Vehb bin Münebbih’in bize ilettiği rivâyette onunla ilgili olarak şöyle buyurmuşlardır:
“Ben İbrahim Aleyhisselâm’ın suhufundakileri okudum, Allah Azze ve Celle şöyle buyuruyordu:
‘Azametime karşılık tevâzu gösteren kimseyi ben makbul kılar, ona gündüzlerini zikrimle kat ettirir, rızâma erişmesi için şehvetlerden yana onu nefsine gâlip getiririm.” (İmâm-ı Gazâlî, İhyâ-i Ulûmi’d-Dîn, III, 360)
Biz onu iki veçhe üzerine yerleştirilmiş olarak bulduk:
Onun bir veçhesi; kulun herhangi bir emir ve nehiy hâlinde, her ikisiyle de ilgili olarak kendisine geleni Allah için kendi üzerine alıp tevâzu göstermesidir.
Diğer veçhesi ise ondan daha yüksek ve yücedir, o kulun her türlü irâde ve dileme hâlinde, ne şekilde olursa olsun Allah Azze ve Celle’ye muvâfakat ile, ona dair Allah için tevâzuya bürünmesidir.
...
Nitekim üzerine alınıp yüklenme ve tevâzu gösterme ile ilgili olarak, her türlü şehvet, irâde, arzu, dileme ve nefsin murâdlarının terk edilip bırakılmasının da ehemmiyeti beyân edilmiştir.
Şunların üçü yeryüzünde seni ondan haberdâr ederler:
Biri, onun hepsinden kendini men edip engellemek; diğeri onun hepsini bağışlayıp vermektir.
Onun her ikisi de kulların kalplerinden iki kalbin; şiddet, akıl, uyku-uyanıklık, güzellik, keskin kavrayış, rızâ ve onların huzûr-ı İlâhi’deki mertebeleri hakkında vukûfiyet sahibi olmakla ilgilidir.
İşte bu, huzûr-ı İlâhi’de ancak kendini ondan men etmekle durabilir. Bu ise onu sahiplenip üzerine almakla huzûr-ı İlâhi’de kâim olmak demektir.
Men de, bağış da onların iki Seyyid’inin, yâni efendisinin fiilleridir; zira huzûr-ı İlâhi’de durabilmek ancak ikisinin fiiliyâtı sayesinde gerçekleşebilir.
Üçüncüsüne gelince; O’na yükselerek, dünyadan çıkıp Sidre’ye erişerek, kalbiyle birlikte O’nun huzûr-ı İlâhi’sinde kâim olup durabilmektir.
Daha sonra Cibrîl Aleyhisselâm onu ilâhi celâl ve azametin kendisine yönelebilmesi için, Üns makamında değil, ilâhi heybet makamında onunla teyid edip destekler.
Nitekim bir Hadis’te onunla ilgili olarak:
“Ben Cibrîl’e nazar ettim; o Hakk’a mülâkî olduğunda kırılıp eğilmiş ve bükülmüş gibiydi, âdetâ bir ölüden farksızdı.” buyurulduğunu görmez misin?
Cibrîl Aleyhisselâm çözüldüğü vakit ancak Cemâl mülkü ve heybet makamı üzerindedir; o da, ismi mübarek olan Rabb’inin fiiliyâtı itibariyle onu bunun üzerinde bulundurduğunun bir delili gibidir. Zira kulluğuna seçmesi ve eminlerin itminanı üzere durabilmesi bakımından, onun için hayırlı olan ancak Heybet makamı ve Celâl mülküdür.
Geçmişteki kadîm eminlerden Süleyman ve İsâ Aleyhimüsselâm’ın halka göre durumu da, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in devrinde bunun gibidir.
Ondan sonra, Allah’ın sevgisine ulaştıran her iki hâl üzere âhir zamana dek erişen kimse de O’nun katında aynı iz üzerindedir.
İşte Cibrîl’in Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-e ulaşırken Rabb’ine karşı tevâzusu ile ancak buna işaret edilmiştir. Başlangıçta O’nun Celâl ve Azamet’inin kendisine verilişiyle, mülk ve onu kendisine iletecek müşâverede seçkinliğin ona ihdâs edilişi buna göre kesinleşmiştir. O, dünyayı tedbir ve idare etmek için bir sûret olarak seçilmiştir ki, bu da ubûdiyyet, yani kulluk etmektir.
Bununla birlikte, bir başka veçhe de aynen şu şekildedir:
İlki, onun kalbinin kulluğunu yerine getirebilmiş gerçek bir kulun kalbi, ahvâlinin sûretinin ise mülk sahiplerinin sûreti olmasıdır.
İkincisi, yine kulluğa erişebilmiş bir kul kalbi olarak, ahvâlinin sûretinin, başka bir şeye güç yetiremeyecek şekilde köle edinilmiş bir kulun, yaratılıştan hissedeceği heybet (korku) hâli üzere olan sûreti şeklinde olmasıdır.
Üçüncüsü ise kalbinin gerçek bir kul kalbi, sûretinin ahvâlinin de kulluğa erişmiş gerçek bir kulluğun sûreti olmasıdır.
İki sûret arasında en hayırlısı, zahir ve bâtını istivâ etmenin dışında olan ilkinin mevcudiyetidir.
İkincisi zâhiri de, bâtını da istivâ eder. Çünkü ilkinin kalbi kulluk sûretinde, ahvâli de yine kulluk sûretindedir.
Şu kadar var ki üçüncüsünün hayrı da yine zâhiri de, bâtını da istivâ etmektedir. Artık Allah onun kalbine bakıp nazar eder ve kalbini gerçek kul kalbi şeklinde vücuda gelmiş bulur; ahvâline nazar ettiğinde onu da gerçek kulluk ahvâli olarak bulur.
Ubûdiyetin tamamı işte budur. Kalpleri ilk yaratılıştakine, bedenleri ise hilkatteki şeylere mukabele edecek hâle eriştiği için aynen bu şekilde tamama ermiş olur.