"Dünya insan için bir imtihan sahnesidir, ömür denilen şey de bu imtihanın süresidir. Bu imtihan ömrün sonuna kadar, son nefes çıkıncaya kadar sürer. Neticesi ise burada değil ahirettedir. Bütün imtihanlardan aldığı neticeler değerlendirilecek, başarılı veya başarısız olduğu ilan edilecektir. Allah-u Teâlâ insanları bir damla kerih sudan yarattı, imtihan için sahneye koydu. Konuşulan her kelime zaptediliyor, her yapılanın fotoğrafı çekiliyor. İmtihanı kazananlar büyük sevaplara ve mükâfâtlara erecekler, kazanamayanlar ise cezâlara uğrayacaklardır. Ey insan! Dünya senin için bir imtihan sahnesidir. İmtihanını burada verebilirsen orada sırat da yok, azap da yok, hiçbir sıkıntı yok. Eğer sen dünyayı bir imtihan sahnesi kabul edip Hakk ile olursan, işte bu noktada dünyanın kıymeti çok büyüktür. Yok eğer imtihan sahnesi olduğunu unutup da dünyaya dört elle sarılırsan, imtihanı kaybedersin. Bu da senin ahiretini kaybetmene ve ebedî felâkete düşmene sebep olur. İmanı olmayanlar veya imanı zayıf olanlar musibet ve felâketlere tahammül edemezler. Bu tahammülsüzlükler imtihanın tamamiyle kaybedilmesi demektir."
Mülk Hazret-i Allah'ındır. Mülkünün hem yaratıcısı, hem sahibi, hem hükümdarıdır. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.
Allah-u Teâlâ, kudret ve azâmet sahibidir ve yarattığı her şey O'nun idaresi, gücü ve hâkimiyeti altındadır. Dilediğini var eder, dilediğini yok eder. İşlerinde hikmet, hükümlerinde adalet sahibidir.
Yaratan, yaşatan, yöneten Hazret-i Allah'tır. O'nun mülkünde ancak O'nun emirleri ve kudreti hüküm sürer. Takdirine ve tedbirine kimse karşı gelemez.
"Gerçek hükümdar olan Allah çok yücedir." (Tâhâ: 114)
Mülkünün mutlak sahibi olan Allah-u Teâlâ, kudret ve azametini, bütün mahlûkatın hâkimiyeti altında bulunduğunu bildirmek üzere diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir." (Mülk: 1)
Her şey O'nun kudret elindedir. Kudreti sonsuz ve sınırsızdır.
Allah-u Teâlâ ebedî kemâlâta sahiptir. İyilik ve faziletleri hudutsuzdur, her yere ulaşır. Bolluk ve bereket kaynağıdır.
O zevâlden, yok olmaktan münezzehtir. Sınırı olmayan yüce bir saltanata ve güce sahiptir. Bir kimseyi nimetlendirmeyi dilediğinde, dilediğini dilediği zaman hiçbir engel tanımadan yapar.
"Ve O'nun her şeye gücü yeter." (Mülk: 1)
Hiçbir yardımcıya, vezire, vekile ve vasıtaya ihtiyacı yoktur. Hiçbir iradesi hikmetsiz değildir. Dilerse zorla yaptırır, dilerse serbestlik verir. Dilerse sıkar, dilerse açar. Dilerse yıkar, dilerse yapar. Dilerse büyültür, dilerse küçültür. Dilerse başka âlemler de yaratır ve onlarda da dilediği gibi tasarrufta bulunur. Dilediğini yapmaya muktedirdir.
Her şey Hazret-i Allah'ın dilemesi iledir.
"Allah dilediğini yapar." (İbrahim: 27)
Mülkün sahibi olan Allah-u Teâlâ insanları dünya sahnesine denemek için göndermiştir. Bizi sahne-i imtihana koymuş deniyor. Herkes imtihandadır. Kullarını imtihana çekmek için onlara dilediği kadar ömür ve ruhsat vermiş, her türlü nimetlerle donatmış ve bu nimetlerle imtihan etmektedir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"O, hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.
O Azîz'dir, çok bağışlayıcıdır." (Mülk: 2)
"Amelin en güzel" olması; liveçhillâh, yalnızca Allah için olması, doğru olması, rızâ-i ilâhî'ye uygun olması demektir.
Allah-u Teâlâ insanlara mal ve can vermiş insanları bunlarla imtihan etmektedir. Bu imtihan ecel gelinceye kadar devam eder. Herkes imtihanını verecek, mühim olan ebediyâttır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Âyet-i kerime'nin tefsiri mahiyetinde Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Sizi imtihana çekmek için ki, hanginizin akılca en güzel, Allah'ın haram kıldığı şeylerden sakınmada en müttaki, O'nun taatine koşmakta en hızlı olacak." (Suyûtî)
Dünya hayatı bir imtihandan ibarettir. Nihayetinde ya ebedî saadet, ya ebedî felâket vardır. Dünya ve içindekiler Hazret-i Allah'a kulluk yapmaya, yolunda yürümeye mani olmamalıdır.
İnsan her zaman Hazret-i Allah'a yönelik olmalı, emir ve nehiylerini seve seve yapmalıdır. Nefis var, şeytan var amma insan Hazret-i Allah'a kulluk yapmalı, Hazret-i Allah'a sığınmalı, Hazret-i Allah'a dayanmalı ve güvenmelidir. Dünya ve içindekilerin emanet olduğunu bilmeli ve kalbine sokmamalıdır.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Onu imtihan edelim diye öyle yarattık." (İnsan: 2)
Bu dünyada insanın değeri budur, bir imtihan gayesi ile burada bulunmaktadır. Yani insanı öyle yaratıp işi bitti diye başıboş bırakıvermek için değil, birtakım emanet ve yükümlülüklerle sorumlu tutup kendisine vazifeler yükleterek imtihana çekmek için yaratmıştır.
Kimin ne olduğunu en iyi bilen O'dur. Fakat kişinin ne olduğunu bilmesi için herkesi imtihana çeker. Eğer bu imtihana çekmemiş olsaydı, İblis de kendisini bilmezdi.
Âdem Aleyhisselâm'ın yaratılışı ile melekler ve şeytan imtihan edilmişlerdi. Melekler önce soru sormuşlarsa da secde emrine hemen uymuşlardı. Şeytan ise isyan etmiş, imtihanı kazanamamış, bundan dolayı da Allah-u Teâlâ'yı sorumlu tutmuştu.
İnsanoğlunun yaratılışının birinci gayesi yeryüzünde Allah'ın halifesi olmasıdır. Allah-u Teâlâ insanı yeryüzünde halife yapmak için yaratmıştır. O sadece imtihan gayesiyle cennette tutuluyordu.
Şeytan da şüphesiz Âdem Aleyhisselâm'la birlikte ve ona düşman olarak gönderilmiş, cennette olduğu gibi dünyada da onu ve neslini doğru yoldan saptırmak için peşine takılmış;
"Birbirinize düşman olarak inin!" (Bakara: 36)
Emr-i şerif'i mucibince, şeytan insanın düşmanı, insan da şeytanın düşmanı olmuştur ve aralarındaki bu mücadele kıyamete kadar devam edecektir.
Allah-u Teâlâ insanları bir damla kerih sudan yarattı, imtihan için sahneye koydu. Konuşulan her kelime zaptediliyor, her yapılanın fotoğrafı çekiliyor.
İmtihanı kazananlar büyük sevaplara ve mükâfâtlara erecekler, kazanamayanlar ise cezâlara uğrayacaklardır.
"Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olacaksınız." (Âl-i imrân: 186)
Dilediği kuluna mal ve servet verir, onunla kendisini imtihan eder. Tâ ki emr-i ilâhî'ye uyup uymadığı, o serveti nereden elde edip ne gibi yerlere sarf ettiği, zekâtını verip vermediği meydana çıksın. Kimisini fakir düşürür, çeşitli musibetlere uğratır, o şekilde imtihan eder. Bazen de sıkıntı ve hastalık vererek canları hususunda imtihana çeker.
Herkes bu imtihandan geçmektedir. Kişi dininde kuvvetli ise imtihanı arttırılır. Rızâ gösteren kulundan da râzı olur. Allah-u Teâlâ'nın her türlü hükmüne râzı olmak, hoşnutluk göstermek amellerin en faziletlisi, ahlâkın en güzelidir.
Ey insan! Dünya senin için bir imtihan sahnesidir. İmtihanını burada verebilirsen orada sırat da yok, azap da yok, hiçbir sıkıntı yok.
Eğer sen dünyayı bir imtihan sahnesi kabul edip Hakk ile olursan, işte bu noktada dünyanın kıymeti çok büyüktür.
Yok eğer imtihan sahnesi olduğunu unutup da dünyaya dört elle sarılırsan, imtihanı kaybedersin. Bu da senin ahiretini kaybetmene ve ebedî felâkete düşmene sebep olur.
Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"İnsanlardan öyleleri var ki: 'Ey Rabb'imiz! Bize dünyada ver!' derler. Böyle isteyenlerin ahiretten hiç nasibi yoktur." (Bakara: 200)
Çünkü onların bütün istekleri dünyanın geçici ve gayri meşru zevkleridir. Gördükleri ve görecekleri her şey dünyaya mahsustur.
"Onlardan bir kısmı da: 'Ey Rabb'imiz! Bize dünyada iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve güzellik ver, bizi cehennem azabından koru!' derler." (Bakara: 201)
İmanı olmayanlar veya imanı zayıf olanlar musibet ve felâketlere tahammül edemezler. Bu tahammülsüzlükler imtihanın tamamiyle kaybedilmesi demektir.
Kişi dinine bağlılıkta samimi olduğu nispette imtihanlarla, ibtilâlarla karşılaşır. En şiddetli ibtilâlar peygamberlere gelir, sonra velilere gelir, imanı nispetinde sonra diğer müminlere gelir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar içinde en ziyade mihnet ve meşakkatle imtihan olunan Enbiyâ-i izam, ikinci derecede Evliyâ-i kiram ve üçüncü derecede onlara benzeyen kimselerdir." (Tirmizî)
Bir insanın beşeriyete faydalı olabilmesi için mânevî olarak ekilip varlığını yok etmesi lâzımdır. Ondan sonra çeşitli ibtilâlara, imtihanlara maruz kalır. Bu sıkıntılarda ihlâsını ve teslimiyetini ibraz ederse, tanenin samandan ayrıldığı gibi ayrılır. Ona ibtilâ verilmeseydi samanlar arasına karışıp gidecekti. Mânevî ibtila fırınlarında pişe pişe ekmek olur, ondan herkes gıdalanır. Artık onun kendisine âit hiçbir varlığı yoktur. Allah-u Teâlâ onu öyle bir hâle koyar ki, üstündeki varlığın sahibine ait olduğunu çok iyi bilir.
Allah-u Teâlâ kullarını imanı nispetinde sabır ve imtihana tâbi tutar. İbtilâlara maruz bırakır. İman kemâlleştikçe imtihanlar da o nispette artar.
Bu imtihan sonucunda pirinç ile taş, nur ile leş belli olur.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İnsanlar yalnız inandık demeleri ile bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?" (Ankebut: 2)
Çünkü ihlâs ve sadakat imtihanda belli olur.
Şunu kesin olarak bilmek gerekir ki, fırtınayı koparttıran Allah-u Teâlâ; boyun büktüren, o teslimiyeti yaptırarak ihsan ve ikramda bulunan yine Allah-u Teâlâ'dır.
Abdurrahman bin Cennâb -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Allah-u Teâlâ bir kul için önceden mânevî bir makam takdir etmiştir. Fakat kul ameliyle oraya ulaşamıyorsa Allah ona bedeni, çoluk çocuğu ve malı ile ilgili bir ibtilâ verir, sonra da daha önce takdir ettiği makama ulaşması için onu buna karşı sabırlı kılar." (Câmiü's-sağîr: 669)
Muhafaza etmeyi murad etmişse, rüzgârdan o kulunun kılı bile kıpırdamaz. Nefis orada başını kaldırsaydı tokmakla ezerdi.
Mahlûka boyun bükmek, teslimiyet ve sabır düşer. O takdirin bitmesini gözlemek düşer. Suya bakın ki, kafasını taşlara vura vura gidiyor. Hiç eğlenmiyor, yoluna devam ediyor. Çünkü o bir defa başını eğdi. Çerçöp olan şeyler ise tıkanıp kalıyor. Biz de çerçöp gibi değil de, su gibi olup yolumuza devam edelim.
Şu hususu da hiçbir zaman unutmayalım ki, bütün iyilikler Allah-u Teâlâ'nın ihsanı ve yardımıdır. Bunu bilmezsek, bizi belâlarla başbaşa bırakır, imtihanı da kazanamayız.
Kul Hazret-i Allah'ta samimi olursa, samimiyetine binâen Hazret-i Allah ona lütfunu yerleştirir. İmtihana tabi tutunca da, kazancına kolay kavuşur. O'nu sevmeseydi onu ona vermezdi.
Allah-u Teâlâ'ya ne kadar muhtaç olduğumuzu anlayalım. Nasıl sığınmamızın, nasıl münâcaat yapmamızın gerektiğini çok iyi bilelim. Yine çok iyi bilelim ki, Allah'ımız bizi bizden çok seviyor. Kaç defa içimizden gelerek yemin etmişizdir.
"Allah'ım! Vallahi sen beni benden fazla seviyorsun. Çünkü ben kendimi helâk etmek için hep uçurumun kenarına geliyorum, sen beni hep kurtarıyorsun. Kendimi düşünseydim o uçurumdan aşağı atmak istemezdim. Sevmeseydin beni kurtarmazdın. Görüyorum ki beni benden fazla seviyorsun."
Kişi ahkâm harici bir işe meylettiği zaman, kendisini uçurumdan aşağı attı demektir. Kurtulursa Allah-u Teâlâ'nın lütfu olmuştur.
Şu bir gerçektir ki, ihsanları aldıkça insanların isyanları da muhakkak artıyor.
İbtilâ Allah-u Teâlâ'nın bir lütfudur.
"Ey kulum! Kendine gel. Nimetlerimi alıyorsun, şükredecek yerde isyana doğru gidiyorsun. Benden geldin, yine bana döneceksin. Olduğun gibi değil de, icabettiği şekilde gel!" mânâsına geliyor.
Bizi bu kadar seven Allah-u Teâlâ, bize kötülük yapar mı? Eğer bir ibtilâ verirse mutlaka pişmemiz, olgunlaşmamız için, kâmil bir insan olmamız için verir. Ekmek de ateşte pişiyor, ateşe verilmezse çiğ kalır. İnsan da pişecek ki, beşeriyete faydalı olsun, numune olsun.
Bir kul noksanlığını tamamen itiraf edip, hiçbir şey yapmadığına ve yapamayacağına, kendisinin bir çöpten farksız olduğuna kanaati hâsıl olduğu zaman, Allah-u Teâlâ onu hıfz-ı himâyesine, tasarruf-u ilâhîsine alır. Hıfz-ı himâye ile tutmuş, tasarruf-u ilâhîsi ile de yürütmüş olur.
İşte kurtulabilen böyle kurtulabiliyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyor:
"Dünyanın geniş vakitlerinde, yani sıhhat ve servet, asayiş ve emniyet gibi istirahat sebepleri mükemmel olduğu bir zamanda Cenâb-ı Hakk'a ibadet ve taat ile kendini takdim et ki, muzayakalı bir zamanda seni lütfu ile yad buyursun." (Ahmed bin Hanbel)
Bu Hadis-i şerif unutulmamalı ve mucibince amel ederek gerek imtihan anında gerek kötü günde Hazret-i Allah'ın desteğine mazhar olmaya çalışmalıdır.
Dikkat ederseniz Hazret-i Allah samimi müslümanları koruyor.
Hayat deneme ve mükellefiyet yeridir, ölüm ise ceza ve mükâfat yeridir; orası imtihanın sonucudur.
