Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz insanlara Allah-u Teâlâ’nın lütfunu belirten, sonsuz saâdet ve selâmeti müjdeleyen, halkı dalâletten kurtarıp uyaran, cehalet karanlığından çıkaran, en güzel bir rehber, en şefkatli bir peygamberdir.
Fakat nankör olan birçok insan bunu bilemedi, bu Nur’u göremedi, dalâlet çukuruna düştü ve ebedî saâdetini kaybetti.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Resul’üm! De ki: Ey insanlar! Şüphesiz ben, Allah’ın hepiniz için gönderdiği peygamberiyim.” (A’râf: 158)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin bütün insanlara gönderildiğini ferman buyuruyor. Bunun içindir ki hiç kimse: “Ben böyle bir şey duymadım, bilmediğim için de iman etmedim.” diye hiçbir bahane bulamaz.
Böylece bahane kapısı da kapanmış oldu.
O ki; inanan bütün insanlara Allah-u Teâlâ’nın en büyük nimetidir. Tabii ki bilen için...
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Andolsun ki, Allah müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur.” (Âl-i imrân: 164)
Nurundan Resulullah Aleyhisselâm’ı yaratması, o nur ile âlemleri donatması, “Rahmeten lil-âlemîn” olduğunu bizzat beyan buyurması, onunla hayat vermesi, inananları temizleyip nura çıkarması, Hakk’a ulaşmaya vesile olması en büyük nimettir.
Çünkü eğer Allah-u Teâlâ onu göndermeseydi, Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’lerini okuyup onlara açmasaydı, doğruyu eğriyi nereden bileceklerdi? Hidayete nereden ereceklerdi? Karanlıklardan nasıl kurtulacaklardı? İnananlar onunla hikmete erdiler, hakikati buldular, Hakk’a eriştiler. Ölümden kurtulup hayata döndüler, cehennemden uzaklaşıp cennete nâil oldular. Bu sayede Allah-u Teâlâ dünyada saâdetine ahirette de selâmetine ulaştırdı. O nur kaynağını göndermeseydi, hakikat ile dalâlet bilinmeseydi, onları bu girdaptan kim kurtaracaktı?
Muhammed Aleyhisselâm’ın âlemlere rahmet ve Sirâc-ı münîr olarak gönderildiği milâdî altıncı asırda Arabistan’da büyük bir cehalet ve dalâlet, karışıklık ve huzursuzluk hüküm sürüyordu. Vahşet, kin, buğz ve düşmanlık son haddini bulmuştu. Dünyanın üzerini kara bulutlar kaplamıştı.
Arabistan halkı çok çeşitli aşiret ve kabilelere ayrılmış bulunuyorlardı. Bir hükümdara baş eğip itaat ederek toplu bir millet haline gelememişler, esaslı bir devlet kuramamışlardı. Hâl ve ahvallerini düzeltmeye yetecek ilâhî bir kanun o gün için mevcut değildi. Geleceklerini emniyete alabilecek kanunları da yoktu. Kabileler arasında kan dâvâları yüzünden iç harplerin ardı arkası kesilmek bilmezdi. Birbirleri ile uğraşmaktan başka işleri yoktu. Devamlı olarak düşmanlık ve çapulculuk yaparlar; erkekleri öldürüp, çocukları ve kadınları esir ederlerdi. Kız çocuklarını diri diri gömecek derecede vahşet gösteren ve bundan acı bile duymayan âileler vardı. Ölen bir adamın hanımları, vârisleri arasında hayvanlar gibi taksim olunurdu.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Halbuki onlar daha önceden apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Cum’a: 2)
Bütün bunların yanında fakr-u zaruret içinde kıvranmakta ve ciğerleri kan ağlamakta idi. Açlıktan hurma çekirdeklerini dövüp yerlerdi. Ölü hayvanların etlerini bile yemek mecburiyetinde kalırlardı.
Aralarında okur-yazar olan kimseler hemen hemen yok gibi idi. Putlara heykellere tapıyorlardı. Mekke, putperestliğin merkezi haline gelmişti. Kâbe-i muazzama’nın içinde üçyüzaltmış kadar put vardı. Arabistan’a yahudilik, hıristiyanlık ve ateşperestlik gibi dinler de girmişti.
Yalnız Araplar değil, insanlık âlemi maddî ve mânevî ızdıraplar içinde olup; bütün dünya zulüm, istibdat, cehalet ve sefalet içinde inliyordu.
Arabistan’ın iki büyük komşusu olan Bizans ve İran, o devirde dünyanın iki süper devleti olmasına rağmen, korkunç bir uçuruma doğru sürükleniyorlardı. İran birbirleriyle çarpışan çeşitli dini ve felsefi düşüncelerle çalkalanıyordu. İdareyi elinde bulunduran kişilerin desteklediği zerdüştlük bunlardan biriydi. Kişinin anasıyla, kızıyla veya bacısıyla evlenmeyi üstün tutması temel felsefesindendi. Hatta milâdî beşinci asrın ortalarında hüküm süren İkinci Yezdücerd kendi kızıyla evlenmişti. Bu ise, çirkinliklerin ve ahlâkî yozlaşmanın sadece bir yönüdür. İran’da ayrıca Mazdekçilik de vardı. İnsanların bütün mallarda ve kadınlarda ortak olduklarını savunarak, bütün kadınları helâl, bütün malları da mubah ilân etmişti. Bu sapıklık, nefislerine ve zevklerine düşkün olanlar tarafından büyük bir ilgi ile karşılanıyordu.
