçbir kimse ile ne ölçülür, ne de eşit tutulur. Yüce makamında tektir.
Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren kendi zamanına gelinceye kadar mevcûdâtın en şereflisi ve faziletlisi olduğu gibi, kendisinden sonra kıyamete kadar da mahlûkâtın en şereflisi ve faziletlisidir.
Mübarek vücudları ahirete intikal etmekle, nûrlarına asla bir noksanlık ârız olmamıştır. Ruhâniyeti ve nûrâniyeti kıyamete kadar bâki kalacak, insanlar o nur sebebi ile hidayete ereceklerdir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyururlar ki:
“Biliniz ki Resulullah aranızdadır.” (Hucûrât: 7)
Bu husus ehlince mâlumdur.
O diri biz ölü. O her zaman hayattadır. Biz ancak onun hayatı ile hayat buluyoruz. Bizim yaşamamız onun hayat vermesi ile kâimdir. Hayat kaynağı o, feyiz kaynağı o, hakikat kaynağı o, Ebul-ervah o, Rahmeten lil-âlemîn o... Bu sayede bütün âlemlere rahmet ihsan ediliyor, hayat veriliyor, amma kaynak o... Onsuz hayat ölüm. (“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 83-84)
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kur’an elbette şerefli bir peygamberin sözüdür.” (Hâkka: 38-39-40)
Bütün görülebilen ve görülmeyen, gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün işler üzerine yemin edilmektedir.
Allah-u Teâlâ onun ne kadar şerefli ve Azîz olduğunu yemin ederek bize duyuruyor. Onun meth-ü senâsını bizzat Allah-u Teâlâ yapıyor. Bu yemin “Dikkat edin!” mânâsına geliyor. Gerçekten onu seven şereflidir, amma onu sevmeyen şerefsizdir. Çünkü ona o şeref ve izzet Hakk’tan geldi, halktan gelmedi. Onu seven ona iman etmiştir, onu sevmeyen ona küfretmiştir. İman ile küfür bir olur mu, seven ile sevmeyen bir olur mu?
Sevenin şerefini artırır, onu şerefli ile beraber yapar. Onları peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, sâlihlerle beraber haşreder. İnkâr edeni ise şeytanlarla, din kurucu bölücülerle, türemelerle haşreder. Sevdiğini ebedî saâdetine ve selâmetine eriştirdiği gibi, ötekileri de kahreder. Kahrından ötürü de ona çok şiddetli bir azap ile azap eder. Hakikat budur, artık nefsinizi nereye satarsanız satın!
Allah-u Teâlâ’nın nur vermediği kimseyi hiç kimse irşad edemez. Belki dönerler diye bu gerçekleri duyuruyoruz. (“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 74)
Allah-u Teâlâ sevgili Peygamber’i Muhammed Aleyhisselâm’a tâzimde bulunulmasını, tebcil olunmasını, saygı ve hürmet gösterilmesini, değer verilmesini ve yüceltilmesini Âyet-i kerime’sinde bizzat emir buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Allah’a ve Peygamber’ine inanasınız, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyıp saygı gösteresiniz.” (Fetih: 9)
Kim ki bu ilâhî emr-i şerif’i yerine getirirse Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne itaat edip iman etmiş olur. Fakat bu ilâhî emri yerine getirmeyen bir kimse çok iyi bilsin ki dinden çıkmıştır. Bu böyledir. Aksi halde buna karşı bir Âyet-i kerime de siz getiriverin. Ki bunu getiremeyeceğinizi çok iyi biliyorum, Çünkü Hazret-i Kur’an Muhammed Aleyhisselâm’a indirildi, sizin sapıtıcı ilâhlarınıza değil.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:
“O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından da ileridir.” (Ahzâb: 6)
Buyururken, onu daha önde tutmanız gerekirken siz İbn-i Teymiyye’yi, İbn-i Abdülvehhab’ı öne sürdünüz, ve İbn-i Abdülvehhâb’ın yandaşlarını, onun izinden gidenleri seçtiniz. Siz hiç şüphe yok ki seçtiklerinizle berabersiniz, amma Allah ve Resul’ü ile beraber olamazsınız.
Siz ahirette onlarla haşrolacaksınız, huzur-u ilâhî’ye onlarla çıkacaksınız. Çünkü siz Allah ve Resul’ünün yolunda değilsiniz. Siz onları seçtiniz ve onların yolundasınız. Deccal’den daha beter olan sapıtıcı imamlara uyduğunuzun farkında mısınız? Cehennem ateşinden sizi kim kurtarabilir? İlâhî emirlere bir bakın, bir de tuttuğunuz yola bakın! (“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 647-648)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitaben:
“Onların sana baktıklarını görürsün. Oysa onlar görmezler.” buyuruyor. (A’râf: 198)
Yani senin hakikatini göremezler ve bilemezler. Onların bakışı Abdullah oğlu Muhammed’den ibarettir. Oysa Allah-u Teâlâ onu kendi nurundan yaratmış, âlemleri o nur ile donatmış. İşte bunu bilmezler. Onun aslı nûrdur.
Zâhirini görenler onun hakikatini göremediler. Ona bir beşer gözüyle baktılar.
Onu methetmek isteyenler, methederken âcizliklerini itiraf etmişlerdir.
Resulullah Aleyhisselâm’ı kimi insanlar duyar, kimi insanlar bilir, kimi insanlar da bulur. Yaratılışlar ayrı ayrıdır, herkesin tecelliyâtı bir değildir. Bulan onu yanında bulur.
Biz her şeye itiraz ederiz de nefsimizin bize yaptığı oyunlara itiraz etmeyiz. Bunun için de Hakk’ı bilemiyoruz, hakikati da bulamıyoruz.
Aklın dereceleri var. Kişinin ilmi ve aklı tekâmül etmediği için hakikati kendi zan ölçüsü ile ölçmeye kalkar. Halbuki aslında kişi kendisinden haberdar değildir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Kendilerine hidayet rehberi geldiği zaman, insanları iman etmekten alıkoyan şey, sadece: ‘Allah peygamber olarak bir insanı mı gönderdi?’ demeleri oldu.” (İsrâ: 94)
Ey Vehhâbîler! Siz bu noktada mı takılıyorsunuz? Bu ilâhî hitaba mı takıldınız? Siz onun beşerî yaratılışında kaldınız, aslına nüfuz edemediniz.