Hayat, her kemâlin ve lezzetin esası olması itibariyle insanlar hakkında nimet olduğu gibi; ölüm de dünyadan âhirete intikal vasıtası olduğu için, müslümanlar hakkında hayat gibi bir nimettir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah sizi yarattı, sonra sizi vefat ettirecek." (Nahl: 70)
Bu durumda en genciniz onu ertelemeye güç yetiremediği gibi, yaşlınız da bunu öne alamaz.
İnsanlar kimi zaman musibetlerle, kimi zaman nimetlerle, kimi zaman darlık kimi zaman bollukla, kimi zaman hastalık kimi zaman sağlıkla imtihandan geçmektedirler.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında yer üzerine değnekle bir kare çizdi. Onun ortasından yana doğru bir çizgi çekti. Bu çizgiden de yukarıya, aşağıya birkaç hat çekti ve buyurdu ki:
"Şu insandır. Şu da insanın ecelidir ki, insanı tamamen kaplamıştır. Şu ecel çizgisinden dışarıda kalan hat ise insanın gayesidir.
Dışarıya uzanan hattan aşağı ve yukarı çıkan hatlar ise insanın başına gelecek âfetler ve musibetlerdir. İnsan bunun birini geçerse bir başkası gelir. Onu da geçerse bir başkası.
Onu da geçerse ecel gelip çatar." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 2164)
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ile Evliyâullah Hazerâtı'nın ibtilâları çok şiddetli olur. Fakat hiç şüphe yok ki müslümanlardan her biri de derecesine göre ibtilâdan ve imtihandan geçer.
İmtihan ve deneme çoğu zaman zor ve ağır olan şeylerde olur.
"Andolsun ki biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltmekle sizi imtihan edeceğiz." (Bakara: 155)
İbtilâlara sabredip ilâhî hükme teslim mi olacaksınız, yoksa olmayıp isyan mı edeceksiniz? Böylece bu durum ortaya çıkmış olacak.
Çünkü imtihan bir mihenk taşı gibidir, kişinin iç durumu imtihan neticesinde anlaşılır.
Bu sıkıntıların her birini çekmekle mükellef bulunmak, hiç şüphesiz ki mümini ahirette çok büyük nimetlere ulaştıracaktır.
"Resul'üm! Sabredenleri müjdele!" (Bakara: 155)
Sabredenler bu ibtilâlar başlarına geldiğinde tahammül edip Allah-u Teâlâ'ya sığınan ve yönelenlerdir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar ki, kendilerine bir musibet geldiği zaman: 'Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz.' derler." (Bakara: 156)
Bu bir teslimiyettir ve Hakk'a boyun eğmektir. Bunu yalnız dil ile değil bütün kalıbı ile söyler. Bu ise sabrın en ileri noktasıdır, rızâ ise bundan daha üstündür.
Böylece O'ndan çıkacak ilâhî hükmü peşin olarak kabul ettikleri gibi, vakti gelirse O'na döneceklerini de belirtmiş oluyorlar.
Onların bu samimi itirafları ve ihlâsla yönelmeleri neticesinde Allah-u Teâlâ onlara iltifatta bulunmaktadır:
"İşte Rabb'lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır, yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır." (Bakara: 157)
Dinin esası işte budur. Allah-u Teâlâ bu kimselerin hidayete erdirildiklerine, doğru yolda olduklarına şehâdet etmektedir.
•
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'dan itibaren insanları bir imtihan sahnesi olan dünyaya göndermiş ve hikmetinin iktizası olarak kimini kiminden üstün kılmıştır.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Verdiği şeylerle sizi imtihan etmesi için sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve sizi derece bakımından birbirinizden üstün kılan O'dur. Şüphesiz ki Rabb'in, cezası çabuk olandır. O, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." (En'âm: 165)
İnsanları muhtelif tabakalara ayırmış olmakla, haklarında bir imtihan ve ibtilâ muamelesi yapmıştır. Bir kısmını akıl, ilim ve mârifet, şeref ve servet, makam ve mevki gibi birtakım hususiyetlerde birçok derecelerle diğerlerinin üzerine çıkarmıştır.
Böylece en güzel amel yapanları seçecek, gelecekte vereceğini o kazancı ile verecektir. Bugünkü durum dünkü imtihanın bir neticesidir, yarınki durum da bu imtihanın bir neticesi olacaktır.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyurmaktadır:
"Bak! Biz insanların kimini kiminden nasıl üstün kılmışızdır.
Elbette ki ahiret, derece ve üstünlük farkları bakımından daha büyüktür." (İsrâ: 21)
Derecelerinin farklı olması da bu imtihanın icaplarındandır. Bununla itaatkâr olanlarla âsî olanlar, iman edenlerle inkâr edenler tezahür etmiş olmaktadır.
Hep imtihandayız, Allah-u Teâlâ'nın bizi ne ile imtihan edeceğini biz bilemeyiz. İmtihandan sonra gösterilecek teslimiyete göre kişi derecesini alır. Kimin ne derece teslimiyet gösterdiğini ancak Hakk bilir.
Kur'an-ı kerim'de Musa Aleyhisselâm ile Hızır Aleyhisselâm'ın kıssası, sabır ve rızâyı ilgilendiren, beşeriyetin kıyamete kadar ibret alacağı derslerdendir.
İmtihan edilip de temize çıkarılmadan cennete girilmeyeceği, Uhud savaşı hakkında inen bir Âyet-i kerime'de beyan buyurulmaktadır:
"Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenlerle etmeyenleri, sebat edenlerle etmeyenleri belli etmeden cennete girivereceğinizi mi sanıyorsunuz?" (Âl-i imrân: 142)
Âyet-i kerime'de cihadsız ve sabırsız, imtihan edilmeden ve Allah-u Teâlâ'nın kendi yolunda cihad edenleri, düşmanlarına karşı direnmekte sabır gösterenleri belirtmeden cennete girilebileceğini sanan kimselerin bu düşünceleri reddedilmektedir.
"Hiç şüphesiz ki, Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah, cennet kendilerinin olmak karşılığında satın almıştır. Onlara vaad olunan cennet haktır ki, Tevrat'ta da İncil'de de ve Kur'an'da da sâbittir. Allah'tan ziyade ahdine vefa gösteren kimdir? O halde yaptığınız bu hayırlı alışverişten dolayı sevinin. İşte bu çok büyük bir saâdettir." (Tevbe: 111)
İnsan bir imtihan gayesi ile dünyada bulunmaktadır. Allah-u Teâlâ insanı başıboş bırakıvermek için değil, birtakım emanet ve yükümlülüklerle sorumlu tutup kendisine vazifeler yükleterek, önüne emir ve yasaklar koyarak imtihana çekmek için yaratmıştır.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?" (Kıyâme: 36)
İnsanların çoğunun anlayışı böyledir. İlâhî emir ve yasakların yükümlülüğü altına girmek istememektedirler.
Halbuki kâinatta hiçbir şey boş, mânâsız, hikmetsiz ve gayesiz yaratılmamıştır. İnsan nasıl başıboş bırakılabilir?
Allah-u Teâlâ iman ettim demekle bırakmıyor, kulunu imtihan ediyor. Yani sadece iman etmekle değil, imtihan olmakla iman durumu belli oluyor.
İman ettim demekle kişi İslâm'ın kalesinin içine girer.
Fakat Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
İşte bu Âyet-i kerime işi değiştiriyor. Yani sadece kaleye girmekle kurtulmuş olmuyor. Emre riayetle nehiyden ictinabla kişi kurtulmuş oluyor.
Dünya insan için bir imtihan sahnesidir, ömür denilen şey de bu imtihan süresidir. Bu imtihan ömrün sonuna kadar, son nefes çıkıncaya kadar sürer. Neticesi ise burada değil ahirettedir. Bütün imtihanlardan aldığı neticeler değerlendirilecek, başarılı veya başarısız olduğu ilân edilecektir.
Halbuki ezelî ilminde kimin ne yapacağını biliyordu. Daha cenin halindeyken kişinin takdirini dürmüştü. Fakat kulun kendisi de görsün diye dünya sahnesine göndermiştir. Bu imtihandaki hikmet, kullarının hallerini kendilerine bildirmek ve hiç kimsenin bir mazeret ileri sürmesine salâhiyeti kalmaması içindir.
Ezelî ve ebedî ilmi ile olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O'dur. O'nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli hiçbir şey yoktur.
Ölümü daima gözönünde bulunduran bir kimse, hazırlığını ona göre yapar. Allah-u Teâlâ'nın emir ve nehiylerine hakkıyla riâyet ederek ubudiyet vazifelerini en güzel şekilde yerine getirmeye çalışır. Çünkü kişinin her an fotoğrafı çekiliyor, her sözü ve her kelimesi zaptediliyor. "Nefesi alırken ne düşünüyordun, verirken ne düşünüyordun?" sualleri var.
Eğer insanlar bu dünya hayatının imtihan için verilmiş bir süre olduğunu ve insan için gerçek hayatın ahiret hayatı olduğunu bilselerdi, bu hazırlık ve imtihan dönemini oyun ve eğlence ile geçirmez, her dakikasını ebedî hayatları için hazırlık yaparak geçirirlerdi.
Merhametlilerin en merhametlisi olan Allah'ımız Tebâreke ve Teâlâ Hazretleri kullarına en büyük öğütlerinden birisini vererek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak lâzımsa O'na yaraşır şekilde öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin." (Âl-i imrân: 102)
Bu ilâhî emre uyanlar sırat-ı müstakim üzere giderler, din-i İslâm'a gönülden boyun bükerler, ilâhî hükümlere göre hayatını düzenlerler, Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın emir ve nehiylerine gönülden teslim olurlar, fisebîlillâh malı ve canı ile cihad ederler.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Şüphesiz ki: 'Rabb'imiz Allah'tır!' deyip, sonra da dosdoğru olanlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır." (Ahkâf: 13)
Zira onlar içinde ebedî kalmak üzere girdikleri cennet halkıdırlar. Dünyada iken iman nuru ile münevver olmanın, istikametten ayrılmamanın mükâfatını yaşamaktadırlar.
"Kim Allah'a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir." (Âl-i imrân: 101)
Hidayete ermiş, saâdet ve selâmete kavuşmuş, dalâletten kurtulmuş olur. Artık hangi aklı başında olan bir insan bu yolu aramak istemez?
"İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte emniyet onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır." (En'âm: 82)
Allah-u Teâlâ'nın râzı ve hoşnut olduğu, hıfz-u himayesine ve tasarruf-u ilâhi'sine aldığı, inayetine ve desteğine mazhar ettiği, dünya saâdetine ve ahiret selâmetine lütfu ile dahil ettiği müminler bunlardır. Allah-u Teâlâ'nın vaad-i Sübhâni'sine nâil olanlar işte bunlardır.
"İşte onlar Rabb'lerinin yolunda olanlardır. İşte onlar saâdete erenlerdir." (Bakara: 5)
Her türlü korkudan, ahiret sorumluluğundan emin olanlar onlardan başkası değildir.
"Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını ilham etmiştir." (Muhammed: 17)
Dünya saâdetine, ahiret selâmetine erişenler bunlardır.
İman ettik deriz, fakat imtihana tâbi tutulduğumuzda hiçbir şey kalmıyor. İman odur ki; Hazret-i Allah müyesser ettiği kuluna onu bahşeder. İman odur ki; her ne ki ibtilâya çekerse çeksin, o boynunu Hakk'a uzatmıştır, o boyun orada kalır. Bir daha da çekmez. O bilir ki imtihandadır.
Bu imtihana hazırlanmamız için bir şart, daha doğrusu bir sır vardır; ihlâs-ı kâlbiyye ve samimi bir muhabbet.
Bunlar olursa, iltimas-ı ilâhiyeye mazhar olunur. İmtihana tutulmazdan evvel hazırlanmış olur. İmtihana tabi tutulduğu zaman, hazırlıklı olduğu için öteye geçiverir. Fiili imtihan olduğu gibi, hâli imtihan da olur. Ani olduğu için, hâli imtihanda insanın aklının çalışmasına yer kalmıyor. Fakat daha önce doldurulmuş olan kimseler, dolgunluk sebebiyle hemen geçiverirler. Diğeri aklını işletir, düşünceye kadar o geçmiştir. İşte bunlar cidden mutlu insanlardır.
Fiili imtihana çekildiklerinde de tutuldukları sebebiyle kurtulurlar.
Burada şu anlaşılıyor ki, ancak hıfz-ı himayeye girenler kurtuluyor. Onun haricindekiler yürüyor görünüyor ama, fırtına koptuğu zaman hepsi yıkılıyor. İşte tehlike burada. Rabb'imiz muhafaza buyursun.
Gönüldeki gerçek imanı açığa çıkaran en büyük ölçü, en büyük delil, Allah'ın ve Peygamber'in hükmüne rıza göstermektir. İnananlar tereddüt etmeksizin boyun eğerler. Bu ise, Allah'a ve Peygamber'ine karşı takınılması gereken edeb tavrıdır.
Asr-ı saâdet'te iki kimse huzur-u Nebevî'de hasımlaştılar. Resulullah Aleyhisselam hak sahibi lehine hükmetti. Aleyhine hüküm verilen "Râzı olmam! Bir de Hattab oğlu Ömer'e gidelim." dedi ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-ın yanına vardılar. Lehine hüküm verilen "Yâ Ömer! Biz Peygamber Aleyhisselâm'a giderek hasımlaştık. Benim lehime bunun aleyhine hükmetti. Bu ise razı olmayıp reddetti." deyince Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- "Böyle mi oldu?" diye sordu, öteki "Evet" dedi. Bunun üzerine "Ben sizin aranıza gelip aranızda hüküm verinceye kadar yerinizden ayrılmayın." diyerek evine girdi ve kılıcı elinde olduğu halde yanlarına geldi. Râzı olmayı reddedeni bir vuruşta öldürdü. Öteki arkasını dönerek Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına kaçtı ve "Yâ Resulellah! Vallahi Ömer, arkadaşımızı öldürdü. Eğer müdahale etseydim beni de öldürecekti." dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Ömer'in bir mümini öldürmeye kalkışacağını sanmazdım." buyurdu.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ:
"Hayır, öyle değil!... Rabb'in hakkı için, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yüreklerinde hiçbir sıkıntı, bir burukluk duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisâ: 65)
Âyet-i kerime'sini indirdi. (İbn-i Kesir)
Tasavvur buyurun, onlar daha Âyet-i kerime gelmeden, bu hükmü gönüllerinde hissedercesine yaşıyorlar.
"Allah ve Resul'ü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için, artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur. Allah'a ve Resul'üne başkaldırıp isyan eden kimse hiç süphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur." (Ahzâb: 36)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ın emrine başvurmayı müminlere farz kıldığı gibi, onun verdiği hükümlerden dolayı müminlerin içlerinde herhangi bir sıkıntının yer etmesini de haram kılmıştır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamber'ine çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece 'İşittik, itaat ettik!' demekten ibarettir. İşte saâdete erenler onlardır." (Nûr: 51)
O itaatkâr müminler dünya saâdetine ahiret selâmetine ererler, umduklarına nail olurlar, korkunç âkıbetlerden emin bulunurlar.
"Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse, Allah'tan korkar ve ondan sakınırsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Nûr: 52)
Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akla hayale gelmeyen nimetlere erenler ancak bunlardır.
İmtihan bir mihenk taşı gibidir. Kişinin iç durumu imtihan neticesinde anlaşılır.