Bizansa gelince, oraya da sömürgecilik ruhu hâkim olmuştu. Aynı zamanda çöküntü yönünden İran’dan hiç de geri kalmıyordu. Aşırı vergilerden ve rüşvetten kaynaklanan, iktisadi zulüm, ahlâksızca yaşayış, Bizans’ın geleceğini karartıyordu.
Hülâsa olarak bu devirde ne tarafa bakılsa, cihanın her yeri herc-ü merç içinde idi. Islahı için ancak bir kurtarıcının zuhuru gerekiyordu. Bu hakiki mürşid, olsa olsa Allah-u Teâlâ tarafından vazifelendirilen bir Peygamber olabilirdi. Artık bütün ümitler yahudi ve hıristiyan dinlerinin müjdelediği âhirzaman peygamberine müteveccihti. Geleceği dört gözle bekleniyordu.
Nihayet Allah-u Teâlâ lütfetti, nur kaynağı Muhammedî güneş tülû etti, beklenen kurtarıcı geldi.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O Allah ki okuma yazma bilmeyen ümmî bir kavmin içinden, onlara Allah’ın âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermiştir.” (Cum’a: 2)
Allah-u Teâlâ asırlardan beri imansız yaşayan ve birbirine saldırıp duran bu insanlara iman nuru ile münevver, İslâm şerefiyle müşerref olduktan sonra indirdiği Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurdu:
“Hani siz birbirinize düşman idiniz. Allah gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.
Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı.
İşte Allah, doğru yolu bulasınız diye size âyetlerini böyle açıklıyor.” (Âl-i imrân: 103)
O insan şeklindeki canavarlar; bıçak bıçağa gelmiş, birbirlerinin kanına susamış, vahşi hayvanlar gibi dağılmış olan Araplar, o Nur sayesinde birleşip tek bir vücut haline geldiler. Gönülleri ve bünyeleri ile birlikte, büyük bir teslimiyet dairesine girdiler.
Allah-u Teâlâ ilâhî bir gaye uğrunda birleşen bu bahtiyar kullarını Kur’an-ı kerim’inde meth-ü senâ etmektedir:
“Onların gönüllerini birleştiren Allah’tır. Eğer sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O Azîz’dir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Enfâl: 63)
Diyarları değişmemişken, onlar birden nasıl değiştiler? Câhili âlim oldu, harpçisi sulhsever oldu. Fitne fesat deryasında yüzenler salâha erdi. Müfsidler muslih, bozguncular ıslah oldu. Yol kesenler yol gösterici oldu. Kin ve düşmanlıkları sevgi ve dostluğa, bedevilikleri medeniliğe inkılâb etti.
O ümmî peygamber, o nur saçan kandil, onlara öyle bir ruh nefhetti ki; hiçbir şey ellerinden gelmeyen kimseler, baştan başa değişerek memleket idare eder oldular. Siyaset sahasında dünyada hiç esâmesi bile okunmayan çöl Arapları, cihanda misli görülmemiş bir izzetle ve şerefle; faziletli, azametli, şevketli idareler kurmaya muvaffak ve mübeşşer oldular.
O Nur’un etrafında birleşip toplanmaları sayesinde; o imanın, o birlik ve beraberliğin verdiği heyecanla, kısa zamanda İslâmiyet’i çok uzaklara kadar yaydılar. Allah’ın yüce adını yükselttiler. Gittikleri yerlere huzur ve saâdet götürdüler, numune oldular. Adaletin temelini tesis ederek medeniyet nurlarını yaygınlaştırdılar. Öyle ki, azamet ve kudreti herkesçe bilinen İran ve Rum devletlerini bütün şevketine rağmen kısa bir müddet içinde yerle bir ettiler. Elde ettikleri medeniyet sayesinde; medeniyiz diyen, kendisini güç sahibi zanneden devletleri, Allah-u Teâlâ’nın izniyle yıktılar attılar. Cihanın şarkına ve garbına hâkim olarak, beşeriyeti uyandırmaya, gönülleri nurlandırmaya gayret ettiler. Haktan hakikatten, fazilet üzerine kurulmuş bir medeniyetten haberdar etmeye çalıştılar. Muvaffakiyetten muvaffakiyete, zaferden zafere nâil olup durdular.
“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz.” (Âl-i imran: 110)
Âyet-i kerime’sinin muhatabı oldular.
Ölmüş kalpler canlandı, basiretler açıldı, kırılmış ve kopmuş olan ilâhî bağlar yeniden bağlandı. Bütün bunlara o Nur vesile oldu. Çünkü o Allah-u Teâlâ’nın kanunu ile, hükmü ile geldi ve O’nun hükmü ile hükmetti.