Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn-i İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin “Hâtemü’l-velâye” hakkındaki en gizli açıklamalarını ihtiva eden “Fusûsu’l-Hikem” kitabı üzerine, Afîfüddîn et-Tlimsânî -kuddise sırruh- Hazretleri’nden aldığı ilhamla en güzel ve en geniş kapsamlı şerhlerden birini yazmış olan müellif, “Meşâriku’n-Nusûs el-Bâhis an Ğavâmizi’l-Fusûs” ismini taşıyan şerhinde, meselelerin çoğunu kendisinden önceki “Fusûsu’l-Hikem” şerhleriyle karşılaştırarak ele almış ve çıkan neticeye göre ortak bir sonuca bağlamıştır.
Eserinde “Hâtemü’l-velâye”nin mâhiyet ve keyfiyetine dair izahlarda bulunmuş, çözülmesi zor olan ve çoğu zaman yanlış anlaşılan müphem meseleleri halkın anlayabileceği bir dille anlatma gayesi gütmüştür.
Hazret Hâtemiyet’in zâhiri olan “Hâtemü’n-nübüvve” mertebesiyle, bâtınını temsil eden “Hâtemü’l-velâye” mertebesinin mâhiyetini mufassal bir biçimde ele almış ve aslında her ikisinin de bir bütün olduğunu açıklamış; risâlet, nübüvvet, velâyet ve hilâfet mertebelerini, “Hâtemü’n-nübüvve” ve “Hâtemü’l-velâye” mertebelerine tatbikle uzun bir değerlendirmesini yapmış, kolay anlaşılır bir biçimde ortaya koymaya çalışmıştır.
Muînüddîn el-Buhârî -kuddise sırruh- Hazretleri adı geçen eserinde “Hatemiyyet”in zâhirî ve bâtınî yönünü inceden inceye tahkik ederek, “Hâtemü’n-nübüvve”nin bâtını olan ve ondan ayrı düşünülmesi mümkün olmayan “Hâtemü’l-velâye” mertebesinin, Muhammedî Hatmiyyet kemâlini üzerinde toplayan “İnsanlığın halîfesi”ne verileceğine dikkati çekerek şöyle buyurmuştur:
“İyi bil ki, bu ilim ayn-ı sâbitesi cüz’î bir hususiyete tahsis olunmayıp, bilâkis mazharların hepsinin hakikatlerini birarada tutan ‘Ehadiyyet’in kuşattıklarını ihâtâ etmiş olan kimsenindir. İşte ‘Hakikatü’l-hakâyık’ denilen hakikatlerin hakikati onun hakikatindedir. O ilâhî kemâli toplayıp birleştiren Zâtî tecellî’nin aynası olur. Bu tecellîde de zâhiriyle Hakk’ın zâhir ve bâtınını, bâtınıyla Hakk’ın bâtın ve zâhirini müşâhade eder ve zâhir ve bâtının temeli olan Kutbî toplayıcı Ehadiyyet’i cem eder. İşte bu tecellî bu makamda; ilmin, sükûtun ve hayret yokluğunun gâyesini kuşatan ‘Hatmiyyet makâmı’nda ona verilir. Zira bu müşâhade, Muhammedî Hatmiyyet kemâlini elinde bulunduran ‘İnsanlığından halifesi’nden başkası için bahis mevzuu olamaz!
Ona tayin edilen insan; bu hakikatle onun zâhiriyet mertebesinde, mülk ve şehâdet âleminde toplayıp birleştiriciliğe tayin edildiğini; bâtın, melekût ve gayb mertebesinde ise ilâhî kemâli toplayıp birleştirmeye tayin edildiğini bilmeye de erişir.
Onun zâhiri nübüvvet, bâtını ise velâyet’tir. Daha doğrusu onun zâhiri, Zât-ı ulûhiyyet’in aynası, mazharı, tecellîgâhı ve vâcipliğin hakikatlerini ve Rubûbiyyet’le ilgili fiillerin hükümlerini birleştirmenin arşı olan ‘Nübüvvet’ cihetidir. Bâtını ise, mutlak birleştirici hakikatin en ulvî aynası olan ‘Velâyet’idir. Birleşmesiyle, ayrılmasıyla ve her iki birleştiriciliği bir arada toplamasıyla ilgili olarak, aslında nübüvvet ve velâyet mertebesinin her ikisi de birdir. Ayrılmadan önce de biraradadır, ayrıldıktan sonra da biraradadır. Diğer kısımla birlikte olduğu için; ayrılma, yayılma, vâcib kılınma ve fiilde bulunma mertebesinde taayyünle ikisinin arasını birleştiren de hep birdir. O, her iki birleştiriciyi de birleştirendir.
Önceki, en ulu mertebedeki ilk birleştirici; Vâhidü’l-Ehad olan Allah’tır. Bu birleşmenin ayrılma makâmındaki zuhûr edişiyle; bütün âlemleri ona göre yönetir, yaratır, çeşitlendirir ve diğer nâsiyelerden ayırır.
Bu ilâhî hakikatlerin kendisiyle kuşatılıp birleştiği hakikatin farklı ilâhiyyet ve ulûhiyyet isimlerinin mazharlarının âlemlerini de birleştirir. Farklı fiillerle kevnî hakikatleri, hattâ eserlerini ve hakkındaki hükümlerini tam bir yön üzere toplayan bir hakikattir. O âlemin birleştiricisi ve onun ayrılışından önceki ilk birleştirici mertebedeki mazhardır. O, kâinattaki isimleri ayrılışından önce birleştirip hülâsâ eden ilk insan Âdem Aleyhisselâm’dır.