İmtihandan maksat, mânevî derecelere ulaşmak ve hakikat sırlarına ermektir. Bu ise Allah-u Teâlâ'ya yakınlığı artıran en büyük değerlerden sayılır.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Ey iman edenler! Şüphesiz ki Allah sizi, gıyabında kendisinden kimin korktuğunu ortaya çıkarmak için, ellerinizle ve mızraklarınızla avlayabildiğiniz az bir avla sizi imtihan eder. Kim bundan sonra haddi aşarsa, onun için acıklı bir azap vardır." (Mâide: 94)
Yani o av hayvanları o kadar çok olacak ve yanınıza o kadar yakın sokulacak ki ellerinizle tutsanız tutabilecek ve mızraklarınızla dürtseniz erişebilecek bir durumda bulunacak, bu hâl içinde iken siz ihramda ve avdan yasaklanmış olacaksınız. Bu da sizin nimetler karşısında Allah-u Teâlâ'yı ne kadar saydığınızı, emir ve yasaklarını ne kadar tanıdığınızı, O'ndan ne kadar korktuğunuzu ispat edecek bir imtihan olacaktır.
İmtihanlar üç çeşittir:
Birincisi; kulun işlediği günahlarının cezasını dünyada vermek için.
Allah-u Teâlâ âdil-i mutlaktır, ahirette azap etmemek için muhakkak ki sevdiği kulunun cezasını dünyada verir, ahirette vermez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Allah iyiliğini dilediği kulunun cezâsını dünyada verir." (Tirmizi)
Onları ibtilâ ve musibetlere uğratır, böylece ahirete günahlarından arınmış olarak gider.
Diğer bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Vallahi Allah kendi sevgilisini cehennem ateşine atmaz." (Ahmed bin Hanbel)
Diğerlerine dünyada da tattırır, ahirette ise daha büyük bir azapla azap eder.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Andolsun ki biz onlara, en büyük azaptan önce mutlaka yakın azaptan tattıracağız. Umulur ki dönerler." (Secde: 21)
Başlarına gelen felâketlerden ders alarak tevbe ederler, yola koyulurlar.
İkincisi; kulun içindekini dışarıya çıkarıp Rabb'i katındaki durumunu insanlara göstermek için.
Bu husus iki türlü olur:
İhlâslı olanlar mahviyet ve gizlilik içinde örtülüdürler, fakat Allah-u Teâlâ onları halka sevdirir.
Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Allah-u Teâlâ bir kulu severse Cibril'e: 'Ben falanı seviyorum, onu sen de sev.' diye emreder. Cibril de onu sever ve sonra semaya seslenip 'Allah falanı seviyor, siz de onu seviniz.' der. Bunun üzerine gökte bulunanlar da onu severler, sonra da onun sevgisi yeryüzündekilerin kalplerine konulur." (Müslim)
Bir de riyâkârlar vardır. Onlar her ne kadar kendilerinin riyâkâr olduğunu gizleseler bile, Allah-u Teâlâ âdil-i mutlak olduğu için onların bu riyâkârlıklarını meydana çıkarır ve halka gösterir.
Hadis-i şerif'in devamında şöyle buyurulmaktadır:
"Allah-u Teâlâ bir kula da buğzederse de Cibril'e: 'Ben falana buğzediyorum. Sen de ona buğzet.' diye hitap eder. Cibril de ona buğzeder. Sonra göktekilere: 'Allah falana buğzediyor, siz de ona buğzediniz.' diye seslenir. Onlar da kendisine buğzederler. Sonra da yeryüzünde o kimseye karşı kin ve nefret uyanır." (Müslim)
Üçüncü çeşit imtihan ise; kulun değer ve yakınlığını kendi katında artırmak için olur. Bu da hiç şüphesiz ki, aslında ilâhî bir lütuf, ikram ve ihsandır.
Allah-u Teâlâ kulunun sadâkatını bildiği halde onu imtihana çekiyor, ibtilâya uğratıyor. Onu kendisine yaklaştırmak için o ibtilâyı ona verir. O kul ise O'na teslim olur, O'nun ezelî takdirine zaten râzıdır. Yaklaşma böyle olur, lâfla olmaz. Ölünceye kadar bu ibtilâ ve imtihan devam eder. Kişi attığı her adımında, aklına hayâline gelmeyecek yerde imtihan edilir. Allah-u Teâlâ Seyr-ü sülûk yolu üzerinde murad ettiği engeli koymuştur, imtihanını vermedikçe kişi o engeli aşamıyor.
İmtihan doğru sözlüyü yalancıdan ayıran yegâne ölçüdür. Sâdıkların doğruluğunu, yalancıların yalanını ortaya çıkarır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Andolsun ki biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır." (Ankebut: 3)
İnsanoğlunun ömrü imtihanlarla ibtilâlarla doludur. İbtilâ bir şefkat tokadıdır, bu sayede bir mümin dünyaya dalmaktan, kalben onunla meşgul olmaktan kurtulur, kulun Hakk'a dönmesini sağlar.
İmanın en sağlam kalesi Allah-u Teâlâ'ya ümit bağlayıp, hadiseler karşısında dayanma gücünü ortaya koymaktır.
Allah-u Teâlâ her müslümana bir ibtilâ taksim etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olunacaksınız." (Âl-i imrân: 186)
Herkes bu imtihandan geçmektedir. Kişi dininde kuvvetli ise imtihanı artırılır. Derecesine göre; kimisi her an imtihandadır, kimisi arasıra, kimisi de pek seyrek imtihana tâbi tutulur. Her an imtihana tâbi tutulanların Allah-u Teâlâ ile her ânının ipi gergindir, diğerlerinin gevşektir, bazılarının daha gevşektir.
Terazinin kefesine ağır birşey koyarsan çok ağır basar, hafif birşey koyarsan hafif basar. Allah-u Teâlâ'nın ibtilâ yüklediği kimse ağırdır, o kendi katında da çok kıymetlidir. Hafif olanlar ise O'nun katında da hafiftir. Bunu böyle bilin.
Resulullah Aleyhisselâm olduğu gibi diğer peygamberler de bu ibtilâ âleminde birçok azılı ve belâlı düşmanlarla karşılaşmışlar, sıkı imtihanlardan geçmişlerdi. Ki onların eziyetlerine sabredip de, karşılığında her biri bir derece sahibi olsunlar.
Bu peygamberlere "Azim sahibi" denilmesinin sebebi; azimlerinin kuvvetli, imtihanlarının şiddetli, mücadelelerinin ağır ve güç oluşundandır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"Resül'üm! Azim sahibi peygamberlerin sabrettikleri gibi sen de sabret!" buyuruyor. (Ahkâf: 35)
Çünkü sen de onlardansın.
Resulullah Aleyhisselâm, peygamberler içinde en çok mücadele vereni, en ziyade sabır ve fedâkârlık gösterenidir. Nitekim Allah-u Teâlâ da onu diğer peygamberlerden daha çok övmüş, ikram ve ihsanlara mazhar kılmıştır.
Hiçbir peygamber yoktur ki imtihandan geçmemiş olsun. Allah-u Teâlâ o sevdiği seçtiği peygamber kullarından her birini çeşitli şekillerde imtihanlara tâbi tutmuştur. Kimisi kavmi tarafından hüsn-ü kabul görmeyip yalanlanmış, alay edilmiş, hakaret ve işkencelere mâruz kalmış; Davut ve Süleyman peygamberler gibi kimisine bol nimetler verilmiş; Eyyub Aleyhisselâm gibi kimisini de sıkıntı ve ıstıraplarla imtihan etmiştir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler, sizin başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?
Başlarına öyle yoksulluk ve sıkıntı geldi, öyle sarsıldılar ki, nihayet peygamber ve beraberindeki müminler: 'Allah'ın yardımı ne zaman?' demişlerdi. Biliniz ki Allah'ın yardımı çok yakındır." (Bakara: 214)
Onlara verdiği bu ibtilâ ve mihnetleri onlara gazap ettiği için değil, bir iyilik ve bir mükâfat olarak bahşetmiştir. Onlar ise o ibtilânın içine ne gibi bir cevher yerleştirildiğini çok iyi bildikleri için, bir ibtilâ ile karşılaştıklarında hiç şikâyet etmemişler, son derece haz duymuşlardır.
Allah-u Teâlâ bir peygamberi gönderirken birçok hediye-i ilâhî ile gönderir. Havsalanın dahi alamayacağı nimetlerle, rızıklarla, feyiz ve bereketlerle gönderir. Bütün insanların rızıklanmasına vesile olurlar. Fakat insanlar bunu bilmez.
O emanet-i ilâhî'yi taşıyan her peygamber, o yükün altında inler, ibtilâların her çeşidine maruz kalır, her türlü hakarete uğrar.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler. Nihayet yardımımız onlara yetişti." (En'am: 34)
Ona bütün bunlar revâ görülmesine rağmen, o ise ilâhi hediyeleri ile geldiği için hediye-i ilâhi'yi nasipdar olanlara ulaştırmayı arzu eder. Bütün güçlüklere, ezâ ve cefalara katlanır.
Âyet-i kerime'de şöyle söyledikleri beyan buyurulmaktadır:
"Bize yollarımızı gösteren Allah'a niçin güvenmeyelim? Sizin bize ettiğiniz eziyete elbette katlanacağız." (İbrahim: 12)
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ile Evliyâullah Hazerâtı'nın ibtilâları çok şiddetli olur. Fakat hiç şüphe yok ki müslümanlardan her biri de derecesine göre ibtilâdan ve imtihandan geçer.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar içinde en ziyade mihnet ve meşakkatle imtihan olunan Enbiyâ-i izam, ikinci derecede Evliyâ-i kiram ve üçüncü derecede onlara benzeyen kimselerdir." (Tirmizi)
Bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Mükâfatın büyüklüğü, ibtilânın büyüklüğü nisbetindedir." (Tirmizi)
Ashâb-ı kiram'dan Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh- der ki:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- humma hastalığından yatakta iken yanına girdim. Elimi onun üzerine koyunca, hararetini örtünün üstünde ellerimle hissettim ve:
'Yâ Resulellah! Ateşinin hararetine hayret ederim.' deyince:
'Biz (peygamberler) böyleyiz. Bizim için ibtilâ kat kat fazla olur ve sevabı da bizim için (bu derecede) kat kat fazla olur.' buyurdu.
'Yâ Resulellah! Hangi insanlar en şiddetli ibtilâya uğrarlar?' diye sordum.
'Peygamberler.' buyurdu.
'Onlardan sonra kimlerdir?' diye sordum.
'Sonra sâlih insanlardır. Onlardan herhangi biri fakirliğe cidden öyle mübtelâ olur ki, büründüğü abadan başka hiçbir şey bulamaz ve biriniz mutlulukla sevindiği gibi onlardan herhangi birisi ibtilâya uğramakla cidden sevinir.' buyurdu." (İbn-i Mâce: 4024)
Allah-u Teâlâ'nın bütün sevgilileri yakınlığı cefâda buldular, ilâhî rahmete ibtilâ ile kavuştular.
İbrahim Aleyhisselâm bu rahmeti ateşin içinde buldu.
Yakup Aleyhisselâm Kenan illerinde evlât hasretiyle ah ederken buldu.
Yusuf Aleyhisselâm kuyuda buldu, zindanda buldu.
Yunus Aleyhisselâm balığın karnında, karanlıklar içinde buldu.
Eyyub Aleyhisselâm hasta iken buldu.
Ashâb-ı Kehf saraylarda bulamadıkları bu rahmeti mağarada buldular.
Allah-u Teâlâ'nın biricik Habibi -sallallahu aleyhi ve sellem- Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- ile beraber sığındıkları mağarada buldular.
Ey kardeş!
Onlar burada buldular, sen nerede arıyorsun?
Emre uyanlar imtihanı kazanıyor, arzu ile hareket edenler imtihanı kaybediyor, hedefe varamıyor. Hiçbir zaman için başıboş değiliz.
Bu bir imtihan sahnesidir. Burada doğuyor, sahneye koyuyor. Sonra sahneden çıkıyor. İmtihan veren göçüyor, ama iyi ama kötü. Ne âlimler, ne zâlimler; Nemrutlar, firavunlar... Hepsi geldi geçti. Hiçbirisine kalmadı. Bu toprak ne benler, ne beyler eritti. Zavallı insan orada sahnede kalacağını zannediyor. Hâlbuki o çark dönüyor. Neleri götürüyor.
Kardeşimiz rüyâsında Kur'an-ı kerim okuyormuş. Uyandığında:
"Şüphesiz ki Allah sizi bir nehirle imtihan edecektir." (Bakara: 249)
Âyet-i kerime'si dimağında kalmış.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri buyurdular ki:
Mâlum-u fazilâneleriniz olduğu üzere bu mevzu Kur'an-ı kerim'de şöyle hülasa edilmektedir:
Hazret-i Allah Musa Aleyhisselâm'dan sonra Beni İsrâil'e birçok peygamberler gönderdi. Fakat onlar zamanla söz dinlemez oldular. Hazret-i Allah da bir kavmi üzerlerine musallat etti. Yurtlarından kovuldular ve perişan oldular. Her biri bir yere dağıldılar.
Bu perişanlık içinde iken Beni İsrâil'e gönderilen peygamberlerden birisi, onlara Hazret-i Allah'ın Tâlût adında bir kimseyi başlarına hükümdar olarak tayin ettiğini söyledi. Başlangıçta ona da karşı çıktılar. Fakat Hazret-i Allah'ın onu tayin ettiğine dair bazı alâmetler zuhur edince tâbi oldular ve onun etrafında toparlandılar.
Tâlût teşkil ettiği ordu ile düşman üzerine giderken onlara; "Şüphesiz ki Allah sizi bir nehirle imtihan edecektir. İçinizden kim ki doyasıya içerse o benden değildir. Bir avuç içebilirsiniz." dedi. Tâlût bu talimatı kendisinin Beni İsrâil'e hükümdar olacağını haber veren peygamberden almıştı.
Nihayet bahsi geçen nehre geldiler. Bunaltıcı bir sıcak vardı. Çoğunluk nehre kapandılar, kana kana ve doyasıya kadar su içtiler. Pek azı birer avuç içti.
Emre uymayanlar imtihanı kaybetti. İçlerine büyük bir korku düştü. Nehri geçemediler.
Diğerleri ise nehri geçerek Câlût ve ordusunu Allah'ın izniyle bozguna uğrattılar. İmtihanı da kazanmış oldular. (Bakara: 246-252)
Burada bir incelik var. Onlar imtihana tâbi tutuldukları gibi, bizim de her zaman için imtihanda olduğumuzu bilmemiz lâzım. Bize numune olmuş oluyor. Emre tâbi olanlar her zaman için kazanıyor. Arzu ile hareket edenler kaybediyor, hedefe varamıyor. Hiçbir zaman için başıboş değiliz.
İkinci husus, dünyadan zaruret miktarı faydalanmalı, aşırılığa kaçmamalı.
Hatırınızda kalsın, böyle bir rüyâ görüldüğü zaman hemen tefsire bakın, "Bana ne diyor?" diye kulak verin." (Sözler ve Notlar 2 s: 516-517)
Musa Aleyhisselâm vefat etmeden önce Yûşâ Aleyhisselâm'ı yerine halife tayin etmiş, Arz-ı mukaddes'i fethetmesini de vasiyet etmişti. Bilâhare peygamberlik verilen Yûşâ Aleyhisselâm İsrâiloğulları'nı alıp çölden çıkararak, Allah-u Teâlâ'nın Tevrat-ı şerif'te onlara vâdetmiş olduğu Arz-ı mukaddes'i yani Filistin'i fethetti. Böylece İsrâiloğulları, dedelerinin kadim vatanları olan Kenan diyarına yerleşmiş oldular.
Yûşâ Aleyhisselâm araziyi aralarında bölüştürdü, yirmi sekiz sene kadar başlarında bulunduktan sonra da vefat etti.
Daha sonra sırasıyla pek çok hâkimler gelip geçti. İsrâiloğulları zamanla yoldan çıktılar. Aralarında çirkin işler ve mâsiyet çoğaldı, birtakım yeni şeyler icat ettiler. Tevrat'ın hükümlerini değiştirmeye, kendi hevâ ve heveslerine göre tevil etmeye kalktılar. Saflarına putçular girdi. Ahlâk tamamen tefessüh etti.
