İşte, içinden O’na kulak verip de nefsin arzu ve isteğini terkle, onu kulluğa uygun hâle gelmekle ilgili ubûdiyet (kulluk etme)nin en tam ve en ziyade şekli budur.
O’nun yaratışının başlangıcına hazır halde Yaratan’ın huzuruna çıkmanın temsili, kıyâmet Arasat’ına adım atıp orada durmak gibidir.
Şu kadar var ki, [onlardan] ilki de; peygamberliğinin ve mânevi mertebesinin yanı sıra, O’nun itminâna kavuşmuş melikler sûretinde getirdiği Dâvud oğlu Süleyman Aleyhisselâm’dır.
İkincisi ise; yine peygamberliği ve mânevi mertebesi ile birlikte, O’nun hoşnutlardan olmuş, kanaat getirenler arasına katılmış ve rızâ gösterenler zümresine girmiş bir kul sûretinde getirdiği İsâ Aleyhisselâm’dır.
Üçüncüsüne gelince; o ise insanlara emniyet ve güven verenlerden, kendisini O’na tefvîz edip adayanlardan, Allah’ın eseriyle ilgili olarak kendi nefsine karşı tevâzuya bürünenler arasından tam bir “kul” olarak getirdiği Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-dir. O tıpkı ilk yaratılışındaki kulluğu gibi, kendisini O’na doğru adım atarak öne geçirmiştir.
Kendisine tefvîz kılınan şey ve hayrı nedeniyle O’nun ubûdiyyet (kulluğu)nun sonu yoktur. Dünyada sevap onunla meydana getirilmiş, günahların kayda geçirilmesi de onun tahrîriyle gerçekleşmiş; onun işlediği her şey affedilmiştir. Hür ya da sahiplerden kılınmadığı için, o “âmil” de değildir.
Ona -sallallahu aleyhi ve sellem- ilkin sahiplik verilmiş, ona mukâbil olarak da âhiret sûreti öne alınmıştır.
Hataların bağışlanması, günahların yazılması ve kulluğun îfâsına nispetle, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-e verilmiş olan şey hiç kimseye verilmemiştir.
İsâ Aleyhisselâm da men edilmiş, hayret ve şaşkınlığa düşmemiş, terk etmiş, ilâhi izi tâkip etmiş, ubûdet vazifesini yerine getirmiştir.
Ubûdet (kulluk) iz ve eserini bırakması yönüyle Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-, bununla ilgili olarak diğerlerinden daha üstün olup, istikbâl bakımından ise işin istikbâli gibidir.
Bu hâller ve bu sûretler kalpleriyle birlikte ‘Arasat’a getirildiği zaman; İsâ Aleyhisselâm o vakit onların yaratılışlarındaki gibi bir kulluğa hazırlanmışlık hâli üzere olur, Süleyman Aleyhisselâm da o zaman meliklerin hazırlanmışlığı üzere bulunur, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- ise o an onların “Seyyid”leri, yani efendilerine bile tesir eden, tevâzu sahiplerinden olan emniyet bahşedicilerin hazırlığına sahip olur.
Dünya ise ona hazırlanma, hileye uğratma ve ziynetiyle aldatma hususlarında zinâ edici bir kadın mesabesindedir. Her insanı “dün”le ilgili olarak pislik ve çirkinliklere bulaştırır. O’nun hıyânetten ne zaman pâk ve temiz kalması umulmuştur?
Şu hâlde o, kendisine yaratılışında gizlice kayıtlandırıldığı iffetlilikten yüzünü çevirdiği sürece, hangi vech ile Seyyid’i, yani efendisi ile buluşabilir; dünü elinin tersiyle itmedikçe ümmetçe nasıl kabul edilip de kontrol altında tutulabilir?
Onunla ilgili olarak umûmun menzilleri ise şöyledir:
Onlardan kimi sadece ona dokunmak ve onu kontrol altında tutmak ister. Onlar istikâmet ehlidirler, iktisat sâhibidirler ve aynı zamanda verâ‘ya da ehildirler.