İlk insan için tasvir edilen âlemin kemâle erdirici mazharının ayrılışından sonra, ilk tümüyle toplayıp birleştiren de böyledir. Ayrılana gelince; izaha muhtaç olmayacak kadar açıktır. İşte bu müşâhade ondan başka bir yüzde görülmez. Bu ise ‘Sükût’tur. Hâtem’den murâd ise, Allah-u Teâlâ’nın her makâmı kendisiyle hatmettiği şahıstır. O mutlak kemâlin nihayetiyle tahakkuk eder. Peygamber’imiz Aleyhisselâm işte bu nedenle ‘Hâtemü’l-enbiyâ’ diye isimlendirilmiştir. Nitekim o, Allah’ın nübüvveti kendisiyle hatmettiği bir nübüvvetin kendisine verildiği kimse olarak ‘Hatm’ diye vasfedilmiştir. Bu mertebede şahısları müşterek kılan ilk mânâya nazaran, Allah’ın velâyeti kendisiyle hatmettiği kimse de onunla vasfedilir.
Muhakkık Şeyh Afîfüddîn et-Tlimsânî -rahimehullâh-ın bu kitabın şerhinde söylediği gibi;
‘Hâtemü’r-rüsul nasılsa; onun ümmetinden ondan sonra, Hâtemü’l-evliyâ’lık mertebesinin ona hâsıl kılındığı şeye göre gelecek bir kimse olan ‘Hâtemü’l-evliyâ’ da aynıdır.
(İkisi de) tek bir mertebede bulununca, sayılanlar içinde nihâyeti bulunmayan şahıslar da bulunursa; şahısların sayısında herhangi bir noksanlık meydana getirmeksizin, o da aynı şekilde Hâtemü’l-evliyâ’ olur.
Söyleyiciler şöyle bir şiir söylerler:
‘Milyonları saymış da olsalar,
Sayılmayan tek bir tâneyi sayarlar.’
Hatmiyyet nübüvvetinde ortaklığın câiz olması bu mezhebin muktezâsı olduğu için onda nazar kılmıştır. Zira onun iştirâki mümkün olmaksızın, temelinin ortadan kalkmasına varan bir görüşle birleşmemesi zâten bâtıldır. Lâkin saptırmaya ve fesâda yol açacağından ötürü bu söz de sahîh olmaz. Bu söze göre onun ancak; onun vârislerinde onu gerçekleştiren, vârislerin en üstünü olan vâris olduğunu söylemek gerekir.
Bâzı şârihlere göre ise; resullerin hepsi (onu) Hâtemü’r-rüsul’den elde ederler, Hâtemü’r-rüsul ise, aynı zamanda Hâtemü’l-evliyâ da olması nedeniyle onu kendi bâtınından elde eder.” (“Meşâriku’n-Nusûs el-Bâhis an Ğavâmizi’l-Fusûs”; Es’ad Efendi, nr.: 1539, 32a -33b vr.)
Bu gibi zevât-ı kiram çok derin ifşaatlarda bulunuyorlar. Konuşuyorlar, konuşuyorlar, fakat kabuğun dışında konuşuyorlar. İçini yalnız Allah-u Teâlâ bilir, aslını gizlemiş, O murad ettiğini yapıyor.
Bu noktaya en iyi nüfuz eden Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri olmuş.
Muhyiddîn-i İbnü’l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin bir sözünü naklederek, Allah-u Teâlâ’nın bir kulunu sahiplenmesinden daha güzel bir sahiplenme olamayacağını beyan buyurmaktadır:
“Bu husustaki en güzel nazar da, Hakîm et-Tirmizî’nin nazarıdır:
‘İstenilen şeyi, istenildiği an, istenildiği gibi yap! Mevcûdâtın içine nazar edilirse, Hakk’ın benzeri bir sahip bulunmaz; O’nun seni sahiplenmesinden daha güzel bir sâhiplenme de olmaz.’”
İçindekini görebilecek kadar meseleye vâkıf olmuş.
Sahiplenmenin mânâsı, artık kişinin hiçbir hükmü kalmıyor. Babası varken bir çocuğun dahi hükmü kalmıyor da, bir mahlûkun hiç hükmü kalır mı?
Buradan anlaşılıyor ki onun sahibi O’dur, onu yöneten O’dur, onu yürüten O’dur. Bütün işler O’nunla yapılıyor, insan ise bir robot gibidir.
Muhaddes’in gerçek mânâsı da işte budur. O ona ondan yakın, O ona istediğini duyuruyor, istediğini gösteriyor, istediğini bildiriyor, onu O ileriye sürüyor, onu O destekliyor. Niçin? Ondan ona yakın olduğu için. Ve fakat halk onu görmüyor. Şunu da iyi bilin ki; O her şeyden her şeye yakındır. Dilediğine kendisini hissettiriyor. O’nsuz bu işlerin olması mümkün değil!
Nitekim Şeyh Mahmud Şebüsteri -kuddise sırruh- Hazretleri de:
“O, vahdet sırrına mazhar olarak Allah’ı hakkıyla tanır, Allah’ın hakikati onda görülür.” buyurmuştur. (Gülşen-i Râz; Beyit no; 394)
Allah-u Teâlâ kendisini ona tanıttırmış, dilediği kadar bildirmiştir.
Bir Hadis-i kudsî’de buyurur ki:
“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?”
Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:
“Onlara ilk vereceğim şey nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.” (Hâkim)