İşte o zaman Allah-u Teâlâ onları musibete uğrattı, Câlut'un kavmini onlara musallat etti. Mısır ile Filistin arasındaki sahillerde oturan Amâlikalılar, İsrâiloğulları'nın üzerine saldırdılar, birçoklarını öldürdüler. Vatanlarını zaptederek, birçok yerleri istilâ ettiler, evlâtlarını esir aldılar, mallarını yağmaladılar. Yurtsuz barınaksız, malsız mülksüz kalma bahtsızlığına uğrayan İsrâiloğulları, her biri bir yerde, içine kurt girmiş koyun sürüsü gibi dağıldılar.
O zamana kadar başlarında uyarıcı bir peygamberleri, birleştirici bir önderleri yoktu. Ahiretlerini harap ettikleri gibi dünyaları da harap olmuştu. Daha sonraları kendilerine peygamber gönderildi, bu sayede toparlanma emareleri görülmeye başladı.
Kur'an-ı kerim'de ismi geçmemekle beraber Bakara Sûre-i şerif'inin 246. Âyet-i kerime'sinde kendisine işaret buyurulan bu mübârek peygamberin İşmuil Aleyhisselâm olduğu rivâyet edilmektedir.
Yıllarca bu acıyı çeken İsrâiloğulları, bu perişanlıktan kurtulmanın, elden çıkarttıkları mukaddes topraklara tekrar kavuşabilmenin çarelerini aramaya başladılar. Bunun için de evvelemirde başlarında çok dirayetli bir hükümdar bulunması gerektiğini, o hükümdarın riyâseti altında toplanarak düşmana karşı savaş açılmasının lüzumu üzerinde karar birliğine vardılar. Bunun için de peygamberlerinden, başlarına bir hükümdar tayin etmesini istediler.
Allah-u Teâlâ bu tarihi hadiseyi bir ibret ve bir vesile-i intibah olmak üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle beyan buyurmaktadır:
"Musa'dan sonra İsrâiloğulları'nın ileri gelenlerini görmedin mi?
Hani onlar peygamberlerine: 'Bize bir hükümdar gönder de (onun maiyetinde) Allah yolunda savaşalım!' demişlerdi." (Bakara: 246)
Bu sözleri ile niyetlerinin: "Allah yolunda savaş" olduğunu da ortaya koymuş oluyorlardı.
Onların fıtratlarını çok iyi bilen, bu arzularında sonuna kadar sabır ve sebat edeceklerine pek ihtimal vermeyen peygamberleri; niyetlerinin sebatını, azimlerinin kararlılığını, işin ciddiyetine erip ermediklerini, sözlerinde durup durmayacaklarını, ne derece samimi olduklarını ortaya koymak istedi ve:
"'Üzerinize savaş farz kılınır da, ya savaşmazsanız?' dedi." (Bakara: 246)
Korkaklığa kapılacaklardan endişe ettiğini söyledi.
Onlar ise Allah yolunda yapılacak bu savaşı zaruri kılan sebepleri de dile getirerek şöyle cevap verdiler:
"Biz Allah yolunda neden savaşmayalım? Hem yurtlarımızdan çıkarıldık, hem de oğullarımızın arasından uzaklaştırıldık." (Bakara: 246)
Başlangıçta intikam duygusu ile yiğitlik coşkusuna kalkışan bu adamların çoğu, iş sıkıya gelince düşmanın çokluğundan ve kuvvetinden korkarak bin dereden su getirmeye, sözlerini askıya almaya başladılar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Fakat onların üzerine savaş farz kılınınca (verdikleri söze rağmen) içlerinden pek azı hariç, hepsi yüz çevirdiler." (Bakara: 246)
Verdikleri sözü yerine getirmemek, ahdi bozmak, sözü değiştirmek, itaattan kaçınmak, tekliften dönmek... gibi basiretsizlikler İsrâiloğulları'nın mizacı ve fıtratı hâline gelmişti.
Savaşa talip olup da daha sonra döneklik yapanlar hakkında Âyet-i kerime'nin devamında büyük bir tehdit yer almakta, onların zâlim oldukları belirtilmektedir:
"Allah zâlimleri bilendir." (Bakara: 246)
Bunlar savaştan kaçmakla hem kendilerine hem de kavimlerine zulmetmiş oluyorlardı. Kendilerini olduğu kadar kavimlerini de ölüm pahasına düşmana karşı korumaları gerekirdi.
Dolayısı ile ne yapacağını, nasıl bir ceza vereceğini de çok iyi bilir. Dünyada zillet ve meskenetlerini devam ettirir, ahirette ise azap eder.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Zâlimler benim ahdime erişemez." (Bakara: 124)
Peygamberleri Allah-u Teâlâ'nın emriyle Tâlut adlı birisini üzerlerine hükümdar olarak tayin etti.
Ve buyurdu ki:
"İşte Allah Tâlut'u size hükümdar olarak gönderdi." (Bakara: 247)
Tâlut bir asker olup, hükümdar hânedanından değildi. Bunun içindir ki onlar, Allah-u Teâlâ'nın kendileri için seçtiği ve peygamberlerinin kendilerine bildirdiği hükümdarın ismini duyar duymaz hemen itiraz ettiler. Tahayyül ettikleri sıfatları kendisinde bulamayınca, riyâsetini kabul etmek istemediler.
Dediler ki:
"O bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir? Biz hükümdarlığa ondan daha lâyıkız.
Hem ona servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmiş de değil." (Bakara: 247)
Hem kumandası altında savaşacakları bir hükümdar istiyorlar, hem de Allah tarafından tayin edilen hükümdarı beğenmiyorlardı. Sebep olarak da onun halktan biri olup zengin olmayışını gösteriyorlardı. Aralarında hükümdar neslinden birçok kimseler vardı. Onlar kendilerini bu verâsete daha lâyık ve daha ehil görüyorlardı.
Bu davranışları peygamberlerine bir başkaldırış ve bir isyandan başka bir şey değildi. Halbuki onlara fikir yürütmemek, inanmak ve itaat etmek düşerdi.
Peygamberleri Allah-u Teâlâ'nın Tâlut'u seçmesindeki hikmeti açıkladı ve onların bu itirazlarına cevap vererek buyurdu ki:
"Allah onu sizin üzerinize beğenip seçmiştir. Ona bilgice ve vücutça da bir üstünlük vermiştir." (Bakara: 247)
Tâlut'u Allah-u Teâlâ seçtiği için, ona yapılacak itirazın onu seçene yapılan bir itiraz olacağını düşünemiyorlardı.
Hükümdarlığa kimin kimden daha müstehak olduğunu, kimlere niçin ve ne kadar müddet vereceğini de O daha iyi bilir. Kullarının münasip görüp görmemesi bir şey değiştirmez.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Şüphesiz ki Allah mülkünü dilediğine verir." (Bakara: 247)
Mülk sahibi O'dur. Kullarının elindeki de O'nun mülküdür, hatta kulun bizzat kendisi de O'nun mülküdür. Mülkünün hem sahibi hem de hükümdarıdır, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Mülke sahip olanlar asil olarak değil, vekil olarak sahip olabilirler.
İhsan ve ikramı, lütuf ve keremi boldur, dilediğini dilediği şekilde yapmakta serbesttir. Dilerse fakiri zengin kılar, vereceğini vermek için hiçbir kayıt ve şarta bağlı değildir. O'nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
"Allah'ın lütfu geniştir, her şeyi bilendir." (Bakara: 247)
Peygamberleri, Tâlut'un hükümdarlığa lâyık olduğunu ispat etmek üzere:
"Onun hükümdarlığının alâmeti, Tâbut'un size gelmesidir." buyurdu. (Bakara: 248)
Âyet-i kerime'de "Tâbut" adıyla anılan bu nesne, büyükçe bir sandıktır. Eski zamanlardan Musa Aleyhisselâm'a gelinceye kadar nesilden nesile miras kalan bu sandığın içinde; Allah-u Teâlâ'nın Tûr dağında Musa Aleyhisselâm'a verdiği levhaların nüshaları, Musa Aleyhisselâm'ın asâsı ve elbiseleri, Tih sahrasında İsrâiloğulları'nın yediği kudret helvasından bir parça, Harun Aleyhisselâm'ın sarığı... olduğu mervidir.
Âyet-i kerime'de:
"Onun içinde Rabb'inizden bir Sekine ve Musa âilesinin, Harun âilesinin geriye bıraktıklarından kalanlar vardır." buyuruluyor. (Bakara: 248)
Bu mukaddes Tâbut, hükümdarların nezdinde muhafaza edilirdi. İsrâiloğulları bu sandığa büyük bir kudsiyet atfediyorlar, onun yanlarında bulunmasıyla son derece huzur duyuyorlardı. Bir savaşa çıktıklarında onu önlerinde götürürler, onu mübarek sayarak, onun bereketiyle düşmanlarına karşı zafer ümit ederlerdi.
İsrâiloğulları'nın sapıklığa düşerek istikametten ayrılmaları üzerine Allah-u Teâlâ başlarına müstebit Câlut'u musallat etmiş; o da onları feci bir bozguna uğratmış, yerlerinden yurtlarından ettiği gibi, Emânât-ı mukaddese'nin bulunduğu sandıklarını da ellerinden alıp götürmüş, onları büyük bir hayâl kırıklığına uğratmıştı.
İsrâiloğuları artık her şeyin bittiğine, her şeylerini kaybettiklerine inanmışlardı, üzerlerini zillet ve meskenet sardı.
İçindeki tarihi eşya kaybolmasın diye melekler bu sandığı devamlı korumuşlardır.
Âyet-i kerime'de:
"Onu melekler taşımaktadır." buyuruluyor. (Bakara: 248)
Câlut Tâbut'u alıp, İsrâiloğulları'na hakaret olsun diye temiz olmayan bir yere atıvermişti.
Allah-u Teâlâ Tâlut'u hükümdar yapmayı dileyince, Câlut'un kavmini bazı dertlere mübtelâ kıldı. Tâbut'un yanında abdest bozanlar öldürücü bir hastalığa yakalanıyorlardı. Bu belâya uğramalarının Tâbut yüzünden olduğuna kanaat getirerek, şehir haricine çıkardılar. Melekler de onu alarak İsrâiloğulları diyarına geri getirdiler ve halkın gözü önünde Tâlut'un önüne koydular.
İsrâiloğulları'nın başlıca emelleri bu Tâbut'u tekrar elde etmekti. Uzun zamandan beri kaybettikleri bu Tâbut'u Allah-u Teâlâ'nın Tâlut vasıtasıyla iâde etmiş olması; gönüllerinde sükûnet, huzur ve itminan meydana getirmiş oldu, cesaretleri arttı.
Peygamberleri onlara:
"Eğer inanıyorsanız, şüphesiz ki bunda sizin için kesin bir alâmet vardır." buyurdu. (Bakara: 248)
Bu hadise Allah-u Teâlâ'nın Tâlut'u seçtiğinin doğruluğuna ve onu desteklediğine yeterli bir delildir. Böylece Tâlut hakkındaki ihtilafları ittifaka, nefretleri muhabbete dönüştü. Hükümdarlığını ister istemez kabul ettiler.
Hükümdarlığı kesinleşen Tâlut, İsrâiloğulları'nı riyaseti altına toplayarak harekete geçti. İlk anda hükümet erkânını teşkil, memleket işlerini tanzim ettikten sonra genç ve dinç bir ordu kurdu. Çünkü açık bir gerçektir ki, hükümetsiz adalet, huzur ve emniyet olmadığı gibi, hükümdarsız da hükümet olmaz.
Tâlut düşmanları ile savaşmak için, bu intizamlı ordusu ile yola çıktı. Mevsim gayet hararetli, yol uzundu.
Askerin şiddetle suya ihtiyacı olduğu için, ileride bir nehirle karşılaşacaklarına dâir onlara talimat verdi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Tâlut ordusuyla beraber ayrılınca dedi ki:
'Şüphesiz ki Allah sizi bir nehirle imtihan edecektir.
Kim ondan içerse benden değildir. Ondan tatmayıp sadece eliyle bir avuç içenler bendendir.'" (Bakara: 249)
Tâlut bu tâlimatı, kendisinin İsrâiloğulları'na hükümdar olacağını haber veren peygamberden almıştı.
Ordu büyük bir imtihan geçiriyordu. Rahatı seçenle sabır ve sebat sahibi olan, korkak ile cesur, işe yaramayanla yarayan belli olacak, savaş düzeni ona göre tertip olunacaktı. Böyle yapmakla savaşa girmeden önce onların irade ve itaat durumlarını denemek istedi.
Nihayet bahsi geçen nehre geldiler. Bunaltıcı bir sıcak vardı. Çoğunluk nehre kapandılar, kana kana ve doyasıya kadar su içtiler. Pek azı birer avuç içti.
Âyet-i kerime'de buyurulduğu üzere:
"İçlerinden pek azı hâriç olmak üzere hepsi o nehirden içtiler.
Nihayet Tâlut ve beraberindeki müminler nehri geçtiler." (Bakara: 249)
Emre uyanların aldıkları bir avuç su ihtiyaçlarına yetti, içtiler ve kandılar. İmanları sağlam, kalpleri kavi, emre mûti oldukları halde nehri geçtiler ve savaşa hazır oldular.
Emri dinlemeyip istedikleri kadar nehirden içenlerin dudakları morarıyordu. Çok içmekten bir fayda göremedikleri gibi hararetleri daha da arttı, içlerini dışlarını korku sardı. Dolayısıyla nehri geçemediler, beri tarafta dökülüp kaldılar. Emre muhalefetten dolayı Tâlut onları reddetmişti, emr-i ilâhî de böyleydi. Onlar bu şerefe lâyık olamadılar, ayrılmaları daha hayırlı idi. Zira onların faydaları olmadığı gibi, ordunun bozulmasına sebep olacakları için zararları da olurdu. Savaşlarda komutanların emrine itaatsizlik etmenin, çok defa mağlubiyete sebep olacağı bilinen bir gerçektir.
Berâ (İbn-i Âzib) -radiyallahu anh-den rivayete göre demiştir ki:
"Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in Ashâb'ından Bedir'de hazır bulunanların sayısı, Tâlût'un nehrini kendisiyle beraber geçen ashâbının gibi sayısı üç yüz on kadardır. Berâ (devamla):
Hayır vallâhi Tâlût ile beraber nehri, yalnız mümin olan geçti! demiştir." (Buhârî Tecrîd-i Sarîh: 1563)
Azimsizlerin ordudan ayrılması ve geri dönüp gitmeleri ile iş bitmedi. Nehir imtihanını kazananlar arasında da düşünce ayrılığı başgösterdi. Allah-u Teâlâ'nın inayetini unutup yalnızca maddî sebeplere güvenenler; düşmanın kuvvetini, sayıca çokluğunu, teçhizatça üstünlüğünü ve zorbalığı ile ün yapan Câlut'un kumandası altında olduğunu bildikleri için kendilerini az ve zayıf gördüler, kuvve-i mâneviyeleri kırıldı.
Dediler ki:
"Bugün bizim Câlut'a ve ordusuna karşı koyacak hiç gücümüz yoktur!" (Bakara: 249)
Bunlar nehir suyundan, ağızlarını ıslatmak için birer avuç içenlerdir.
