Osmanlı zayıfladığı asırlarda -özelikle son yüzyılında- varlığını devam ettirebilmek için büyük devletler arasındaki çıkar çatışmalarından azami ölçüde yararlanmıştır. Hatta bu siyasete “Denge Politikası” diye isim bile verilmiştir. Nitekim Sultan Abdülhamid’in bu politikayı çok iyi kullanarak Osmanlı’ya uzun bir nefes aldırdığı genel olarak kabul edilmektedir. Şüphesiz Türk milletinin bağımsızlığına düşkün ve en zor zamanlarda bile vatan için her türlü fedakarlığı yapma azmi olmamış olsaydı hiçbir siyaset bu zor coğrafyada ayakta ve hayatta kalmamıza yeterli olmazdı.
Yeni Türkiye tam bağımsızlık yolundaki kararlı duruşu ile Osmanlı’nın son asrında düştüğü onur kırıcı durumdan kurtulmuş olsa da özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı ile benzer bir durumla karşı karşıya kalmış; “Soğuk Savaş” yıllarında Sovyet-Rus tehdidine karşı NATO ittifakından medet ummaya çalışmış, ancak bu sefer de Tanzimat’tan beri gelen Batıcılık virüsünün de etkisiyle adetâ bir Amerikan peyki durumuna düşmüştür.
Soğuk Savaş bittikten sonra Amerika ve Batı’nın İslâm’la savaş konseptine geçmesiyle başlayan ve son on yılda şiddetlenen, 15 Temmuz’dan sonra ise çığırından çıkan bir Amerikan düşmanlığına muhatap olan Türkiye biraz da mecburiyetten Rusya ile yakınlık kurarak bir denge kurmaya çalışmıştır.
Ancak bugün yaşanan Ukrayna-Rus Savaşı belki Demir Perde’nin yıkılması kadar önemli yeni bir durum ortaya çıkarmıştır. Artık bütün planlarımızı “Rusya sonrası dönem” mantığı ile revize etmemiz gerekiyor. Türkiye bu yeni duruma ne kadar hızlı adapte olabilir ve yeni politikalar üretebilirse o kadar isabetli hareket etmiş olacaktır. Türkiye’nin içinde “Rusya” ve “Denge” kelimeleri bulunan klasik siyasette ciddi bir revizyona gitmesi gerekiyor. Ancak özellikle son iki yüz yıldır adeta iliklerimize işleyen bu kalıplaşmış anlayışın yeni durumu kavramamıza ve hızlı manevra yapmamıza engel olma tehlikesi var.
Ukrayna Savaşı Rusya’nın tarih sahnesinden silinmesi sürecini başlatmıştır. Rusya’nın en büyük savaş gemilerinden birisi olan ve tek başına Karadeniz’deki dengeyi değiştirdiğine inanılan Moskva (Moskova) isimli Kruvazörün batışı aynı zamanda tel tel dökülen Rus ordusunun batışının da bir simgesi olmuştur.
Rusya bu batışı dengeleyebilmek için sık sık nükleer tehditte bulunuyor. En son 26 Nisan’da Rus Dışişleri Bakanı Lavrov 3. Dünya Savaşı ve nükleer harp tehlikesi hakkında “Şu anda bu konuda belirgin bir risk var. Tehlike ciddi ve gerçek. Bunu hafife almamalıyız.” dedi. Rusya nükleer silahlarını öne sürerek Batı’nın Ukrayna’ya desteğini kesmesini sağlamaya çalışıyor, çünkü işler Rusya açısından hiç iyi gitmiyor. Batı da Rusya’nın zaafını gördükçe Ukrayna’ya desteğini artırıyor. Bu süreç nükleer harbe doğru gidiyor. Önümüzdeki 3-5 yılın çok kritik olduğunu söyleyebiliriz.
Şu anda bile ithal yedek parça bağımlılığı sebebiyle yolcu uçaklarını uçuramayan, savaşta kullandığı zırhlı araç gibi platformlarını tamir etmekte zorlanan, özel kuvvetlerinde bile sivil haberleşme telsizleri kullanan bir Rusya var karşımızda. Rusya’nın zaaflarını kabul edip geri adım atması beklenmediğine göre Lavrov’un tehdidinde (ya da tespitinde) söylediği gibi “Tehlike ciddi ve gerçek.”
Üçüncü Dünya Savaşı’ndan Rusya’nın canlı çıkamayacağı malum. Ancak bu savaş yaşanmadan bile insanların kafasında “Rusya zayıf bir ülkeymiş” algısı artık yerleşmiş durumda. Bu da şüphesiz tehdit ve tehlike algılarında önemli değişimlere sebep olacaktır.
Türkiye’nin küresel siyasetinde yer yer denge unsuru olarak gördüğü Rusya’nın büyük devlet kategorisinden düşüşünün Türkiye’nin -Savunma Sanayii’nde yaşamış olduğu sıçramanın da etkisiyle- yeniden sahneye çıkmaya dönük hareketleriyle aynı zaman dilimine denk gelmesi ister istemez biraz kafamızı karıştıracaktır. Nitekim bazı yorumcular Rusya’nın bu kadar zayıflamasının işimize gelmeyeceğini söylemektedir. Oysa Suriye, Libya, Kafkasya, Balkanlar gibi etrafımızdaki coğrafyadan Rusya’nın çekilmesi Türkiye’ye büyük rahatlama sağlayacaktır. Tabii aynı zamanda Amerika ile daha çok karşı karşıya gelme ve vuruşma tehlikesini, yani Amerikan tehdidini artırma potansiyeli de barındırmaktadır.
Bu noktada İngiltere’nin yeniden tarih sahnesine çıkmaya çalışması ve Türkiye’yi müttefik olarak yanına almak istemesi şüphesiz bizim de işimize yarayacak potansiyeli barındıran önemli bir durum.
Dikkat ederseniz sömürgecilik tarihi ile başlayan dönemdeki küresel rekabetin ülkemizi ilgilendiren kısmında zaman zaman Fransa Almanya gibi ülkeler de sahneye çıkmış olsalar da Osmanlı üzerindeki esas rekabet İngiltere ve Rusya arasında olmuştur. İngiltere’nin Türkiye’ye karşı yapmış olduğu her türlü düşmanlığa rağmen bir yandan da Rusya’nın sıcak denizlere inmesini engellemeye matuf tarihi siyaseti zaman zaman biraz olsun nefes almamıza yardım etmiştir.
İngiltere bugün Rusya ve Çin’i tehdit olarak açıkça deklare etmiş bir ülke. Rusya sahneden çekilse bile Çin’e ve hatta Amerika’ya karşı Türkiye’ye yanaşmak istemesi kuvvetle muhtemel.
Amerika gibi aleni, İsrail gibi sinsi, Yunanistan gibi paranoyak düşmanların arasında yükselen bir güç olarak dünya sahnesinde tekrar yerimizi alabilecek miyiz?
Fırsatlar da çok, tehditler de çok. Türkiye siyasetine yön verenlerin çok dikkatli ve kararlı adımlar atması gereken bir geçiş dönemindeyiz.