O gerçekten bir beşerdir, amma Allah-u Teâlâ’nın biricik Halil’idir, Habib-i Ekrem’idir. Nur’undan onu yarattı, o Nur’dan âlemleri donattı. Bizim imanımız inancımız böyledir. Biz ona âlemlerin gurur ve süruru olarak bakıyoruz ve öyle bildirmeye çalışıyoruz. Çünkü o sebeb-i mevcûdâttır, âlemlere rahmettir. Sizin cismaniyette kalmanız, içinizdeki imansızlığın alâmeti değil midir? Oysa bunca Âyet-i kerime’lerle sizi tenvir etmeye çalışıyoruz, fakat kör gözünüz açılmıyor!
Bu Âyet-i kerime’lerin hangi birini inkâr edebilirsiniz, hangi birine itiraz edebilirsiniz, hangi birine karşı gelebilirsiniz?
Gerçek budur, siz nerelerde geziyorsunuz?
(“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 215-217)
Bunlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şefaatini inkâr ediyorlar.
“Şefaat dileme ve kabul etme yetkisi ancak Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. Melekler de, peygamberler de, veliler de ancak O’nun izni ile şefaat ederler.
“Onlar, Allah’ın râzı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler ve O’nun korkusundan titrerler.” (Enbiyâ: 28)
Onların her şeyi Hakk’a bağlıdır. Ancak O’nun hidayet vermesiyle irşad eder, ikaz eder, hakikatleri ortaya serer. Allah-u Teâlâ dilerse buna memur ettiklerini ahirette de şefaatçı kılar. Hiç şüphe yok ki bu da O’nun izniyle, emriyle ve iradesiyle olur.
Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“O’nun katında, kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaatı fayda vermez.” (Sebe: 23)
Şefaat ancak ehil olanlara fayda sağlar. Ehil olmayanlara o gün hiçbir şefaatçının şefaatı fayda vermez.
Şefaat bir kimsenin suçunu affettirmek, kendisinden cezayı gidermek için hakkında yapılan bir iltimas ve istirhamdan ibarettir.
Günahı sevabından çok olduğu için cehenneme girmeyi hak eden günahkâr müminlere; Allah-u Teâlâ’nın izni ile peygamberler, sıddıklar, âlimler, şehitler şefaat edeceklerdir.
O kime şefaat yetkisi verirse, ancak o şefaat edebilir. Bu yetki O’na âittir.
“O’nun izni olmadan, katında kim şefaat edebilir?” (Bakara: 255)
Buna kim cesaret edebilir? Şefaat izni verilenler de hep O’nun rızâsı ve izni doğrultusunda âile efrâdına, yakınlarına ve dostlarına şefaat ederler. O’nun izin vermediği hiç kimse şefaat edemez.
Abdullah bin Ebi’l-Ced’a -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
“Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i şöyle buyururken işittim:
“Andolsun ki ümmetimden bir kimsenin şefaatiyle Temimoğulları’ndan daha çok kimse cennete girecektir.”
Ashâb-ı kiram:
“Senden başka bir kimsenin mi yâ Resulellah?” dediler.
“Benden başka bir kimse!” buyurdu.” (Tirmizî - İbn-i Mâce: 4316)
Bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“Şefaatim, ümmetimin büyük günah işleyenleri içindir.
Bir adamın ateşe atılması için emir verilir. Giderken (dünyada) susadığı zaman su vermiş olduğu adama rastlar, onu tanır ve ona:
‘Benim için şefaat etmeyecek misin?’ der.
Adam: ‘Sen kimsin?’ diye sorunca:
‘Ben sana falan gün su içirmedim mi?’ der. Öbürü bunu tanır ve (Allah katında) onun lehinde şefaatte bulunur. Adam da böylece geri çevrilir ve cennete gider.” (Tirmizî: 2437)
Bütün bunlar Allah-u Teâlâ’nın engin merhametinin birer tecellisiden ibarettir.” (“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 396-398)
“Sebeb-i mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Allah katındaki şeref ve itibarının yüceliğini şu Hadis-i şerif’te de görmek mümkündür:
“Dikkat ediniz! Ben Allah’ın Habib’iyim, bunu övünmek için söylemiyorum.
Kıyamet gününde Livây-ı hamd benim elimde olacaktır, bunu övünmek için söylemiyorum.
O gün ilk şefaat eden ve şefaati ilk kabul edilen ben olacağım, bunu övünmek için söylemiyorum.
Cennet kapılarının halkalarını ilk defa çalan ben olacağım. Allah-u Teâlâ bana cenneti açacak ve beraberimde müminlerin fakirleri olduğu halde beni cennete sokacaktır. Övünmek için söylemiyorum.
Geçmişlerin ve geleceklerin en değerlisiyim. Bunları övünmek için söylemiyorum.” (Tirmizî)
Resulullah Aleyhisselâm her hususta hiç kimsenin ulaşmadığı itaat, iyilik ve doğruluk üzeredir. Dünya ve ahirette mutlak olarak insanların en mükemmeli ve efendisidir.
Geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladığı gibi, nimetini de tamamlıyor. O nimeti ancak Allah-u Teâlâ bilir. Bu şerefe de kimseyi nâil etmemiştir, yalnız Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine mahsus olan bir lütuftur.
“Ve sana kimsenin güç yetiremeyeceği bir şekilde şanlı bir zaferle yardım eder.” (Fetih: 3)
Âyet-i kerime’lerde Allah-u Teâlâ’nın ona yardımı anlatılmaktadır.
Allah-u Teâlâ’nın ona verdiği imtiyazlar her türlü tasavvurun üstündedir. Onun şânını âlemlere duyurdu, fakat münafıklar kâfir oldukları için duymadı.
Câbir -radiyallahu anh-den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Benden önce hiçbir peygambere verilmemiş olan beş şey bana verildi:
Bir aylık mesafeye kadar (düşmanlarımın kalbine) korku salmakla yardım olundum.
Bütün yeryüzü benim için mescid ve temiz kılındı. Ümmetimden her kim, nerede namaza erişirse orada namazını kılsın.
Benden öncekilere helâl kılınmamışken, ganimetler bana helâl kılındı.
Bana şefaat verildi.
Her peygamber yalnız kendi kavmine gönderilirken, ben bütün insanlığa peygamber olarak gönderildim.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 223)
Ona bahşettiği bu nimetler sayesinde bütün ümmet-i Muhammed de istifade ediyor.” (“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 627-628)
“Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz en büyük şefaat makamı olan Makâm-ı Mahmûd’a erdirilerek de diğer peygamberlere üstün kılınmıştır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Ümid edebilirsin ki, Rabb’in seni bir Makâm-ı Mahmûd’a gönderecektir.” buyuruluyor. (İsrâ: 79)
O öyle bir makamdır ki, Hâlik-ı Azimüşân yalnız ve yalnız Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bahşetmiştir. Hiç kimsenin şefaat edemeyeceği bir zamanda yalnız ona şefaat izni verilecek ve şefaatı kabul olunacak peygamber yalnız Muhammed Aleyhisselâm’dır.