İçlerinde azın da azı olan ve nehir suyundan bir damla da olsa ağızlarına koymayan kâmil iman sahipleri ise, Allah-u Teâlâ'nın vaadinin hak olduğunu, muvaffak ve muzaffer olmanın Allah katında olduğunu, bu işin sayı ve hazırlığın çokluğuna dayanmadığını söyleyerek ümitsizliğe düşen arkadaşlarına cesaret, azim ve şevk vermeye çalışıyorlardı.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın huzuruna varacaklarına inananlar ise dediler ki:
'Nice az bir topluluk Allah'ın izniyle pek çok topluluğu yenmiştir.'" (Bakara: 249)
Yani ölümden kaçmanın mümkün olmadığını, bu savaşta ölmeseler bile, eninde sonunda mutlaka öleceklerini, nihayetinde de Allah-u Teâlâ'nın huzur-u izzetine varacaklarını hatırlatıyorlardı.
"Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara: 249)
Allah-u Teâlâ'nın yardımı gelince ordunun azlığı zarar vermediği gibi, zillet gelince de çokluğun hiçbir faydası olamaz.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'lerinde ibretle müminlere hitap ediyor:
"Eğer sizler evlerinizde dahi kalmış olsaydınız, öldürülmesi takdir edilmiş olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp giderlerdi." (Âl-i imran: 154)
"Ey iman edenler! Sizler inkâr edenler gibi yeryüzünde sefere çıkan veya savaşan kardeşleri hakkında: "Eğer bizim yanımızda kalsalardı ölmezlerdi veya öldürülmezlerdi." diyenler gibi olmayın. Allah bunu onların yüreklerinde bir iç acısı yaptı. Halbuki dirilten de öldüren de Allah'tır. Allah yaptıklarınızı görmektedir." (Âl-i imran: 156)
Tâlut'un sayıca az olan imanlı ordusu, Câlut'un sayıca çok olan putperest müşrik ordusu ile karşılaştılar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Câlut ve ordusuna karşı çıktılar." (Bakara: 250)
Câlut'un ordusu karınca gibi kaynıyordu. Müminler hep birden ellerini açarak âlemlerin Rabb'ine duâ etmeye yalvarmaya başladılar:
"Ey Rabb'imiz! Üzerimize sabır yağdır! Ayaklarımıza sebat ver! O kâfirler gürûhuna karşı bize yardım et!" (Bakara: 250)
Sabır ve sebat O'nun elindedir, O dilediğini sebat ettirir, azim ve gayret verir.
İki ordu karşı karşıya geldiler ve savaş başladı. Tâlut'un imanlı ordusu büyük bir azimle savaşa girmişlerdi. Câlut'un müşrik ordusu ise neye uğradıklarını bilemediler, kısa zamanda bozguna uğradılar.
Âyet-i kerime'de buyurulduğu üzere:
"Sonunda Allah'ın izniyle onları hezimete uğrattılar." (Bakara: 251)
Netice bekledikleri gibi oldu. Allah-u Teâlâ duâlarını kabul buyurdu, sabır ihsan etti, sebatlarını artırdı, onlardan yardımını ve nusretini esirgemedi.
Tâlut'un muharebesi ve Davut Aleyhisselâm'ın kahramanlığı ile Allah-u Teâlâ İsrâiloğulları'nın başından düşmanlarını savdığı gibi, eğer bir kavmin üzerinden başka kavimleri savmasaydı, elbette düzen bozulurdu.
Nitekim Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde Tâlut ile Câlut arasında cereyan eden savaş emrinin hikmetini ve insanlığa olan büyük faydasını beyan ederek şöyle buyuruyor:
"Eğer Allah, insanların bir kısmı ile diğerlerini savmasaydı, yeryüzünün düzeni bozulurdu." (Bakara: 251)
Zira eğer savaş olmasaydı, yeryüzünde fesat çıkaran şer kuvvetler dünyaya hâkim olurlar, akla hayale gelmeyen zulümler işlerlerdi. Düzen bozulur, yeryüzünde insan nâmına bir şey kalmazdı.
"Fakat Allah bütün âlemler üzerine lütuf ve kerem sahibidir." (Bakara: 251)
Fakat Allah-u Teâlâ âlemler üzerindeki sonsuz lütuf ve keremi ile zaman zaman sâlih kullarına inayet ve nusret ihsan eder, onların vasıtası ile dünyayı fesat ehlinin şerrinden korur, birçok fesatların zuhurunu önler. Beşeriyete Hakk'ı bildirecek, hakikati duyuracak zâtlar yaratır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde: "Allah'ın def'i, Allah'ın savması olmasaydı!" mânâsına gelen: "Ve levlâ def'ullahi" buyurmak suretiyle fesat ehlini defedip savma işini bizzat kendisine nispet etmiştir. Buradan da anlaşılıyor ki, mümin kullarını fesat ehlinin şerrinden ve zulmünden korumayı bizzat üzerine almış bulunmaktadır.
Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları azaplandırsın, onları rüsvay etsin, size onlara karşı zafer versin, müminlerin gönüllerini ferahlandırsın." (Tevbe: 14)
İşte bu sebepledir ki cihadı farz kılmıştır. Canı ile malı ile düşmana karşı Allah yolunda savaşmak müminlerin vazifesidir. Onlara yardım edip muvaffak olmalarını sağlamayı, düşmanlarını defedip tesirsiz bir hâle getirmeyi üzerine almıştır. Kuvvet ve kudret sahipleri üzerinde dilediği gibi tasarruf eder. Kâinattaki akıllara durgunluk veren muhteşem denge ve düzen O'nun adaletinin eseridir. Adaletli olan müminleri sever, mütecâvizleri durdurur ve cezalandırır.
Bütün bunlar O'nun değişmez kanunudur. İnsanlık âlemi için lütuf ve kereminden başka bir şey değildir. Tarihte görülen galibiyet ve mağlubiyetler de bunun açık bir delilidir.
Şüphesiz ki tâ Âdem Aleyhisselâm'dan beri hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, hayır ile şer... yeryüzünde devamlı var olmuş, inananlarla inanmayanlar arasındaki mücadele sürüp gitmiştir. Bu hususta Kur'an-ı kerim'de birçok Âyet-i kerime'ler mevcuttur.
Allah-u Teâlâ cihadı takdir buyurmasa idi, dalâlet ehli sapıklıklarını sürdürürler, kendi zamanlarındaki muhtelif milletler üzerine saldırırlar, yurtlarını istilâ ederler, mâbedlerini harap edip dururlardı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Onlar ki, başka değil, sırf: 'Rabb'imiz Allah'tır!' dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmışlardır.
Şüphesiz ki Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile bertaraf edip savmasaydı; manastırlar, kiliseler, havralar ve içlerinde Allah'ın ismi çok çok anılan mescidler yıkılır giderdi.
Allah kendisine yardım edenlere elbette yardım eder, şüphesiz ki Allah pek kuvvetlidir, azîz olandır." (Hacc: 40)
Allah-u Teâlâ'nın insanları birbirleri ile bertaraf etmesinden başka hiçbir şey o mâbedleri yıkılmaktan kurtaramaz. Her peygamberin zamanında düşmanın tasallutuyla ibadet mahalleri hep yıkılırdı.
Allah-u Teâlâ inanan kullarına savaşsız da yardım etmeye kâdirdir. Şu kadar var ki kulları ne derece kendisine itaat edecek diye denemek ister.
Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Eğer Allah dileseydi onlardan intikam alırdı, fakat sizi birbirinizle denemek ister." (Muhammed: 4)
Kim Allah'ın dinine sarılıp yardım ederse, Allah da elbette dalâlet ehline karşı onlara yardım eder. Müminler her zaman için ilâhî desteğe mazhardırlar.
Yeryüzünde hangi millete ne kadar iktidar verileceğine karar veren O'dur.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onlar ki, eğer biz kendilerine yeryüzünde iktidar mevkii verirsek namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder, kötülükten nehyederler.
Bütün işlerin sonucu Allah'a âittir." (Hacc: 41)
Bu savaşta babası ile birlikte Tâlut'un askerleri arasında er olarak Davut Aleyhisselâm da bulunuyordu ve genç bir delikanlı idi. Attığı bir sapan taşı ile Câlut'u öldürdü.
Âyet-i kerime'de:
"Davut Câlut'u öldürdü." buyuruluyor. (Bakara: 251)
Câlut güçlü kuvvetli, cesur ve cebbâr bir hükümdar olmasına rağmen, Allah-u Teâlâ onun ölümünü bir ibret numunesi olarak yaşı küçük bir delikanlının eline verdi.
Tâlut, Allah-u Teâlâ'nın yardımı ile muzaffer olarak savaş meydanından ayrıldı. İsrâiloğulları tekrar eski topraklarına ve hürriyetlerine kavuşmuş oldular.
Tâlut, kızını Davut Aleyhisselâm'la evlendirdi.
O günden itibaren Davut Aleyhisselâm'ın ismi İsrâiloğulları arasında parladı, şöhreti yayıldı. İsrâiloğulları Tâlut'un ölümünden sonra toplanıp Davut Aleyhisselâm'a biât ettiler. Yaşı daha otuz bile yokken onlara hükümdar oldu. İsrâiloğulları ondan önce hiçbir hükümdarın etrafında bu şekilde toplanmamışlardı.
Bir müddet sonra da Allah-u Teâlâ kendisini peygamberlikle vazifelendirdi. Böylece saltanatla nübüvveti şahsında birleştiren ilk peygamber oldu.
Âyet-i kerime'de:
"Allah ona hükümdarlık ve hikmet verdi, ona dilediğini öğretti." buyuruluyor. (Bakara: 251)
Eski ümmetlere âit bu tarihi kıssalardan ibret alınması icabeder.
Allah-u Teâlâ Tâlut ile Câlut'un yapmış oldukları bu savaşı Kur'an-ı kerim'inde beyan buyurduğu gibi, bu kıssanın asla hilâf-ı hakikat olmadığını beyan etmek üzere şöyle buyurur:
"İşte bunlar Allah'ın âyetleridir. Biz onları sana hak olarak okuyoruz." (Bakara: 252)
Muhammed Aleyhisselâm'ın bir kitaptan okumaksızın ve bir muallimden öğrenmeksizin, asırlar öncesi devirlerde geçen hadiseleri olduğu gibi haber vermesinin, risaletine delâlet eden mucizelerden olduğuna işaret için Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinin nihayetinde şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Şüphesiz ki sen de gönderilmiş peygamberlerdensin." (Bakara: 252)
Sana indirdiğimiz Kur'an-ı kerim buna en büyük bir delildir.
Abdurrahman bin Cennâb -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Allah-u Teâlâ bir kul için önceden mânevî bir makam takdir etmiştir. Fakat kul ameliyle oraya ulaşamıyorsa Allah ona bedeni, çoluk çocuğu ve malı ile ilgili bir ibtilâ verir, sonra da daha önce takdir ettiği makama ulaşması için onu buna karşı sabırlı kılar." (Câmiü's-Sağîr: 669)
Şu hakikati duyurmaya çalışıyoruz ki; Allah-u Teâlâ mükâfâta nâil etmek istediği kulunu önce imtihana tâbi tutar, imtihanını veren kullarını da bol ihsanlara nâil ve dahil eder.
Hazret-i Allah ile alış-veriş buna denir işte. Halk ile alış-veriş başka Hakk ile alış-veriş başka. Mevlâ sevdiği ile meşgul olur, sevmediği ile olmaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Dünyada iken ibtilâların her türlüsüne katlanan kimselere kıyamet günü mükâfatlar verilirken, huzur içinde sarsıntısız bir ömür geçirenler, kendilerinin dünyada derilerinin makaslarla doğranmış olmasını temenni edeceklerdir." (Tirmizi)
Rahatlıkta gaflet vardır. Rahatı musibet, ibtilâyı nimet bilmelidir. Zâhiren sıkıntı gibi görünen nice ibtilâlar vardır ki, içinde mânevi bir hayat gizlenmiştir. Allah-u Teâlâ sevmediği kulunu nefsin arzuları ile yaşatır. Onun da zaten arzusu oydu. Böylece hayatını idame ettirir. Hakikatten haberi olmaz. Günâh ve isyan yüklerini sırtına yüklenerek mahşere varır.
Sevdiklerinden de hiç ibtilâ eksik olmaz. Kötü olsaydı, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine de vermezdi. Mümin her ibtilânın arkasından mükâfatına kavuşur, ibtilânın içinde saklı olan o gizli mücevherâtı alır. İşte bunun içindir ki sıkıntılara alışmak lâzımdır.
Allah-u Teâlâ'nın her türlü hükmüne râzı olmak, hoşnutluk göstermek amellerin en faziletlisi, ahlâkın en güzelidir.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kul hayrıyla şerriyle kadere inanmadıkça, kendine hayır ve şerden isabet edecek şeyi atlatamayacağını, hayır ve şerden kaçacak olan şeyi de yakalayamayacağını bilmedikçe iman etmiş olmaz." (Tirmizi: 2145)
İnsanoğlu dünyaya imtihan için gelmiş bulunmaktadır. Muhakkak ki imtihanlara tâbi tutulacak, birçok ibtilâlara musibetlere maruz kalacaktır. Ömür imtihanlarla ibtilâlarla doludur.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Mükâfatın çokluğu ibtilânın büyüklüğüyle beraberdir. Allah bir topluluğu sevdiği zaman şüphesiz ki onları ibtilâlarla imtihan eder.
Kim ki rızâ gösterirse Allah'ın rızâsı o kimseyedir. Kim de öfkelenirse, Allah'ın gazabı o kimseyedir." (İbn-i Mâce: 4031)
Allah-u Teâlâ her müslümana bir ibtilâ taksim etmiştir. İnsanın ibtilâdan kaçması, onu istememesi boşunadır. Takdir ettiği ibtilâ muhakkak başına gelecektir. Kula düşen Hakk'a sığınmak ve bitmesini beklemektir. Damlaya damlaya biter, sonra gider, sonu hayırla neticelenir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Andolsun ki biz sizi imtihan edeceğiz. Tâ ki içinizden cihad edenlerle sabır gösterenleri meydana çıkaralım." (Muhammed: 31)
İlâhî emirlere uyarak, değil malını, canını bile ortaya koyan, isteye isteye ortaya atılan, en şiddetli ibtilâlara karşı sabır göstererek ilâhi takdire teslimiyette bulunan müminler belirlenmiş olsun.
Allah-u Teâlâ öyle bir imtihan tertip eder ki, bu imtihanda hakiki müminler ortaya çıkar, münafıklar da rezil ve rüsvay olurlar.
Bu imtihan bilgi edinmek maksadıyla değil, bilgilendirmek kabilindendir. Allah-u Teâlâ insanların ne yapacağını ilm-i ezelîsinde biliyordu. Onların da bilmesi için imtihan sahnesine göndermiştir.
"Ve haberlerinizi de açıklayalım." (Muhammed: 31)
İman ve sadakatinizle, yaptıklarınızla ilgili haberleri ortaya döküp beşeriyete ilân edelim de güzellikleriniz açığa çıkmış olsun. Çünkü haber, haber verilen şeye göredir. Haber verilen şey iyi ise, haber de iyidir, kötü ise haber de kötüdür.
Nitekim İbrahim Aleyhisselâm'ı oğlu İsmail'i kurban etmekle imtihana çekmiş, o ise sadâkatini en güzel şekliyle ispat etmişti. Allah-u Teâlâ o zamanda İbrahim Aleyhisselâm'a yaptığı in'am ve ihsanla kalmamış, kıyamete kadar nesiller ve çağlar boyunca hatırasının anılacağını Âyet-i kerime'sinde haber vermiş ve:
"Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık." buyurmuştur. (Saffat: 108)
Bu ve buna benzer birçok misaller vardır.
Duâ ederken; "Allah'ım hükmün arzumdur. Hakkımdaki hükmünü sevdir." diye niyaz ederiz.
Kendimle ilgili hususi ne istiyorsam; Allah'ım! "Ben hükmünü istiyorum" derim. Çünkü belki benim isteğim O'nun hükmüne ters düşebilir, isteğim yanlış olabilir, hata yapabilirim, senin takdirin esastır. Ben hükmüne râzıyım, onu kabul ediyorum. Allah'ım! "Hükmünü sevdir" derim, o kadar.