Onlardan kimileri ise tâ ki kaçırılıp uzak tutuluncaya kadar onu toplayıp elde etmek isterler. Onlar onun haramlarına kılıflar giydiren ve onunla pislenip lekelenen kimselerdir. İşte onlar da Tevhîd ehlinden olmakla birlikte karmaşık bir hâlde bulunmaya ehildir.
Kimileri de onunla ilişkiye giren, hatta ondan çocuk bile elde eden kimselerdir. Onlar kâfirlerdir, dünya onların çocuklarının anası olmuştur; sanki boynunda boyunduruk taşır gibi, onunla beraberliklerinin sonu da yoktur. Ona ayak uydurmaya güçleri de yetmez, çocuk edinmiş olmaları onların üzerine en küçük bir vehâmet de çöktürmez.
Dünyanın pisliğine bulaşmış olanlar mahşer ehli oldukları vakit, pislikleri ve çirkinlikleri yüzünden korkuyla dolarlar; pislik ve çirkinliklerden gerektiği şekilde kaçınıp uzak durmayışları konusunda, bu kez içlerinde onun lezzetlerine dâir var olan şeyleri tahkir edip aşağılarlar.
Mahşer yerinde dünyanın zemmedilip kınandığı, uzak kılındığı ve fitne uyandırdığı ilân edilir. O yüzden halk sessizliğe bürünür, cehennemin dehşeti nedeniyle çığlıklar atarlar. Bu yüzden, O’nun katından [bir cezâ olarak] isyankârlar onun içinde yakılıp kızartılırlar.
Nitekim Süleyman Aleyhisselâm’ın fazilet ve üstünlüğü ibraz edilir, ondan yana selâmet verilince O’nun hesabından yana da affa erişmiş olur. Lâkin korkusundan ve kızarıştan yana gördüğü şeylerden sakınma hususunda da onu (dünyayı) tahkir edip aşağılar, bu ‘Arasat’ta onu zemmedip kınadığını ilân eder.
İsâ Aleyhisselâm da ondan uzak tutulur.
Nihayet Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Rabb’inin üzerindeki iz ve işareti ile öne çıkar, O’nun huzurunda nefsi hakkında tevâzu gösterir; aynıyla ve tamamıyla ubûdet (kulluğu)nu yerine getirir. O’na yaklaşır, daha da yaklaşır, tâ ki O’nun yarattıklarını sahiplenip O’na iletinceye kadar… Onlara sahip çıkar, önderlik yapar ve nihayet Makâm-ı Mahmûd’a gönderilir, onunla ilgili olarak da tekrar kulluğunu yerine getirir.
Onun varlığı, O’nun yeryüzünü bölüp ayırmasından daha da öncedir.
O halkın önderidir; “Seyyid”lik, yani Efendi’lik de, “Livâ-i hamd” de ona verilecektir. Onu en güzel şekilde eline alır; Âdem Aleyhisselâm da, ondan başkaları da onun sancağının altına sığınır. Çünkü o, Allah’a karşı nefsin tüm kötü ahlâkından yana saf ve tertemizdir, halkı imana sevketmiş ve kendisi de onunla ziynetlenmiştir.
Onun imanı eşsiz ve benzersizdir, onun en ziyâde şekli ona verilmiştir.
İlk hitap edecek olan, ilk şefaat edecek olan işte odur.
Rabb’inin nefsi üzerine kıldığı kerem nedeniyle İlâhi kerametlerin anahtarları onun elindedir.
O arzu ve isteğini terk etmiş, Rabb’inin izini tâkip etmiştir.
Gerçek tevâzu sahibi işte odur.
O gün mahşerde emniyet de yalnız ona bahşedilmiştir.
O, herhangi bir kimseden ziyade ancak onun zâtıyla ilgilenir, çünkü o da ancak O’na yönelmiştir.
Nitekim O:
“Ben ancak azametim karşısında tevâzu gösteren kimseye yönelirim!” buyurmuştur.
Herhangi bir kişi tevâzu hususunda ondan öne geçemediği zaman, emniyet hususunda da onun önüne geçecek hiç kimse bulunmaz.
Onun mânevi nasibi alabildiğine geniş ve ziyâdedir.
O’nun aklı kâmil, nefsi kerîm, tabîat ve yaratılışı ihâta edicidir.