Ey Vehhâbîler! Siz onu mu üstün tutuyorsunuz, yoksa ilâh edindiklerinizi mi üstün tutuyorsunuz? Kendi vicdanınıza bir sorun, ilâh edindikleriniz hakkında böyle bir müjde-i ilâhî var mıdır?
Diğer Âyet-i kerime’sinde:
“Sana Rabb’in, sen râzı oluncaya kadar verecek.” buyuruyor. (Duhâ: 5)
Bu şefaat makamını yalnız ve yalnız ona tahsis etmiştir. Siz ona iman etmedikçe, onu saymadıkça, sevmedikçe, hiç o sizi sever mi? Size şefaat eder mi?” (“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 647)
“Bir şefaatı daha vardır ki, bu şefaat sebebiyle bir kısım bahtiyar müminler sualsiz hesapsız cennete girerler.
Bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Rabb’im ümmetimden yetmiş bin kişinin ve her bir kişiyle birlikte yetmiş bin kişinin hesaba tutulmayacağını vaadetti.” buyuruyorlar. (Taberani)
Bir kısım kimseler günahlarının çokluğu nedeniyle cehenneme girmeye müstehak oldukları halde, şefaat sayesinde azaptan kurtulup cennete girerler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz olduğu gibi, Allah-u Teâlâ’nın dilediği zatlar da bu hususta şefaat edeceklerdir.
Ebu Said -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetim içinde, insanlardan büyük cemaatlere şefaat edecek kişiler vardır. Onlardan kimi bir kabileye, kimi bir zümreye, kimi de bir kişiye şefaat edecek ve neticede bunlar cennete gireceklerdir.” (Tirmizi: 2556)
Bazıları da günahları nispetinde ceza görmesi ve yanması gerekirken, şefaatın erişmesiyle cezasının hepsini çekmeden çıkartılıp cennete girerler, cehennemden kurtulurlar.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Şüphesiz ki Allah bir topluluğu şefaat sayesinde cehennemden çıkaracaktır.” (Müslim: 191)” (“İnsan Dünya ve Ahiret”, s. 361-362)
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini Âyet-i kerime’sinde beşeriyete şu şekilde tanıtmaktadır:
“De ki: Doğrusu hiç kimse beni Allah’tan kurtaramaz ve ben O’ndan başka sığınak da bulamam.” (Cin: 22)
Yoldan sapmış, şirke düşmüş Vehhâbîler ise bu Âyet-i kerime’yi delil göstererek Resulullah Aleyhisselâm’ı vesile yapmayı ve: “Şefaat yâ Resulellah!” demeyi Allah-u Teâlâ’ya ortak koşmaya kadar gitmişlerdir.
Oysa Allah-u Teâlâ daha sonra gelen Âyet-i kerime’de: “İllâ” kelimesi ile başlayarak istisnâ yapmakta ve şöyle buyurmaktadır:
“Benim yaptığım sadece Allah katından olanı, O’nun gönderdiklerini tebliğ etmektir.
Kim Allah’a ve Peygamber’ine isyan ederse, ona içinde sonsuz ve temelli kalacakları cehennem ateşi vardır.” (Cin: 23)
Bu münkirlerin kör gözleri bu ilâhî beyanı görememekte, derin cehâletlerini ortaya koymakta ve çok gülünç bir duruma düşmektedirler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ’nın öyle bir elçisidir ki, o kendiliğinden bir şey yapamaz. Fakat onu gönderen Rabb’i her şeyi yapabilir. Elçisine düşmanlık eden Rabb’ine düşmanlık etmiş, onu seven ve itaat eden de yine Rabb’ini sevmiş ve itaat etmiş olur.
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ elçiye isyan etmenin Allah-u Teâlâ’ya isyan etmek demek olduğunu açıkça beyan etmekte ve isyan edenlerin de âkıbetlerini beşeriyete duyurmaktadır.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm elbette:
“Onlara duâ et. Şüphesiz ki senin duân onlar için sekinettir (huzur kaynağıdır). Allah işitendir, bilendir.” (Tevbe: 103)
Emr-i şerif’i gereğince, kulları tarafından duâ ve yalvarışa vesile ve vasıta olur. Onun yapacağı duâ, müminlerin kalplerinin huzur ve sükun bulmasına sebep olur.
Hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a çok büyük bir şan ve yetki vermiştir.
•
Allah-u Teâlâ bir diğer Âyet-i kerime’sinde münafıkların ne kadar kibirli olduklarını, kendilerini Resulullah Aleyhisselâm’ın hakklarında yapacağı mağfiret isteğinden ihtiyaçsız görmekte olduğunu bildirmektedir:
“Onlara: ‘Geliniz, Resulullah sizin için mağfiret dilesin!’ denildiği zaman, başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.” (Münâfikûn: 5)
Biz size şimdi aynı beyanı hatırlatıyoruz. Allah-u Teâlâ’nın kelâmını önünüze sürüyoruz. Gerçekten Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a mı yöneleceksiniz, yoksa ilâh edindiğiniz sapıklıkta mı kalacaksınız?” (“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 108-109)
“Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz kıtlık baş gösterdiğinde, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in amcası Hazret-i Abbas -radiyallahu anh- ile tevessül ederek:
“Yâ Rabb’i! Kuraklık içinde kalınca Peygamber’imiz ile sana tevessül ederdik. Bize yağmur verirdin. Şimdi onun amcası ile tevessül ederek senden niyaz ediyoruz, bize yağmur ihsan et!” diye duâ ederdi ve yağmur yağardı. (Buhârî)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-’inin yüzüsuyu hürmetine onun aslına da bu lütfu bahşetmiş. Ve onun yüzüsuyu hürmetine bu aslına bahşettiği nimetten beşeriyet istifade ederdi. Allah-u Teâlâ’nın rahmetine nâil olurdu. Ve şükrünü, şükranını arttırırdı.
•
Gözü görmeyen bir kişi Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelerek: “Yâ Resulellah! Beni iyileştirmesi için Allah’a duâ buyur!” dedi.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ona abdest almasını, iki rekat namaz kılmasını, sonra da şu duâ ile duâ etmesini emretti:
“Allah’ım! Peygamberin, Rahmet Peygamberi Muhammed ile sana yönelerek yalvarıyorum. Gözümün açılması için, ya Muhammed senin ile Rabb’ime yönelmiş bulunuyorum. Allah’ım! Onu bana şefaatçı kıl!”