Ben senin iradeni ve hükmünü istiyorum. Çünkü isteyişimde yanılabilirim. "Niçin istemedin?" demesin diye, buraya dayanarak istiyorum, amma asıl senin hükmünü istiyorum. Benim isteyişim yanlış olabilir.
"Yâ Rabb'i! Benim isteğim şudur ki senin isteğindir, benim arzum şudur ki senin arzundur."
Hükmün, muradın ne ise onu istiyorum. Ondan gayrısından Allah'ıma sığınırım. Çünkü belki bir şey isterim, O da verir, sonra pişman olurum, amma iş işten geçer.
"Allah'ım! Hükmünü sevdir!"
Ve onu seviyorum, kendi arzumu değil, Sahib'imin hükmünü seviyorum. O'ndan ne gelirse! Çünkü vallahi beni benden fazla sevdiğini çok iyi biliyorum. Madem ki beni benden fazla sevdiğini biliyorum, benim nefsimle ne ilgim olur?
Allah-u Teâlâ kâinat ve insan hakkında Levh-i mahfuz'da ne ki yazmışsa o tecelli eder. Bir kâğıt, üzerindeki yazıyı silmeye muktedir midir? Değildir. Kâinat da kâğıttır, insan da bir kâğıttır, üzerindeki yazıyı silemezler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Kim Allah'ın takdir ve taksiminden râzı olursa, Allah da ondan râzı olur." buyuruyorlar. (Câmiüs-sağir)
Allah-u Teâlâ kâinatı yaratmadan önce mahlûkat hakkındaki takdirini Âyet-i kerime'lerinde haber vermektedir:
"Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir Kitap'ta yazılmış olmasın." (Hadid: 22)
Her türlü muvaffakiyetler Allah-u Teâlâ'nın lütfu olduğu gibi, bütün musibetler de ezelî ilminde yazılmış bir takdiridir.
"Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır." (Hadid: 22)
Yarattığı mahlûkatın takdirini önceden ve ayrı ayrı tayin etmek O'na güç değildir.
Onun içindir ki böyle bir inanca sahip olmalı ve o yolda hareket etmelidir. İbtilâlara karşı kadere bağlanmanın; kalbe sağlamlık vermesi yanında, gerek acı ve gerekse tatlı hadiseler karşısında insanı sarsmayan bir faydası vardır.
Bu husus Âyet-i kerime'de şöyle beyan buyurulmuştur:
"Bu, elinizden çıkana üzülmemeniz ve Allah'ın size verdikleri ile sevinip şımarmamanız içindir." (Hadid: 23)
Üzüntüden maksat ümitsizliğe düşüren üzüntüdür, sevinçten maksat da şımarıklığa ve taşkınlığa iten sevinçtir. Burada her ikisi de yerilmektedir.
Hepsinin de takdir edilmiş olduğuna imanı olan kimseler, insan olarak üzüntü duysalar da; ne üzüntünün ızdırabına ne de sevincin gurur ve heyecanına kendilerini kaptırmazlar. Hepsinin Hakk'tan indiğini ve nice nice gizli hikmetler bulunduğunu bilerek her iki halde de gönüllerini Allah-u Teâlâ'nın mağfiret ve hoşnutluğuna bağlarlar.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- buyurur ki:
"Yaktığını yakan ve bıraktığını bırakan bir ateşe dokunmam; olmayan bir iş için 'Keşke olsaydı!' dememden bana daha sevimli gelir."
Her nimet ve musibetin takdirle olduğunu bilen bir kimse, kaybettiğine fazla üzülmez, elde ettiğine fazla sevinmez. Allah-u Teâlâ bunların pek yakında yok olmasını takdir edebilir. Elden çıkan düşünmekle geri gelmez, elde edilen de sevinmekle devam etmez.
"Allah kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez." (Hadid: 23)
Çünkü dünyadaki payına sevinerek böbürlenen bir kimse bununla başkalarına karşı övünür, insanlara karşı büyüklük taslar.
Kendini beğenip nefsine güvenen kimse Rabb'ine ihtiyaç hissetmez. Allah-u Teâlâ da onu kendi haline bırakır. Daha o zaman imtihanı kaybetmiş olur.
Dünya saâdetini ve ahiret selâmetini arzu eden kimse, ortak ve yardımcıdan müstağni olan Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne yönelip, sebeplerini halketmesini de o Zât-ı Ecell-ü Âlâ'dan istemelidir.
Hayır ancak Allah-u Teâlâ'nın kudret elindedir. Hayrı da şerri de ancak O bilir. Biz iyilikleri O'ndan isteyeceğiz. Her şey O'nun takdirine dayanır, her şeyi dilediği gibi yapar.
Sinemaya giden bir insan, film seyrederken bazen heyecanlanır. Nihayet ışıklar yanınca bir hayal olduğunu anlar. Dünya da böyledir. İnsanın başından, herkesi hayretler içinde bırakan birçok hadiseler geçer. Nasıl takdir etmişse hep o işler olur, başkası olmaz. Olmadığına göre telâşa da lüzum yok, endişeye de lüzum yok.
Kul bütün iyiliklerini Hakk'tan bilecek, kötülüklerini ise kendi nefsinden. Kula düşen budur.
Bir mühim husus da şudur ki; enbiyâ-i izam ve evliyâ-i kiram hazerâtının şefaatlarını temenni etmek, onların hürmetine bir musibet ve kederden kurtulmayı Allah-u Teâlâ'dan niyaz etmek de O'na olan merbudiyete, O'nun takdirine teslimiyete mâni değildir.
Musibet tıpkı deniz dalgası gibidir, birbiri ardınca devamlı gelir. Allah-u Teâlâ isabet ettirmemeyi dilemişse, denizin dalgasını seyrettiğin gibi olursun. Dalgalar sana gelir, fakat hiç dokunmaz, dışarıdan seyredersin. En hayırlısı dışarıdan seyretmek.
Bütün kâinat düşmanın olsa, O seni hıfz-ı himaye etmeyi dilemişse:
"Allah'ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez." (Teğâbün: 11)
Âyet-i kerime'si mucibince bir tek kılına zarar gelmez.
Bütün kâinat dostun olsa, kahretmeyi murad ettikten sonra, kıl kadar kimsenin sana yardımı olamaz ve seni kurtaramaz.
Sanki o musibet, bizâtihi insana yönelmiş, isabet etmek için Allah-u Teâlâ'nın iznini beklemektedir.
Nice musibetler vardır ki, sabırlarından dolayı fazla sevap almak, günahları örtmek ve benzeri başka bir şey için insana gelip çatar.
Kişinin işlediği bir kötülük sebebiyle başına gelen musibetler de ancak Allah-u Teâlâ'nın izni ve iradesi iledir.
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir." (Şûrâ: 30)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.
Buradaki musibetten maksat, herhangi bir musibettir. Vücuduna batan bir dikenin acısı, her türlü üzüntü, sıkıntı, korku ve her türlü hastalıklar birer musibettir. İbtilâ bununla da kalmaz, insanın malında, aile efradında, çocuklarında da olabilir.
"O yine de çoğunu affeder." (Şûrâ: 30)
Dünyada hesaba çekmez, kötülük yapanları hemen cezaya uğratmaz. Bu da O'nun rahmetinin bir eseridir.
Hakk yolda bulunan bir müminin karşılaştığı sıkıntılar onun sadece günahlarına kefaret olmakla kalmaz, Allah katındaki derecesini de yükseltir.
•
Hiçbir şey yoktur ki ibtilâsız verilmiş olsun. Seneler önce, üzgün bir anımızda Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'in bir kitabından bir sayfa açtık.
"Ey derdine derman arayan, yetmez mi sana derman için dert,
Derdine derman arar isen ölümü tercih et."
Mısraları karşımıza çıktı, bize büyük teselli verdi. Meğer derman için dert kâfi imiş.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'in beyanları da ne kadar güzel:
"Muhabbet erbabının yolunda âsâyiş bulunmaz,
Gönlü yanık âşığın hazzı elemlerdir."
Yol böyle, böyle kurmuşlar, böyle murad etmişler. Çünkü ihlâs ile sadâkat imtihanda belli olur. İnsanlar her zaman imtihandadır, ibtilâdadır. Kazanan kazanır, kaybeden kaybeder. Güzellik anında bakarsınız herkes güzel, ibtilâ anında ise kimin içinde ne varsa o meydana çıkar.
Kulluk imtihan neticesinde belli olur. Orduda bir subay büyük bir yararlılık gösterince, rütbesi bir anda yükseldiği gibi, bir kul da başına gelen ibtilâya sabrettiği zaman kulluğunu göstermiş, derecesi yükselmiş olur.
Seyr-ü sülûk esnâsında hedefe çabuk varmak için, insan bazen hususi imtihana tâbi tutulur, ibtilâya maruz bırakılır. Çünkü ibtilâ sâliki kendiliğinden ilerletir.
•
İbtilâya düşene acımayın; bir kimse Allah'ın, Habib'inin ve sevgililerinin gönlünden düşerse ona acıyın.
Hayrın ve şerrin nede ve nerede olduğunu kişi bilemeyeceği için, Allah-u Teâlâ'ya sığınmaktan ve hakkında hayırlı olanı dilemekten başka bir çare yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey, hakkınızda hayırlı olabilir ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda şer olabilir. Allah bilir siz bilmezsiniz." (Bakara: 216)
Hoşlanıp hoşlanmamak sadece bir duygudur. Sadece bununla iyilik ve kötülük, yarar ve zarar bilinemez. İnsan aklı iyiye ve kötüye, güzele ve çirkine tam olarak vâkıf olamaz. Vâkıf olan Allah-u Teâlâ'dır.
İnsanın teslimiyeti tam olursa, bir dere geçileceği zaman, onu geçmeden önce hazırlarlar. "Geç!" denildiği zaman düşünmeden geçer. Halbuki o geçmemiştir, önceki hazırlıktan ötürü geçirilmiştir. Fakat hazırlıklı olmayanın karşısına küçücük bir dere çıkar. Ona "Geç!" derler. "Ben burada düşerim!" der. "Düşerim!" dediği anda düşer zaten.
İnsanlar hep imtihandadır. Allah-u Teâlâ'nın kişiyi ne ile imtihana çekeceğini bilemez. İmtihandan sonra gösterilecek teslimiyete göre kişi derecesini alır. Kimin ne derece teslimiyet gösterdiğini ancak Yaratan bilir.
•
Biz insanlar muhakkak ki imtihanlara tâbi tutulacağız. Birçok çilelere maruz kalacağız. Göstereceğimiz sadakat nispetinde Allah-u Teâlâ derecemizi ölçmüş ve bize vermiş olacak. Yoksa bizim ne yapacağımızı ezelî ilmi ile biliyordu.
Şehirlerin girişlerinde "Filan şehirdir." diye levhalar bulunur. Çıkışta da aynı levha vardır, çıkış olduğunu bildirmek için kırmızı bir çizgi çizilmiştir. Halbuki o levhalar aynı zamanda yazıldı. Girerken şehrin ismini, çıkarken bitimini görüyoruz. Bunun gibi, Allah-u Teâlâ insanları daha dünyaya göndermezden evvel girişlerini de çıkışlarını da takdir etmişti. Ne yapacaklarını hep biliyordu. Bu bilgisi üzerine takdir etmiştir. Biz bir insan iken o tabelaları yazıyoruz, oraya oraya dikiyoruz. O Hâlik'tır, ilmi her şeyi kuşatmıştır.
İnsanları dünyaya göndermesindeki maksat kişilerin de yapacaklarını bilmeleri içindir. Yoksa Allah-u Teâlâ'nın öğrenmesi için değildir. İnsanların ne yapacaklarını ezelî ilmi ile biliyordu. Kendilerinin de bilmeleri için bu imtihan âleminde bulunduruyor.
Eğer Allah-u Teâlâ bizi bu dünyaya gördermeseydi gayet haklı olarak iddialarda ve itirazlarda bulunacaktık. "Aman Allah'ım! Senin bir kulun olarak hiç bu işleri yapar mıydım?" diyecektik. Allah-u Teâlâ: "Ey kulum! Ben senin bunları yapacağını biliyordum, sen de gör yaptıklarını." diye bize göstermek için bizi gönderdi. Yoksa ne yapacağımızı bilmediğinden değil. Allah-u Teâlâ'nın takdiri takdirdir. Bir insanın O'nu böyle tanıması gerekir.
Durum bu şekilde olmasına rağmen kader mevzuuna girmemek gerekiyor. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kader mevzusunda derine dalmamayı tavsiye buyurmuşlardır. Fazla ileri gidilirse zındıklık husule getirir. Şeytan işini kadere havale etti, yalvarma lüzumunu hissetmedi kâfir oldu. Âdem Aleyhisselâm ise hatayı kendi nefsinde aradı. Mevlâ'sına yöneldi, istiğfar etti, Mevlâ da onu affetti.
Kul bütün iyiliklerini Allah-u Teâlâ'dan, kötülüklerini ise nefsinden bilecek. Her emr-i şerif'ine incelikle dikkat edecek, yasaklarından kaçınacak. Kula düşen budur, kula başka bir şey düşmez.
Kim böyle yaparsa şu Âyet-i kerime'deki ilâhî lütfa mazhar olur:
"Onlar ki bir kötülük yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir? Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler." (Âl-i imran: 135)
Allah-u Teâlâ sevdiği kullarını nefislerinin istemediği şeylerle imtihan etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde:
"Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz." buyuruyor. (Enbiyâ: 35)
Bu dünya öyle bir imtihan ve deneme yeridir ki, her hayrın önünde bir şer engeli vardır.
Kimi insan bal ile kimi insan zehir ile tedavi edilir. Hangisi ile şifa bulacağını ancak Mevlâ bilir. Bal ile şifâ bulacak bir hastaya zehir, zehir ile şifâ bulacak bir hastaya da bal verilirse, hastalığı daha da artar.
Zehirle tedavi gerçekten acı gibi görünür. Karşıdan gören öldü veya ölecek zanneder. Bir gün, bir sene yahut birkaç sene sürebilir. Halbuki burada ölen nefistir, dirilen ruhtur. Dolayısıyla o zehirde hayat vardır. Allah-u Teâlâ sevdiği için o zehiri içirmiştir. O ise Allah-u Teâlâ'nın kendisine zulmettiğini zanneder, lütfettiğini bilmez.
Bu zehir nasıl olur? Meselâ ona huysuz bir kadın veya hayırsız bir evlât verir. İçten dıştan ibtilâlara maruz bırakır. İçten gelmezse dıştan gelir; komşudan, arkadaştan gelir. Ne suretle zehir alacağını ona rızık taksimi gibi ezelden takdir ve taksim etmiştir, o anda vermemiştir.
Hayat seyrimizin bütün anlarını bilir, zamanına göre o ibtilâyı verir.
Nefis o ibtilâ esnasında acıyı duyunca ruh onun zulmünden sıyrılır ve dirilir. Yılanın boğazı sıkıldığı zaman ağzındaki kurbağayı çıkarır, çünkü kendi hayatı gidiyor. Nefis de böyledir, arzuları ile ruhu daima kendi himayesine almaya çalışır. Fakat sıkıştırıldığı zaman, hayatı tehlikeye girdiği için herşeyi unutur. İşte Allah-u Teâlâ böyle büyük bir ibtilâ ile de en büyük şifâyı bahşeder.
Aynı zamanda ibtilânın imtihanı da vardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar öyle kimselerdir ki, Allah kalplerini takvâ için imtihan etmiştir." (Hucurat: 3)
İmanımızın derecesi imtihan zamanında belli olur. Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himaye ettiği kullar, imtihanda olduğunu görür gibi inanır ve teslim olur. Buna "Firâr-i İlâllah" denir, Allah'ına sığınıp başka hiç kimseden bir şey beklemez.