Ve devamla: “Bir ihtiyacın olduğunda hep aynısını yap.” buyurdu. (Tirmizi)
O kimse bu duâ ile duâ edip kalktığı zaman görmeye başladı.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ümmet-i muhteremesi’ne Allah-u Teâlâ’nın lütuf, rahmet ve merhametine nail olmaları için Zât-ı şerif’ini vesile kılmalarını bizzat vasiyet ediyor. Çünkü Allah-u Teâlâ onun yüzüsuyu hürmetine yapılan niyaz ve duâları reddetmez.
Bu hususta şöyle bir temsil getirelim:
Bir çocuk büyük bir suç işlediğinde babasının kendisini cezalandıracağından korkar. Fakat bu çocuk, babasının en sevdiği bir arkadaşına gidip: “Ben gerçekten bir kabahat yaptım, eve gitmeye korkuyorum. Sen ise babamın en yakın dostusun. N’olur babama rica ediver de beni affetsin.” derse, o da babasına gidip aracı olursa, babası onu kırmaz, çocuğu affeder.
Bu bir insanın ricâsı, o ise Allah-u Teâlâ’nın en sevgili kulu. Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini vesile yapan kimseyi aslâ reddetmez.” (“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 109-111)
Mirâc hadisesi Kur’an-ı kerim’de şöyle anlatılmaktadır:
“Kulunu (Muhammed’i) gecenin bir anında Mescid-i Haram’dan alıp civarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Ona âyetlerimizden nicelerini gösterelim diye böyle yaptık.” (İsrâ: 1)
Resulullah Aleyhisselâm o gece göklerin ve yerin melekûtundan haberdar oldu ve Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azametini gösteren âyet ve alâmetleri, harikulâde halleri gördü.
Daha sonra gökyüzüne bir Miraç uzatıldı. Cebrâil Aleyhisselâm ile ona binerek yedi kat göklerden geçtiler, birçok ilâhî tecellîlerle karşılaştılar. Semâ tabakalarında bulunan Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ile görüştüler. Cebrâil Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın biricik Hâbib-i Ekrem’ini alıp öyle yükseklere çıkardı ki, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz mukadderatı yazan kalemlerin cızırtısını duyuyordu.
Ey Vehhâbîler! Sizin aynanız ters döndüğü için idrakten âcizsiniz. Aynanızın ters dönmesi, Allah-u Teâlâ’nın kalbinizi çevirmesinden ötürüdür. Bunca hakikatler karşısında hidayete eremeyişiniz; kalbinizin mühürlendiğini, vicdanınızın sükut ettiğini gösteriyor.
Oysa onu yaratan, onu yaşatan; onu sevmiş, seçmiş, kendisine çekmiş, âlemlerde hiç kimseye vermediğini ona lütfetmiş. Amma senin nefsin bir türlü bunu hazmedemedi!” (“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 99)
•
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Sidre-i müntehâ”da Cebrâil Aleyhisselâm’ı aslî suretinde gördü. Daha önce kendisine peygamberlik geldiği sırada ufku kaplayan altı yüz kanadını açmış olduğu halde bir defa daha görmüştü.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Andolsun ki, onu başka bir defa daha, Sidre-i müntehâ’nın yanında gördü.” (Necm: 13-14)
O gece cehennemi, Kürsî’yi, Arşurahman’ı da gördü. Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir soru üzerine: “Cenneti ve cehennemi gördüm.” buyurmuşlardır. (Müslim: 426)
Muhammed Aleyhisselâm Kurb-i ilâhî fezâsında öyle ilerledi, Rabb’ine öyle yaklaştı ki, aradan bütün perdeler kalktı ve huzur-u ilâhî’ye kabul buyuruldu. Zamandan mekândan münezzeh olan Cenâb-ı Hakk’ın sohbeti ve cemâl-i bâkemâli ile müşerref oldu. Cemâl rüyetine erdi.
Allah öyle bir Allah’tır ki, bütün şekillerden münezzeh ve müstağnidir. O’nu baş gözü ile Miraç gecesinde yalnız ve yalnız Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i gördü. Onu kendi Nur’undan yaratığı için o Nur, Nur’u görmeye takat getirebildi.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kuluna iki yay kadar, yahut daha da yakın oldu.” (Necm: 9)
Allah-u Teâlâ onu ne kadar yaklaştırdığını bize haber veriyor. Zira O haber vermese bu durumu hiç kimse bilemezdi. Onu yaklaştırdığı kadar hiç kimseyi yaklaştırmadı, onu seçtiği kadar hiç kimseyi seçmedi, ona vahyettiğini hiç kimseye vahyetmedi.
“O anda kuluna vahyedeceğini vahyetti.” (Necm: 10)
Ey Vehhâbî! Sen her ne kadar onu tanımak istemesen de; melekler de müminler de onu tasdik ediyor, seviyor, şânının çok yüksek olduğunu biliyor ve kabul ediyor. Niçin? O Nur’un nuru ile nurlandıkları için. Amma siz o Nur’dan mahrum kalmışsınız, hidayeti nasıl bulacaksınız? Bu hakikatleri görmemekle, ne kadar kör olduğunuzu, dalâlette olduğunuzu kabul ediyor musunuz? Yoksa küfr-ü inadîde mi kalıyorsunuz? Oysa hiç iman nedir bilmeyen bir kâfire dahi bu hakikatler sunulsa kalbi titrer.
Gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı.” (Necm: 11)
Oradaki esrârı, oradaki güzelliği yalnız Yaratan bilir. Fakat mazharını Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine göstermeyi murad etti.
“(Peygamber’in) gözü kaymadı ve aldanmadı. Andolsun ki, Rabb’inin âyetlerinden en büyüğünü gördü.” (Necm: 17-18)
Rabb’inin Rububiyet âyetlerinden, mülkünün ve saltanatının acaipliklerinden, kelâmın ifade sınırına sığmayıp ancak müşahede ile ulaşılabilecek en büyük âyetlerini gördü.
Allah-u Teâlâ hiç kimseye bildirmediğini, göstermediğini, okutmadığını ona hem bildirdi, hem gösterdi, hem de okuttu. Onu her şeyden malumat sahibi yaptı. Ona öyle bir şeref bahşetti ki, her yaratık o şerefin yüceliği karşısında âciz kalır.
Ey Vehhâbî! Bu beyana bir cevap mı hazırlayabildin? Söyleyecek bir sözün mü var?” (“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 100-104)
Allah-u Teâlâ, kulu ve resulü Muhammed Aleyhisselâm’ın fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki mevkisini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.
Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun.” (Ahzâb: 56)
Bu Âyet-i kerime’de apaçık bir emir var. Allah-u Teâlâ bizzat kendisi ve melekleri Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine salât-u selâm getiriyor. Bu ise Resulullah Aleyhisselâm’a en büyük iltifât-ı ilâhî’dir. Kâfirler ise küfrediyorlar.
Kim ki bu Âyet-i kerime’yi kabul etmezse, Resulullah Aleyhisselâm’a gönülden bağlı olmazsa ve salât-ü selâm getirmezse, bu ilâhî hükmü reddettiği için küfre düşer. O artık müslüman değildir.
Ey kalbi kararmış Vehhâbîler! Siz bu ilâhî emre inanıp, iman edip salât-u selâm getiriyor musunuz? Yoksa küfürde mi kaldınız? Ben sormuyorum, kendi kendinize sorun; müslüman mısınız, kâfir misiniz?
Ve: “Bize kâfir diyor!” demeyin. İşte Âyet-i kerime, işte sizin icraatınız!
Siz ki Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’sine inanmazsanız, itaat etmezseniz, küfre düşmüşseniz, kendi işinizi kendiniz görün!” (“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 235)
Zira bu Âyet-i kerime’yi inkâr etmişlerdir, ona salât-ü selâm getirmeyi şirk kabul etmişlerdir. Resmen Âyet-i kerime’yi inkâr ediyorlar. Üstelik Allah-u Teâlâ: “Tam bir teslimiyetle teslim olun!” buyuruyor. Onlar teslim olmadıkları gibi, ona karşı yapılan tâzimi şirk kabul ediyorlar.” (“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 634)
“Binaenaleyh Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ism-i şerif’leri anılınca: “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammed” diye salâvât-ı şerife getirmek her müminin üzerine vâcibdir, bundan fazlasını söylemek sünnettir.
Bir kimseyi çok anan, onu çok seviyor demektir. Kişi her zaman sevdiği ile beraber olur.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te:
“Kıyamet günü insanların bana en yakın olanı, üzerime çok salât gönderendir.” buyuruluyor. (Tirmizî: 484)
•
Ebu Talha -radiyallahu anh- buyurur ki:
Bir gün Resulullah Aleyhisselâm yüzü sevinçli olduğu halde geldi. “Yüzünüzde bir sevinç görüyoruz!” dedik.
Buyurdular ki:
“Bana melek geldi ve şu müjdeyi verdi: Yâ Muhammed! Rabb’in diyor ki: ‘Sana salâvât okuyan herkese benim on rahmette bulunmam, selâm okuyan herkese de benim on selâm okumam sana yetmez mi?’” (Nesaî)” (“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 236)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyurur ki:
“Bir kimse indinde ismim zikrolunur da bana salât-ü selâm getirmezse bana cefâ etmiş olur.” (Câmiü’s-sağir)
“Bana salâvat getirmeyi unutan kimse cennetin yolunu şaşırır.” (İbn-i Mâce)
“Kıyamet günü insanların bana en yakın olanı, üzerime çok salât gönderendir.” (Tirmizî: 484)
“Günlerinizin en faziletlisi Cuma günüdür. O günde benim üzerime çok salâvât getirin. Zira sizin salât ve selâmlarınız bana arz olunur.” (Ebu Dâvud)
“Sırf dili ile “Allah’a ve Peygamber’e inandım.” demek, mümin olmak için yeterli ve geçerli değildir.
Müminler dilleri ile söylediklerine kalpleri ile inanırlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“‘Allah’a ve Peygamber’e inandık ve itaat ettik.’ derler. Sonra da içlerinden bir kısmı yüz çevirirler. İşte bunlar inanmış değillerdir.” (Nûr: 47)
Bunlar da “Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resulullah” diyorlar, amma isimde kaldılar. Bu bir perdedir, icraatları ayrıdır. Onlar kendi dinlerini yürütmeye ve yaymaya çalışıyorlar, İslâm dinini değil. Resulullah Aleyhisselâm’a salât-ü selâm getirmeyi, Sünnet-i seniye’sini tatbik etmeyi bid’at ve şirk kabul ediyorlar. Allah-u Teâlâ ona itaat edilmesini emir buyurduğu halde, onlar bu emr-i ilâhî’yi reddediyorlar. Bunun için de müşrik oluyorlar.
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime’sinde: “İşte bunlar inanmış değillerdir.” buyurarak, onların gerçekten de inanmış olmadıklarını duyurmakta ve hakikat ehline haber vermektedir. Biz de bu ilâhî hükümlere baka baka hem onları biliyoruz, hem de içyüzlerini ortaya koyuyoruz.
•
Resulullah Aleyhisselâm’a itaat Allah-u Teâlâ’ya itaat olduğu gibi, ona biât da Allah-u Teâlâ’ya biât demektir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resul’üm! Sana biât edenler, ancak Allah’a biât etmiş olurlar. Allah’ın eli onların elleri üstündedir.” (Fetih: 10)
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı’nın, Resulullah Aleyhisselâm’ın elini musafaha etmek suretiyle biât yapıldığından; Âyet-i kerime’de Resulullah Aleyhisselâm’ın elinin Allah-u Teâlâ’nın eli makamında olduğu beyan buyurulmaktadır. Bu mertebe hiçbir beşerin ulaşamayacağı bir mertebedir. Ona biât etmeyen Allah-u Teâlâ’ya biât etmemiş olur.
İşte içyüzünüzü ortaya sermek için bütün Âyet-i kerime’leri önünüze sürüyoruz, hakikati söylüyoruz. İster kabul edin, ister küfr-ü inatta kalın.” (“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 236)
Vehhâbîlik dininin en belirgin özelliklerinden birisi de Tasavvuf’u inkârdır. Resulullah Aleyhisselâm’ı kabul etmeyen, onun vekili olan veliyi veya velileri mi kabul edecek?
Halbuki Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği Evliyâullah Hazerâtı’nı Âyet-i kerime’sinde beşeriyete şu şekilde tanıtmaktadır:
“İyi bilin ki, Allah’ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yunus: 62)
Vehhâbîler velileri inkâr etmekle bu Âyet-i kerime’yi ve buna benzer Âyet-i kerime’leri de inkâr etmişlerdir, bu bir küfür değil midir?
Hıristiyanların müslümanlığa yönelmelerinin daha çok tasavvuf yoluyla olduğunu gören İngilizler, İslâmiyet’e darbe vurmak için Vehhâbîler’i bu yolla maşa olarak kullandılar.