•
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin başına gelen ibtilâya bakın ki bir oğlu, çok sevdiği diğer oğlunu vurdu. Giderken de onu vurmaya gittiğini söylemiş. Vâlide Hanım: "Efendi! Sana: 'Onu vurmaya gidiyorum.' dedi de niçin mâni olmadın?" dediğinde:
"Hazret-i Allah takdir ettiği işte kişinin basiretini bağlar." buyurmuş.
Vâlide Hanım söylemişti, Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri: "Kimseye demezsen sana Ahmet'i gösteririm." buyurmuş, o da söz vermiş.
Bir gün sabah namazından sonra Ahmet eve gelmiş, babasının ve annesinin elini öpmüş. Bir müddet oturduktan sonra:"Hadi oğlum kalk git!" buyurunca kalkıp gitmiş. O gider gitmez Vâlide Hanım komşulara söylemiş, ondan sonra bir daha da görememiş.
•
Farz-ı muhal ki; bir düşmanınızla dövüşüyorsunuz. Bir dostunuz yetişti, bir darbede onu tesirsiz bıraktı ve siz kurtuldunuz.
İbtilâ işte bu dostunuz gibidir. Ruh nefisle mücadele ve münâkaşa halinde iken, Allah-u Teâlâ nefse bir ibtilâ verir, nefis o darbe altında bocalayıp inlerken ruh kurtulmuş olur. Yani ruh, düşmanı olan nefsin elinden ibtilâ ile kurtulur.
İbtilâ bu kadar değerlidir, daha doğrusu Allah-u Teâlâ'nın büyük bir ikramıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Allah kime hayır dilerse onu musibete uğratır." buyuruyor. (Buhâri)
Herkes ateş olarak görür, içindeki nuru dilediğine gösterir. O'nun her taksimi güzeldir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Erkek olsun, kadın olsun bir mümin Allah'ına günahsız, tertemiz kavuşuncaya kadar; başından, çoluk-çocuğundan, malından ibtilâ eksik olmaz." (Tirmizî)
Cenâb-ı Hakk lütuf ve ihsan buyurmuştu, yeni intisap etmiştik. Üç veya dört gün sonra yatsı namazı için abdest alıyorum. Bakıyorum ki Efendi Hazretleri'nin gece evine girip çıkanlar var. Tabi hiçbir şey bilmiyorum. Hem çocuğum, hem yeniyim. Ne var bir bakayım dedim. Meğer Adapazarı'ndan Cevdet Hoca gelmiş, birçok kimseler gelmiş ziyaret ediyorlar.
Elimize fırsat geçmişken biz de gidip istifade edelim dedik ve peşlerinden gittik. Gittim ama oda tıklım tıklım dolu. Bir yer bulamadım, oda kapısının arkasında bir yer buldum orada oturdum.
Bu arada boş oturmaktansa râbıta yapmak hatırımıza geldi, içimizden doğdu. Bir râbıta yaptım hiçbir şey alamadım. Halbuki Efendi Hazretleri karşımda. Bir râbıta daha yaptım yine bir şey alamadım. Üçüncü defada bir Fâtiha-i şerif, üç İhlâs-ı şerif okuyup râbıta yapınca birdenbire bütün vücudum Efendi Hazretleri'nin yanına gitti. Bir anda Efendi Hazretleri'nin huzur-u saadetlerine uzanmış olduk, bu uzanış hâlledir, kal ile tarifi imkânsızdır.
Ellerinde bir kılıç ile tecellî ettiler, uzanmamla kılıçlarını çekmeleri bir oldu, biz de boynumuzu uzattık. Kesilmesi bir kıl mesabesinde idi. Boynuma bir damla kadar kaldı. O bir damla miktarı kalınca çekti kılıcını o kadar. Kendime geldiğimde kendimi yine oturuyor gördüm. Bu ilk intisabımızda, hayatta en canlı bir şekilde bir sahne geçti. Hepsi bir an içinde oldu, an içinde an.
Misafirler elini öpüp yavaş yavaş ayrıldılar, yatsı namazına gittiler. Ben en sona kaldım. Efendi Hazretleri'nin elini öptüğümde elimi tuttu. Uzun zaman bırakmadı. Bu hayatımın ilk imtihanı. Daha üç günlüktüm. Benim ilk imtihanım hayat vermekle başladı. Hamd-ü senâlar olsun. Böyle kendiliğinden boynumu uzattım, kılıcı çekti bir damla kaldı. Kesilmesi adeta kıl mesabesindeydi. Bu ilk imtihanım hayatla, ölümle oldu.
Yani orada büyük bir can imtihanı geçmiş oldu.
Tasarruflarını kullandılar ve imtihana tâbi tuttular. "Acaba boynunu uzatacak mı çekecek mi?" diye.
Allah-u Teâlâ evvelden ikramda ihsanda bulunduğu için boynumuzu uzattık, onlar da kılıcını kaldırdılar. Bu artık kulun yapacağı bir iş değildi, orada zuhur eden Allah-u Teâlâ'nın ezelî ikramı ve ihsanı idi. Kıl kadar kalınca kaldırdılar, bunun büyük bir imtihan olduğunu anladık.
Henüz bir haftalık iken canımızı verebileceğimiz, o teslimiyet lütfedildiğinden, aynel-yakîn husule geldi ve boynumuzu uzatmış olduk. Gizli bir noktadır.
"Allah'ım! Bu uzattığım boynu bir daha geri çektirme! Bu boyun senin, bu kafa senin, onu rızânda kullan!" dedik.
İmtihan an içinde an oluyor, aklın çalışmasına yer kalmıyor. İmtihan olduğu bilinsin yahut bilinmesin. An içinde âna tâbi olduğu için, orada ancak Allah-u Teâlâ'nın ezelî lütfu husule geliyor, meydana çıkmış oluyor.
Râbıta-i şerif'ten önce okunan Fâtiha-i şerif ve İhlâs-ı şerif'ler oradan kalmadır.
Bir gün Ravzâ-i Mutahhara'da bulunuyoruz. "Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz mi büyük mükevvenât mı?" diye imtihana tâbi tuttular. Bir Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i düşündük, bir de mükevvenâtı düşündük. O anda âlemler gözümüze büyük gibi göründü ve durduk. Durunca "Olmadı!" buyurdular. Zaten imtihanlar anidir. Olmadığını biliyorduk. Çünkü Câbir -radiyallahu anh- Hazretleri'nin Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e sorduğu suâli ve cevabını kardeşlere defalarca nakletmiştik. O anda mevcûdat niçin gözümüzde büyüdü?
Bu zâhiri ilimdi. Kâlen söylüyorduk. Hazret-i Allah o mevzunun bâtınına eriştirmediği için o noktaya yetişemedik, mânen uzanamadık. "Olmadığını zaten kendim biliyordum." deyince, Mevlâ o hâli lütfetti, aşamadığım merhaleyi Onlar aşırdılar. Zâhiri bilgimiz bâtına döndü.
•
Muhabbet Hakk'tan gelir, halktan gelmez. O bir sermayedir. "Yâ Rabb'i ne olur, kalbime muhabet ihsan eyle, senin ihsanınla muhabbet edeyim." diye niyâz edilecek. Mevlâ muhabbet ihsan buyurursa, o sermaye ile O'nunla veyahut O'nun sevgilisi ile alış verişe kabul edilir.
Kişi bu sayede muhafaza da edilir. Bu onun tasavvuru haricinde bir muhafazadır. Mânevi imtihanları da, zamanında doldurdukları için kolayca aşar. O aştım zanneder, halbuki aşırılmıştır. Onun geçeceği geçitleri daha iyi bildikleri için, onu doldurmuşlardır. Buna o muhabbet o merbudiyet vesile olmuştur.
İmtihanlar ânidir, insanın ne ile imtihana çekileceği belli olmaz. Her imtihanın bir geçiti vardır.
Nihayet şeyhte fâni olduktan sonra muhabbet Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e geçer, Fenâfirrasul tahsiline başlanır. O zamana kadar Lafzâ-i Celâl çekiliyordu. Lafzâ-i Celâl "Cezbe-i zâtiye" husule getirir. Fenâfirrasul'e geçtiği zaman Kelime-i Tevhid verilir ki Cezbe-i Kayyumiye" husule gelsin. Hazret-i Allah'ın lütfu tecelli edip şeyhteki muhabbet Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e geçtiğinden, teslimiyeti kadar Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onu sever, onu muhafaza buyurur. Kur'an-ı kerim'in emir ve nehiyleri ile Sünnet-i seniyye ona sevdirilir. Onun yolu üzerinde yürümeye azim ve gayreti çoğalır. Daha ince hâl üzerinde dikkati artar.
Artık birinci mektep bitmiştir, diğer beş mektepten ikincisi yani orta tahsil başlamıştır. Ne kadar muhabbeti varsa, o kadar kalın borudan feyz-i ilâhi'ye alır. Aldıkça kalbi inşirah bulur. Çekilemeyen birçok dertleri çekmeye birçok gizli hallere nail olmaya, birçok hakikatlara vakıf olmaya başlar. Fakat bunların hepsi kendisine hiçliğini öğretmekten ibarettir. Daha önce bir şey bildiğini zannederken, hiçbir şey bilmediğini öğrenmeye başlar. Fakat bu cidden çok mühim bir süzgeçtir.
Biz saman çöpü gibi olalım. Dalga bizi ne tarafa atarsa orada bulunalım. Bazı şeyler vardır, isteriz olmaz. Bazı şeyler de vardır, olmasın deriz olur. Bilmeyiz ki hangisi hakkımızda hayırlıdır. Gaybı bilen yalnız Hazret-i Allah'tır.
Bu noktada fakirin niyazı şöyledir:
"Allah'ım! Dileğim dileğindir..."
Yani neyi diliyorsan onu diliyorum, başka dileğim yok.
Ölüm dahi olsa, Hazret-i Allah'ın dilediği şey, en güzel bir şeydir. Halbuki ölüm acı gibi görünür. Hiç de öyle değil. Hakk'ın dilediği her şey güzeldir. Takdir-i ilâhi bizi ne tarafa götürürse orada kalalım.
Bir yerden bir yere taşınmak, gidilen yere intibak etmek kolay değildir. Elde olmayan bir şeye boyun bükmek, bizi gerçekten Hakk'a boyun bükmeye alıştırmış olur.
Belki Hazret-i Allah size daha güzel bir zemin hazırlamıştır, mânevi ekilmeler olabilir. Böylece hem kendiniz hem de beşeriyet için faydalı olmuş olursunuz.
İkinci faydası, bu da bir ibtilâ sayılır. İbtilâ insanı dünyadan soğutur, Rabb'ine yaklaştırır. İnsanın sevdiği dallar elinden gittikçe, Hakk'tan başka dayanağı kalmaz.
Bazı mühim ameliyatlar olmuştu. Ameliyattan dört gün evvel: "Senin ibtilan bitmedi, bir ameliyatın daha var!" buyurdular.
"Allah'ım! Beni sürüklendirme, katından bir şifa ikram et de ben oraya bir daha gitmeyeyim." dedim.
Ama bu sözüm çok hatalıymış. Gitmeden bu sözün hata olduğunu idrak ettim ve çok istiğfar ettim. Çünkü Rabb'ime; "Her emrine amadeyim, boynum büküktür." diye söz vermiştim. Bu ricam, emre karşı gelmiş. Bunun için bunu idrak ettim, pişman oldum ve çok istiğfar ettim. Bir yalvarmam bu kadar hataymış, hâşâ ya itiraz etseydim?
Nitekim Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri bizim bu halimizi ta o zaman görmüşler, "Hâtmü'l-Evliyâ" kitabında şöyle tarif ediyorlar:
"Onun içinde kendisi için takdir edilmiş herhangi bir hata ile karşılaştığı vakit, bunu Sahib'ine affettirmek için nasıl bir hale düşüp de ondan kurtulduğunu ben sana tarif etmek istesem, on binde birini dahi tarif edemem!
Onun her tüyü Allah-u Teâlâ'ya karşı imdat dileyerek feryâd eder. Her damarı O'na karşı acı içinde inim inim inler. O artık her mafsalına lânet ederek korkuyla ürperir ve kendinden geçer. Nefsi dehşete düşer. Kalbi sersemleşir. O'nun celâline nazar ettiğinde, kendisini neredeyse helâk olacakmış zanneder. Muhabbetine nazar ettiğinde ise, kendisini kışkırtanları âdetâ yakıp kavuran bir ateşle içiçe olduğunu hisseder. Öyle ki, onun şiddet ve sıkıntısıyla neredeyse bitip tükenecektir. Böylelikle bütün dünya musibetleri göğsünün üzerine yığılmış olur. Allah ona rahmet edip de, kendisini bundan yana rahata çıkarmadıkça hiçbir şeyle tatmin olmaz. Bunun bıraktığı eser kalbinin üzerinden bir türlü gitmez. Kalan bu eserin izi ondan ne zaman silinip gidecektir? Allah ondaki bu zulmü kendisinden kaldırmadıkça, bu esere her bakışında mânevî bir açlık ve utanç içinde gözyaşları her yanı sarar." ("Hatmü'l-Evliyâ", 11. Bölüm)
Halbuki zâhiren bakıldığında hiçbir şey yok. "Allah'ım başka türlü tahvil et... Şifa ver, gitmeyeyim!" dedim.
Cenâb-ı Hakk istiğfarımı kabul etti. Ve yola koydu, ameliyata da soktu. Sonra derece ihsan etti. Bizim dereceden haberimiz yoktu. Tekâmüliyetim bu ameliyatın içindeymiş. Meğer o ameliyatla benim tekâmüliyetim sona eriyormuş.
Hazret-i Allah'a ulaşmak için gizli yol var. Bu yol mânevi bir dağ gibidir. Bu dağ çok büyük; Hakk'a ulaşma yeri. Bu mânevi dağa çıkanlar Hazret-i Allah'a ulaşıyor. Ve bütün Hakk âşıkları o dağa hücum eder. Fakat o dağın tuzakları var. Herkes o dağa hücum etmiş ama iki büyük tehlikesi var.
Birincisi; o dağ çok kaygan, ikincisi; şeytanın avladığı yer orası. Hem çok kaygan, hem de şeytanın tuzak yeri.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri kendisine ulaştırmayı ve kurtarmayı murat ettiği kulunu o mânevi dağda gizli bir tünelden geçirir. Burası muhafaza kabıdır. Bu tünel tamamen gizli bir yerdir, dilediğini oradan alır.
Herkes dağa tırmanır ama o tüneli kimse bilmediği için oraya giremez ve kayar. Bu tünelde merdivenler mevcut, her merdivende de ayrı ayrı tecelliyatlar ve tekâmüliyetler var.
Her velinin oradan süzülmesi zarurîdir. Ne kadar tekâmül edecekse, o merdivende tekâmül eder. Nasibi varsa eder eder eder başka basamağa basar. Orada da nasibi kadar tekâmül eder, başka basamağa basar. Bu basamaklar sonsuzdur. Artık tekâmüliyetin son noktasına kadar gider. Cenâb-ı Hakk izin verirse bu son noktada ene kabuğunu deler çıkar. Ruh misal âlemine gider, ceset kalır. Kabir de böyledir. Ruh çıkar, ceset kalır, fakat vücutla irtibatı olur. İşte şimdi ikinci defa doğdu. İkinci doğuşta "Fenâfillah" olur. Vücut kabirde kalır, ruh misal âlemine çıkar.
Yani en son merdivende Fenâfillah'a ulaşır, ene kabuğunu deler, Hakk'a ulaşır. Bu çok gizli bir tecelliyattır. O tecelliyat bitecek, o merdiven aşılacak ki O'na ulaşılacak.
Tünel gizli olduğu için şeytan oraya ulaşamıyor. Cenâb-ı Hakk da seçtiği kulunu oradan çekiyor. İşte kurtuluş yeri burası. Nasıl? Kimi kurtarmayı murat ettiyse, buradan ulaşır, buradan gidilir.