Oysa Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’dan sonra kime tâbi olunacağını şöyle emir buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkunuz ve sâdıklarla beraber olunuz!” (Tevbe: 119)
İşte size emr-i ilâhî ile sapıklığı böyle açık açık izah ediyoruz, uzun uzun anlatıp ispat ediyoruz. Allah-u Teâlâ kime nasip ederse bunları görür, hidayete erer, müslüman olur. O’nun nur vermediği kimse küfr-ü inadında kalır. O da kendi aleyhine.
Tasavvufun başlangıcı Resulullah Aleyhisselâm’ın ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı’nın yaşayışlarında görülmektedir. Bazılarının zannettiği gibi Resulullah Aleyhisselâm’dan sonra başlamış olmayıp, doğrudan doğruya onun zuhuru ile zâhir olmuştur.
Kaynağı Kur’an-ı kerim ve Hadis-i şerif’lerdir.
Tasavvuf, İslâmî ilimlerin özü ve kaynağıdır. Esrar odasının ilâhî sırlarına mazhar olabilmek ve hakikati anlamak için kurulmuş ilâhî bir ilim-irfan mektebidir. Bu tahsil sayesinde bütün ilimlerin özüne inilir.
Allah-u Teâlâ zâhirî ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimleri öğretmek için de tarikat ehlini eksik etmemiştir. Her zaman için mürşid-i kâmil bulundurmaktan âciz değildir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve hak ile hüküm verirler.” (A’râf: 181)
Bu tertemiz vazife mânevî bir miras olarak nebilerden âlimlere intikâl etmiştir. Buradaki âlimlerden murad, kibâr-ı evliyâullah’tır.
Tarikat, kelime mânâsı itibarı ile “Yol” demektir. Tasavvuf dilinde ise; “Allah-u Teâlâ’yı bilmek, bulmak ve O’na yaklaşmak için takip edilecek ibadet yolu” mânâsına gelir.
Lüzumu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle ispat edilmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik.” buyuruyor. (Mâide: 48)
Fahrüddin-i Râzi -rahmetullahi aleyh- Hazretleri ve diğer bazı müfessirler bu Âyet-i kerime’ye:
“Ey kullarım! Sizin her birinize iki şeyi vâcip ettim. Evvelâ şeriat, sonra da tarikat.” mânâsını vermişlerdir. Çünkü “Minhac”ın kelime mânâsı “Münevver bir yol” demektir.
“Minhac” kelimesinden kastedilen münevver yol “Şeriatın güzelliklerinin bütünü” olduğuna göre, şeriat yolun başı, tarikat da devamıdır.
Ve münevver yol Asr-ı saâdet’ten bu güne, Pirân-ı izam -kaddesallahu esrârehüm- Hazerâtı’nın el ve gönüllerinde zamanımıza kadar teselsülen gelmiştir. Bu Silsile-i celîle-i âliye tevatür ile sabit olmuştur. Her devirde büyük bir İslâm cemaati tarafından doğruluğu tasdik edilmiştir.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Tevatür ile dinde sabit olanı inkâr etmek küfürdür.” buyururlar.
Tarikat-ı aliye’ye dahil olan bir sâlik:
“Nefsini temizleyen kurtulmuştur.” (Şems: 9)
Âyet-i kerime’sinde buyurulduğu üzere kalbini mâsivânın bataklık ve bulanıklıklarından temizleyerek mârifet evi ve muhabbet yurdu hâline getirir.
Tarikat, şeriat-ı mutahharanın hâdimidir, yardımcısıdır. Abdest, temizlik, taharet, namaza hazırlık olduğu gibi; tarikat da kalbi temizleyip huzura hazırlar.
Bir insan zâhirini süslemek için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz’in şeriatına; bâtınını ziynetlendirmek, iç dünyasını nurlandırmak için de tarikatına ittiba eylemelidir. Şeriatla dış nizam, tarikatla da iç nizam tesis edilir.
Tarikat-ı aliye’ye dehalet etmekten maksat, şeriatte inanılması gereken şeylere karşı yakîn hâsıl olmasıdır. Hakiki iman da budur.” (“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 218-220)
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Allah dilediği kulunu zâtına seçer ve kendisine yönelen kimseyi de hidayete iletir.” (Şûrâ: 13)
“Allah dilediği kimseyi nûruna kavuşturur.” (Nûr: 35)
“Allah kimi dilerse onu rahmetiyle mümtaz kılar.” (Bakara: 105)
“Biz rahmetimizi kime dilersek ona isabet ettiririz.” (Yûsuf: 56)
“Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz.” (En’am: 83)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Yâ Rabb’i! Bana kendi sevgini, seni sevenlerin sevgisini ve beni sana yaklaştıracak olanların sevgisini nasip eyle.” buyurmuşlardır. (Tirmizî)
Allah-u Teâlâ sıkıntılı halleri, dünyaya ve âhirete dâir gam ve hüzünleri, onun şefaatı ve ilticası ile kullarından kaldırır.
Ayrıca derde mübtelâ kulları, onun yüce makâmında el açtıkları zaman; düştükleri zorluktan dolayı onu vasıta yaptıkları zaman; duâ ve niyazları onun hürmetine kabul buyurur, sıkıntı ve üzüntülerden kurtarır. Suçlu bir çocuğun, kabahati anında babasının çok sevdiği bir dostuna sığınması ve kendisini affettirmesi gibidir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allah’tan tevbekâr olarak günahlarının bağışlanmasını isteselerdi, (sen) Peygamber de kendileri için af isteyiverseydin, elbette Allah’ı affedici ve merhametli bulurlardı.” (Nisâ: 64)
Bir insan birçok hatalara, günahlara düşebilir. Fakat bunları idrak ettikten sonra Hazret-i Allah’ın en sevgilisine sığınırsa, onun sevgisinden ötürü o kimsenin duâsını Allah-u Teâlâ reddetmez. Böylece ebedî kurtuluşa erer. Ceza görmeden ebedî lütuf ve saâdetine vesile olur.
İşte bu, hep Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini çok sevdiğinin ve ona sığınılması gerektiğinin ifadesi ve gerekçesidir.
Bu ilâhî emir onun ahirete intikali ile kesilmez ve son bulmaz. Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki; Allah-u Teâlâ’nın tevbeleri kabul etmesi ve onlara mağfiret edici olması, Resulullah Aleyhisselâm’a gelmelerine, huzurunda mağfiret dileğinde bulunmalarına ve Resulullah Aleyhisselâm’ın da onlar için istiğfar edivermesine bağlıdır.
Vehhâbî bozmaları: “O ölüdür, birşey duymaz.” diyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Bilâkis onlar diridirler, Rabb’leri katında rızıklanmaktadırlar.” buyuruyor. (Bakara: 154)
Resulullah Aleyhisselâm’ın ümmetinden birisine ölü denilmesi yasak olunca, insanların en üstününe nasıl ölüdür denilebilir? Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor, Vehhâbî din sahipleri ise böyle söylüyor.
Hayatında iken bereket umulan bir zâtın, vefatından sonra kabrini ziyaret etmekle de bereket umulacağı şüphesizdir. Onların bereketleri, hayatlarında olduğu gibi vefatlarından sonra da devam etmektedir.
Resulullah Aleyhisselâm’ın müminlerin tamamına istiğfarda bulunması, Allah-u Teâlâ’nın şu Âyet-i kerime’si ile hâsıl olmuş bulunmaktadır:
“Hem kendilerinin, hem de erkek müminlerle kadın müminlerin günahlarının bağışlanmasını dile.” (Muhammed: 19)
Ey Vehhâbîler! Bu Âyet-i kerime’ler ne büyük bir şefkat, merhamet ve sığınma kapısıdır! Siz bu aftan yararlanıp istifade edecek misiniz, yoksa küfrünüzde inat edip kalacak mısınız? Zira Âyet-i kerime kıyamete kadar her asra hitap etmektedir.” (“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 106-108)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kabristana vardıklarında şöyle buyururlardı:
“Ey müminler yurdunun sakinleri! Allah’ın selâmı üzerinize olsun. İnşaallah biz de sizlere katılacağız.” (Ebu Dâvud)” (“İslâm İlmihali”, s. 388-389)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Öldükten sonra da hayatta olduğum gibi bilirim ve anlarım.” (Deylemi)
“Ölülerinizi sâlih insanların civarına defnediniz. Zira diriler fena komşudan eziyet gördükleri gibi, ölüler de fenaların karşılıklı konuşmalarından rahatsız olurlar.” buyurmaktadırlar. (Câmiü’s-sağir)
(Hakikat Dergisi, 252. Sayı, s. 18-19)
“Bir İngiliz Ajanının Hatıraları” isimli kitapta İngiliz Ajanı Hampher’in Vehhâbîliğin kurucusu Muhammed bin Abdülvehhab’ı nasıl avucuna aldığı, sapkın fikirlerini kadınları da kullanarak nasıl bu adama kabul ettirdiği bütün ayrıntıları ile anlatılmaktadır.
Hampher hatıralarında şöyle anlatır:
“...bir gençle tanıştım... bu gencin ismi Muhammed Bin Abdülvehhab idi. Makama düşkün, yükseklerden uçan ve son derece asabi bir gençti. Osmanlı hükümetinden çok nefret ediyor ve hep aleyhinde konuşuyordu. (s. 39) ... bir süre sonra bu adamın, İngilizlerin bölgedeki amaçlarını uygulayabilecek en uygun kişi olduğu kanaatine vardım. Yükseklerden uçan ruhu, gururlu oluşu, makam ve mevkiye düşkün oluşu, İslâm alimlerine karşı düşmanlık beslemesi hatta Hülefa-i Raşidin’e kadar varan eleştirileri itibariyle bu iş için tam aradığımız kişiydi. ...
Bu mağrur genç ile, İstanbul’daki yaşlı Türk arasında büyük farklar vardı. Hanefi Mezhebi’nden olan o yaşlı adam, Ebu Hanife’nin ismini anmadan önce abdest alırdı. Ehli Sünnet’in en muteber hadis kitaplarından olan “Sahih-i Buhârî”ye çok değer verir, abdest aldıktan sonra kitabı alır mütalaa ederdi. Muhammed Abdülvehhab tam tersine Ebu Hanife’yi tahkir eder, ona itibar etmezdi. Ebu Hanife’den çok bildiğini ve “Sahih-i Buhârî” kitabının yarıdan fazlasının hiçbir işe yaramadığını iddia ederdi. ... Muhammed ile samimiyeti artırarak dostluk kurmaya başladım. Sürekli olarak onu; Allah seni büyük bir dahi olarak yaratmış, sana Ali ve Ömer’den daha fazla akıl vermiş, diye tahrik ediyordum. Eğer sen Peygamber zamanında yaşasaydın, kesin olarak onların yerine sen geçerdin, diyordum. Onu her zaman seven, saygı duyan birisi olarak gözüküyor ve şöyle konuşuyordum; “İslâm’da çok yakında meydana gelecek gelişmelerin sizin önderliğinizde gerçekleşmesini ümit ederim. ... İslâm’ı düşüşten kurtarmak için herkes sana ümit bağlamış.” (s. 43-45)
... Başka bir gün de ona dedim ki: Kadınları mut’a (geçici nikâh) etmek caiz midir? .... Onu bu işe razı ettikten sonra, bazı şeyler söyleyerek onu tahrik etmeğe çalışıyordum. Ve bu şekilde bir kadınla birlikte olmak ister misin diye sordum. Kabul ettiğini belirten bir edayla kafasını öne eğdi. Ben görevimin en iyi fırsatını ele geçirmiştim. ... Basra’da İngiliz Sömürgeler Bakanlığının emriyle çalışan Hıristiyan genel kadının yanına gittim. Bu kadın müslüman gençleri fesada sürüklemekle görevliydi. ... ona (Safiye) ismini taktık. ... Muhammed Mut’â akdini bir haftalık olarak okuyarak bir altın ücret verdi. Ben dışardan, Safiye içerden Muhammed bin Abdülvehhab’ı geleceğe hazırlıyorduk. Safiye, din ahkamını ayaklar altına almanın ve bağımsız görüşlülüğün tadını Muhammed’e tattırmıştı.
Üçüncü gün ... Bu kez de içkinin haram oluşu üzerine tartışıyorduk. (s. 46-47)
... Safiye’ye anlattım. Ona ... Şeyhe içki içirmeye çalışmasını ısrarla istedim. Sonraki gün bana, Muhammed’le birlikte çok içki içtiklerini, hatta Şeyhin zilzurna sarhoş olduğunu söyledi. ... ben ve Safiye Şeyhi iyice avucumuza almıştık.” (s. 49)
... müslümanların idaresi için sünni ve şiilikten başka üçüncü bir yolu ona önermeye çalışmaya başladım. ... O’nun parlak zekâsı ve dini meselelerdeki üstün yeteneğinden övgü ile söz ederdim.
Bir defasında uydurduğum bir rüyayı kendisine şöyle anlattım: “Rüyamda gördüm ki; ... Peygamberin yanına vardığında o sana saygı göstererek yerinden kalkıp alnından öperek dedi ki: “Ey benim adaşım, sen benim ilmimin varisisin, Müslümanların din ve dünya işlerinde benim vekilimsin!” Sen dedin ki: “Ya Resulullah, ben ilmimi halka açıklamaktan korkarım.” Peygamber sana: “Gönlünde korkuya yer verme, sen sandığından daha büyüksün.” buyurdu.