Cenâb-ı Hakk'tan gelecek her şeye peşinen râzıyım. İşte benim o anda tekâmüliyetim verilmiş ama onu istememişim, onun için peşinen Cenâb-ı Hakk'ın takdirine râzıyım. Yâ Rabb'i, her takdirine benim başım büküktür!
Rabb'im sevdiği için o merhaleyi aşırmak istemiş ama benim cehaletim mani oluyordu. Rabb'im lütfundan sevdiği için o merhaleyi bize aşırttırmak istedi. Ama benim cehaletim mani oluyordu, mazallah. Fakat çok çabuk toparladım, istiğfar ettim, Mevlâ da kabul buyurdu.
Şimdi on ameliyatım olsa, ölsem umurumda değil. Çünkü bu tekâmüliyetimmiş.
Dolayısıyla, Allah-u Teâlâ'ya yakın olan insanların hasta oluşuna, ibtilâ çekişine acımayın. Hastalık, günaha kefarettir, yıkar. İbtilâ, derecelere işarettir, çıkarır. Bununla Cenâb-ı Hakk sevdiği kulunu kontrol altına alır ve bunları yapar.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir ağacın altında oturuyordu. Ashâb-ı kiram'ı da etrafını sarmıştı. Bir ara hastalıklardan ve dertlerden bahsederek şöyle buyurdu:
"Mümine bir hastalık gelir, sonra da Allah ona şifâ verirse, bu hastalık onun geçmiş günahlarına kefâret olur.
Şayet münafık hastalanır, sonra da kendisine âfiyet verilirse; o, sahibi tarafından bağlanıp da salıverilen, fakat niçin bağlandığını, niçin salıverildiğini bilmeyen bir deve gibidir."
Orada bulunanlardan bir zât:
"Yâ Resulellah! Hastalık nedir? Ben aslâ hiç hastalanmadım." diye sorunca Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Kalk! Sen bizden değilsin." buyurdu. (Ebu Dâvud: 3089)
Hadis-i şerif münafığın hastalıktan ders almayacağını, tevbeye yönelmeyeceğini, hastalığının ne geçmişteki hatalarının affı hususunda, ne de gelecekte günah işlemek hususunda bir fayda temin etmeyeceğini ifade etmektedir.
Atâ bin Ebî Rebah -rahimehullah- der ki:
"Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- bana: 'Sana cennetlik bir kadın göstereyim mi?' dedi. Ben de: 'Evet göster!' dedim.
'İşte dedi şu siyah kadın var ya, o Resulullah Aleyhisselâm'a gelip 'Ben saralıyım, nöbet gelince üstümü başımı açıyorum, Allah'a benim için duâ ediver de hastalıktan kurtulayım.' dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Dilersen sabret, sana cennet verilsin, dilersen sana şifâ vermesi için Allah'a duâ edivereyim!" buyurdu.
Kadın: 'Öyleyse sabredeceğim, ancak üstümü başımı açmamam için Allah'a duâ ediver.' dedi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de kendisine duâ etti." (Müslim: 2576)
Ve kadın bir daha açılmamıştır.
Zahirî hastalıklar zararlı gibi görünür, insanın nefsine ağır gelir, fakat faydası daha çoktur. Hadis-i şerif'te kul için hastalıkların Allah-u Teâlâ tarafından hediye olduğu beyan buyuruluyor.
Diğer bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:
"Allah, mümin kulunu hastalığa mübtelâ eder ki, üzerindeki bütün günahları döksün." (Hâkim)
Allah-u Teâlâ kulundan kuvvetini ve lezzetlerini alırken, günahlarını da alıyor.
Daha sonra şifâsını vererek birçok nimetlerini mükâfatı ile beraber yine iâde ediyor.
Hastalık, insana ölümü hatırlatır. Yönünü ebedî ahiret yurduna çevirmesine sebep olur. Tûl-i emeli, dünyaya muhabbeti azalır, ümitleri kırılır. Bazı hastalıklar da vardır ki şehidliğe vesile olur. Zararı ise kişiyi ibadetten alıkoyar.
Rüyâ; "Dar bir tünelde kayık içinde gidiyoruz. Su akıntı şeklinde olduğu için kayığı çekmeye lüzum kalmadan yürütüyor. Bazen sağa sola yalpa yapıp çarpacağı sırada, kenarlardan tehlike işareti veren sesler geliyor. Kayık da gidişatını düzeltiyor..."
Efendim, zâhiri olduğu gibi bâtıni yani mânevi imtihanlara tâbi tutuluyoruz. O gördüğünüz çıkışlar mânevi imtihanlardır. Denenmek için gelmiş bulunuyoruz.
Size şöyle deniyor ki, kazananlar Hazret-i Allah'ın lütuf rızâsına nâil oluyorlar. O gördüğünüz dere ise, yeni yeni akara gidiyorsunuz. Biz birçok tehlikelere meylediyoruz amma, tasarrufları ile o tehlikelerden, o meylettiğimiz yerlerden bizi çeviriyorlar.
Bu meyanda şöyle düşünmemiz lâzım. Bu tehlikelerden bizi çevirmeseler biz bilmezdik ve dönmezdik. Demek ki her an için idare ediliyoruz. Bunu anladığımız zaman bizimle her an meşgul olan kuvvete o nispette minnettar olmamız lâzım.
Hazret-i Allah'ın lütfu ve yolun vazifedar kıldığı kimselerin himmet ve tasarrufları ihvanın üzerinde daima mevcuttur.
Bunun devamı için, itimadı ve teslimiyeti artırmak gerek.
Hazret-i Allah sevdiğini sevdiğine bırakıp terbiyeye memur eder. Şu halde evvelâ Hazret-i Allah'a; "Yâ Rabb'i sana sonsuz şükürler olsun ki, sen beni tuttun ve oraya bıraktın." diye sonsuz şükürler etmeli.
Bu şükrün husule gelmesi için kâli, hâli, fiili şükürlere başvurmak lâzım.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde beyan buyurduğu bir imtihan hadisesini arzedeceğiz.
"Vaktiyle benî İsrail'de biri alatenli, biri kel, biri de kör üç kişi varmış. Allah onları imtihan etmek istemiş ve kendilerine bir melek göndermiş.
Melek alatenliye gelerek: 'Sence en makbul şey nedir?' diye sormuş. Alatenli: 'Güzel renk, güzel cild ve benden insanların iğrendiği hâlin gitmesidir.' demiş. Bunun üzerine melek onu sıvazlamış, o anda o iğrenç hâli gitmiş, kendisine güzel bir renk, güzel bir cild verilmiş.
Melek: 'Sence hangi mal en makbuldür?' diye sormuş. Alatenli: 'Devedir.' demiş. Bunun üzerine kendisine doğurması yakın bir deve verilmiş. Daha sonra melek: 'Allah sana bu devede bereket versin!' diyerek ayrılmış.
Bu defa kelin yanına gelerek: 'Sence en makbul şey nedir?' diye sormuş. Kel: 'Güzel saç ve insanların iğrendiği şu hâlin benden gitmesidir.' demiş. Melek onu sıvazlamış ve o hâl gitmiş, kendisine güzel saç verilmiş.
Melek: 'Sence hangi mal en makbuldür.' diye sormuş. Kel 'Sığırdır.' demiş. Bunun üzerine kendisine hamile bir inek verilmiş. Daha sonra melek: 'Allah bu inekte sana bereket versin!' diyerek ayrılmış.
Müteâkiben gözü görmeyen adama gelerek: 'Sence en makbul şey nedir?' diye sormuş. Adam: 'Allah'ın gözümü açması ve onunla insanları görmemdir.' demiş. Melek onu da sıvazlamış ve gözü görmeye başlamış.
Melek: 'Sence hangi mal en makbuldür.' diye sormuş. Adam: 'Koyundur.' demiş. Bunun üzerine kendisine doğurmuş bir koyun verilmiş.
Zamanla ötekiler üretmiş, beriki de doğurtmuş, bu suretle birinin bir vâdi devesi, diğerinin bir vâdi sığırı, bunun da bir vâdi koyunu olmuş.
Sonra melek alatenliye eski suret ve kılığında gelerek: 'Ben fakir bir adamım, yolculuğumda bütün çarelerim tükendi. Bugün evvel Allah sonra senden başka beni evime ulaştıracak bir kimse yoktur. Senden şu güzel rengi, güzel cildi ve malı veren Allah aşkına bir deve istiyorum, o deve ile yoluma devam edeceğim.' demiş. Alatenli: 'Haklar çoktur!' karşılığını vermiş.
Bunun üzerine melek ona: 'Ben seni tanır gibiyim! Sen insanların iğrendiği alatenli adam değil misin? Hani sen bir zamanlar fakirdin, Allah bütün bunları sana verdi.' demiş.
Alatenli: 'Ben bu malı ancak ve ancak büyükten büyüğe intikal eden bir miras olarak edindim.' cevabını vermiş.
Melek de: 'Yalancı isen Allah seni eski hâline çevirsin.' diyerek ayrılmış.
Kelin yanına da eski suretinde gelerek buna söylediğinin aynısını söylemiş. Bu da alatenlinin verdiği cevap gibi cevap vermiş.
Melek de: 'Yalancı isen Allah seni eski hâline çevirsin.' diyerek ayrılmış.
Gözleri görmeyen adama da eski suret ve kılığında gelerek 'Ben yoksul bir adamım, yolcuyum. Yolculuğum esnasında bütün çarelerim tükendi. Evvel Allah, sonra senden başka bugün beni evime ulaştıracak bir kimse yoktur. Senden gözünü açan Allah aşkına bir koyun istiyorum. Onunla yoluma devam edeceğim.' demiş.
Adam: 'Gerçekten benim gözlerim kör idi. Allah benim gözlerimi açtı. Şimdi bu koyunlardan dilediğini al, dilediğini bırak! Vallahi bugün Allah için aldığın bir şeyde sana zorluk çıkarmam.' demiş.
Bunun üzerine melek:
'Malın senin olsun. Siz ancak imtihan edildiniz. Senden râzı olundu, iki arkadaşın da hışıma uğradı.' demiş." (Müslim: 2964)
Yani Allah-u Teâlâ her zaman için mahlûkunu her türlü imtihana çeker de, mahlûkun haberi olmaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Onlar ki, kendilerine bir musibet geldiği zaman: 'Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz.' derler." (Bakara: 156)
Kâmil iman sahipleri, O'ndan çıkacak ilâhî hükmü peşin olarak kabul ettikleri gibi, dünyada ebedî kalmayacaklarını, vakit saat gelince er veya geç O'na döneceklerini de belirtmiş oluyorlar. Peşpeşe de gelse hiçbir musibet, hiçbir ibtilâ karşısında aslâ sarsılmazlar.
İşte müminle münafığın mihenk noktası budur. Münafığın başına en ufak bir sıkıntı geldiği zaman içi dışına çıkar, dünyası bir anda kararır, hatta bu bunalımdan kurtulmak için canına bile kıyar. Mümin ise hiçbir zaman sarsılmaz, Mevlâ'sına içtenlikle tevekkül eder, O'ndan geldiğini bildiği için kahrını da lütfunu da, nârını da nurunu da hoş görür.
Hakiki mümin sahibi olan Hazret-i Allah'a boyun eğer, itaat eder ve tam bir teslimiyet gösterir. Aslında kul, daima Hazret-i Allah ile olmalı ve Hazret-i Allah'a yönelmeli, Hazret-i Allah'a dönmelidir.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Birinizin ayakkabısının bağı bile kopsa "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn = Biz Allah içiniz ve yine O'na döneceğiz." desin. Çünkü bu da bir musibettir." (C. Sağir)
Başa gelen musibetin süresi uzamış olsa bile, bir kul Allah-u Teâlâ'dan ümidini kesmemeli, bazı nimetlerden mahrum olduğu zaman teessüre kapılmamalı, O'ndan olduğunu bilmeli, duâ ve niyazda bulunmalıdır.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Başına gelen bir musibetten dolayı hiç kimse ölümü istemesin. Eğer istemekten başka çare yoksa: 'Allah'ım! Benim için yaşamak hayırlı ise beni yaşat, ölüm daha hayırlı ise beni öldür.' desin" (Müslim: 2680)
Onun bu ilticası, sabrına mâni değildir, ecrine noksanlık gelmez. Allah-u Teâlâ'ya her hususta muhtaç olduğunu itiraf etmiş olur.
Bu şekilde bir ibtilâya maruz kalan kimse, vesveseye düşmesine rağmen sabrettiği takdirde, Allah-u Teâlâ ona da bir çıkış yolu gösterir.
Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder, düştüğü darlıktan kurtulacağı bir çare gösterir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurmaktadır:
"Eğer Allah sana bir zarar bir sıkıntı verirse, onu senden kaldıracak O'dur." (Yunus: 107)
O'ndan başka hiç kimse o zararı gidermeye kadir değildir. O'nun yazısını reddedecek, hükmünü aksatacak, lütfunu engelleyecek bir güç yoktur.
"Eğer sana bir hayır ve iyilik dilerse, lütfuna kimse mâni olamaz." (Yunus: 107)
Hayır ve iyilik bizzat istenilen şeydir, zarar ve sıkıntı ise bir takım dış sebeplerle kulun sebep olduğu bir şeydir.
Hikmeti gereğince O'nun lütuf ve nimeti dilediği kullarına ulaşır.
"O bunu kullarından dilediğine eriştirir. O bağışlayandır, merhametlidir." (Yunus: 107)
İbtilâ ve sıkıntılarla günahları örter, ihsanları ile âfiyete, esenliğe eriştirir.
İmanı olmayanlar veya imanı zayıf olanlar musibet ve felâketlere tahammül edemezler. Bu tahammülsüzlükler, bu sabırsızlıklar imtihanın tamamiyle kaybedilmesi demektir.
Sabır şuna denir ki, hâlini kimseye bildirmez, sadece Hakk'a sığınır. Başına gelen bir belâyı şayet başkalarına duyurmaya çalışıyorsa, Sahib'ini şikâyet ediyor demektir.
Kula boyun bükmek ve teslimiyet düşer. Takdir edilen ibtilânın bitmesini gözetlemek düşer. Bir akarsuya bakın ki, taşlara vura vura gidiyor, hiç eğlenmiyor, yoluna devam ediyor. Çünkü o bir defa başını eğdi. Çer-çöp olan şeyler ise tıkanıp kalıyor. Biz de su gibi olalım ki yolumuza devam edelim.
Kul herşeyden önce Hakk'a sığınmalı ve şöyle niyaz etmelidir:
"Allah'ım! Beni bana bırakma. Her takdirin husule gelsin, fakat o takdirlerle beni meşgul ettirme, nefsimi müdahale ettirme. Zira ben senden gelecek her takdire peşin olarak râzıyım. Bu söylediklerimi bana hâl ile de bahşet. Husule gelen bütün hadiselerin senden olduğunu bilerek boyun bükmeyi lütfet."
Allah-u Teâlâ'ya gönülden sığınmak lâzımdır. Çünkü ibtilâ anında kişinin içi dışarıya çıkar.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"Sabır göstermekle ve namaz kılmakla Allah'tan yardım isteyin." diye emir buyurmaktadır. (Bakara: 45)
Sabır, başa gelen ibtilânın geçmesi için Allah-u Teâlâ'nın yardımını celbedecek sebeplerin birincisidir. Sabırsız kişiler her zaman darlık içindedirler. Onların dünyevî hadiselere hiç dayanıklılıkları yoktur. Herşeyi isterler, herşeyden rahatsız olurlar.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"Yoksa insan her umduğu şeye sahip mi olacak?" buyuruyor. (Necm: 24)
Her canının çektiği ve gönlünce arzu edip kurduğu her hayali gerçekleşecek değildir.
Bu gibi kimseler az bir yokluk görünce tahammül edemezler.