Muhammed Abdülvehhab bu yalan rüya hikâyemi duyduğunda, sevincinden uçacak gibiydi. (s. 51-52)
... Bakan (İngiliz Sömürgeler Bakanı) özellikle, Şeyh Muhammed Abdülvehhab’a nüfuz ederken gösterdiğim ustalıktan ötürü son derece sevinçliydi. (s. 65)
Abdülvehhab’ın onunla irtibata geçen diğer başka bir İngiliz ajanı olan Abdülkerim ile yaptıklarını Hampher şöyle naklediyor:
“... Kısacası biz, dört kişi yani; Abdülkerim, Safiye, Asiye ve benim (bu satırların yazarı) gece gündüz süren çalışma ve çabalarımız sonucu, Büyük Britanya Devleti Sömürgeler Bakanlığının tam istediği doğrultuda bir Şeyh Muhammed Abdülvehhab yetiştirdik, gelecekteki sorumlulukları yüklenecek düzeye getirdik. (s. 65-66)”
Görüyorsunuz bunların önder diye peşlerinden gittikleri insanların şeyhi şeytan olmuş. İlhamını şeytanlaşmış insanlardan ve hıristiyan İngilizler’den almış.
Bu gibi şeyh şeytanlarının hakiki Allah dostlarına hakiki şeyhlere düşman olmasından daha tabii ne olabilir? Ve fakat ektiği fitne-fesat tohumları âlem-i İslâm’a çok büyük zarar vermiştir.
İşte bunların durumu budur.
Bunların izinden giden, “İbn-i Teymiyye, İbn-i Abdülvehhab” diye diye onları ilâh edinenlerde de benzer itikatları ve sapkınlıkları bulursunuz. (Hakikat Dergisi, 252. Sayı, s. 32-34)
Eyüp Sabri Paşa tarafından yazılan “Tarih-i Vehhâbiyan kitabında Vehhâbî eşkiyaların iman ve izan tanımaz zulümlerine dair birçok örnek anlatılmıştır.
Tâif’i kuşatan Vehhâbîler tarafından ta’yin edilen şahıs halktan bütün malını istemiş, getirilen eşyayı azımsayıp “Yok yok, bu kadar mal ile size af ve aman beratı verilmez; ... Erkeklerinizin istedikleri yere gitmesine müsâade olunabilir ise de hanım ve çocuklarınız esir edilerek hepsi zincire vurulacaktır.” demiş, daha sonra şehre giren Vehhâbîler “rast geldikleri ahâliyi; kadın, erkek ve çocuk demeden katlettiler. Sokakları mazlumların kanlarıyla boyadılar. Öyle ki beşikteki masumlar dahi parça parça edilmişlerdir.”
Katliamdan saklanarak kurtulan halkın eman verildiğine dair aldatılması üzerine yaşananlar ise şöyle anlatılmıştır: “bazı görünmez yerlere saklanmış ve sığınmış bulunan kılıç artığı ahâlî, ... çocuk ve hanımlarını alıp evlerini, eşya ve mallarını terk ederek büyük bir ümitsizlik ve mahrumiyetle sur kapılarına yöneldiler. Lâkin kapı muhâfızları cümlesini tek tek yoklayıp üzerlerinde para ve eşya gibi bir şey bulamadıklarından hepsini geri çevirip geniş bir tepe üzerine çıkardıktan sonra tepenin etrafını silâhlı haşerât ile çepeçevre sardılar. ... ekserisi çoluk çocuk ve çıplak olup on iki gün kadar bu tepe üzerinde aç bî ilâç bırakıldıkları ... daha önce tepe üzerine çıkarılmış olanların tamamı, çoluk çocuklarıyla beraber katledilmeye başlamıştı bile. ... esirlerden üç yüz altmış yedisi erkek olup bunların tamamı elleri bağlı olarak çoluk çocuklarıyla beraber mezkûr tepe üzerine çıkarılıp topyekun katledildi. ...
Bu tepe üzerinde telef edilen tevhid ehlinin naaşları uzun müddet eşkiyâ hayvanlarına çiğnetildikten sonra kurt ve kuşlara yem olmak üzere tam on altı gün ortalıkta bırakıldı.” (Tarih-i Vehhâbiyan, Sadeleştirilmiş metin, s. 27-30)
Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere hiç şüphe yok ki Allah-u Teâlâ herkesi önderleriyle beraber mahşere çağıracak.
“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız.” (İsrâ: 71)
Rehber edindiği, peşine düşüp gittiği lideri nereye götürürlerse onlar da oraya gidecek. Dünyada olduğu gibi ahirette de bir ve beraberdirler. İyiler iyilerle beraber cennette, kötüler kötülerle birlikte cehennemde olacaklardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Firavun kıyamet gününde milletine öncülük eder, onları cehenneme götürür. Gittikleri yer ne kötü yerdir!” (Hûd: 98)
Ey Vehhâbîler! Siz de İbn-i Teymiyye’lerin, İbn-i Abdülvehhâb’ların arkasında çıkacaksınız. (“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 651)
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e, iman edenlerle etmeyenlerin âkıbetlerini beklemelerini söylemesini Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“De ki: ‘Herkes beklemektedir, siz de bekleyin.’” (Tâhâ: 135)
Hakk’ın huzuruna varıncaya kadar herkes haklıdır. Sonra pirinç ile taş ayıklanacaktır. Herkes âkıbetini bekliyor, siz de bekleyin.
“Doğrusu düz yolun sahipleri kimdir, doğru yolda olan kimdir, yakında bileceksiniz!” (Tâhâ: 135)
İsterseniz iman edin kurtulun, isterseniz küfürde kalın. Nefsinizi nereye satarsanız oraya gidersiniz.” (“İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini”, s. 358)
•
Görüyorsunuz; kitaplarından sadece özetini verdiğimiz bu Zât-ı âli Vehhâbîlerle bu kadar büyük bir cihad yapmıştır.
Vehhâbîlerle bu derece hakkıyla cihad eden Allah’ın veli bir kuluna “Vehhâbî” diye nasıl böyle bir iftira attınız? Nasıl böyle büyük bir yalan söylediniz?
Böyle bir zâta iftira atıp, hakaret edip lânet okumak ancak sizin gibi din ve vatan bölücülerine yakışırdı!
“Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıkları ile başbaşa bırak!Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile, onların iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar? Hayır, onlar işin farkında değiller.” (Müminun: 54-56)
“Allah’ın emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belânın gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.” (Nûr: 63)