1338 yılında vefat etmiş olan Saînüddin Ali Türkî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fusûsu’l-Hikem” kitabı’na yazdığı şerhte, Hâtemü’l-evliyâ olan zâtın mânevi ve uhrevi cihetini beyan etmek üzere şöyle buyurmuşlardır:
“Hâtemü’l-evliyâ, O’nun sırlarını asıldan alan, onun (Muhammed Aleyhisselâm’ın) risâlet ve nübüvvet mertebesine bizâtihî vâris olan velidir. O’nun kuşattığı mertebeleri müşâhade eder. Tarif ettiğim gibi, bunların her ikisi de has ve hususidir. Her ikisinin Hâtemü’l-evliyâ’lığı da başka türlü değil, ancak gizli sırlarla ve mânevî hakikatlerle, has ve husûsi bir şekilde zuhur etmiştir.”
“O (Hâtemü’l-evliyâ) Hâtemü’r-rüsul olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in güzelliklerinden bir güzelliktir.
‘Rabb’imiz! Bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver!’ (Bakara: 201)
Buyruğundaki geriye bırakılma buna hamledilir. Dünya hasenesi Hâtemü’n-nübüvve olduğu gibi, ahiret iyiliği ile murâd edilen de Hâtemü’l-velâye’dir.” (“Şerhü’l-Fusûs li-Saînüddin et-Türkî”; Hacı Mahmud Ef., no: 2226. 88b - 89a yaprağı.)
Bu zât-ı muhteremin beyanlarında çok ince sırlar var.
Şöyle ki;
Hâtemü’l-evliyâ’nın, Allah-u Teâlâ’nın sırlarını asıldan aldığını beyan buyurmaktadır. Tek kelime ile bunun mânâsı, Allah-u Teâlâ kendi esrârını ona duyuruyor.
“O Muhammed Aleyhisselâm’ın risâlet ve nübüvvet mertebesine bizâtihi vâris olan velidir. Onun kuşattığı mertebeleri müşâhede eder.” buyurarak intikali haber veriyor.
Tam vâris demek; “Allah-u Teâlâ onun nurunu olduğu gibi ona intikal ettirmiş.” demektir.
Nitekim Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fütûhü’l-Gayb” adlı eserinde buyurur ki:
“O resul ve nebilerin vekilidir, peygamberler bunu vekil etmişlerdir.” (33. Makale)
Bunun da mânâsı, o bizzat onların vazifesini görüyor. Çünkü risalet ilâhî hükümleri duyurmak ve tebliğ etmektir. Bundan daha güzel tebliğ mi olur? Meselâ bir insan bir şehirde irşad yapar, çok çok yapsa bir beldede yapar, amma beldelere nasip olmaz. Bu nur beldelere yayıldıkça, hiç kimsenin yapamayacağı cihadı bunların yaptığı artık belli olmuş oldu.
Nasıl ki Allah-u Teâlâ bütün mükevvenâtı kuşatmışsa, ona da ona âit olan vazifeleri mânen kuşattırmıştır.
Onu hususiyetine almış, hususiyetini lütfediyor ve onu öylece idare ediyor.
Ali Türkî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü’l-evliyâ’nın Hâtemü’r-rüsul olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in güzelliklerinden bir güzellik olduğunu beyan buyurmaktadır. Yani ona ihsan ettiğini ona da ihsan etmiştir.
Bakara Sûre-i şerif’inin 201. Âyet-i kerime’sindeki ahiret hasenesinin “Hâtemü’l-velâye” olduğunu beyan etmesi; ona ahirette vazife verecek ve ona göre iş gördürecek. O O’nun maiyetindedir, O onu kullandıracak. Yani dünyada onu kullandırıyordu, ahirette de onu kullandıracak, dilediğine dilediğini verecek. O onların oradaki hizmetçisidir. Bir padişahın yanında hususi hizmetçileri bulunur. O ise O’nun hizmetçisidir. O dilediğini yapar. Nazarı nerede ise, nereye nazar ederse her şey oradadır.
Arzettiğimiz bu mevzular çok hassas, çok incedir, Hakk’a taalluk eden meseledir.
Aslâ hiçbir menfaate tevessül etmezler.
•
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Kitâbu’r-Riyâze” isimli eserinde; Allah-u Teâlâ’nın bu kulunu nasıl bir himaye ile koruduğunu, ondaki şehvânî hareketleri nasıl yokettiğini ve onda zuhur eden bu aklın “Ulü’l-elbâb”dan başka bir şey olmadığını çok açık bir biçimde beyan ederek şöyle buyurmuştur:
“Allah ile düşündüğünü, Allah ile konuştuğunu, Allah ile işittiğini, Allah ile baktığını ve Allah ile yürüdüğünü tasavvur dahi edemediğimiz bir kulun; dünya diyârındaki meşguliyeti, eserleri ve hareketleri acabâ nasıl olur!
Onunla konuşan dedi ki: Bu nasıl olur?
Buyurdu ki: Allah’ın kendisinde gizlendiği bu kul; O’nun idare ettiği, koruduğu, gözettiği ve kendi adına hareket ettirdiği bir velidir. Nitekim O, onun içindeki şehvetleri öldürüp, onu bizzat kendi ortaya koyduğu şeylerin içinde bulundurur. Onu kendi Nur’u ile açıp, zorlukları kendisine kolaylaştırır. Onda Ulü’l-elbâb’ı meydana getirerek; sebepler, ilâhî himmet ve idrak hususunda da kendisine istimdat eder. O da konuşurken hikmetle konuşup, tefekkürle açıklar. Bakarken ibretle bakar. Yürürken heybetle yürür. Tutarken kuvvetle tutar. O onun kalbini lüzumsuz düşüncelerden meneder, ilâhî tedbir ile ilgili işlerde de ondan selbeder. İşte bunların hepsi, hakikatıyla Kitap’ta ve haberde mevcuttur.” (“Kitâbu’r-Riyâze ve Edebü’n-Nefs”, Es’ad Efendi, no.: 1312, 10b-11a yaprağı.)
Bu intikâl, Hâtem’den Hâtem’e intikâldir. Çünkü bu intikâl olmasa bu vazife olmaz. O intikâl ile onun vekâleti, onun vazifesi yapılıyor, ikinci bir vazife yok. Hiç şüphesiz ki bu da Allah-u Teâlâ’dan geliyor. Hâtem-i enbiyâ’yı çekmiş vazifeyi vermiş. Onu da çektiği zaman bu vazife Hazret-i Mehdi’ye kalacak.
•
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri, Hâtemü’l-evliyâ’nın yanında gizli bulunan “Hikmetü’l-ulyâ”nın, bâtınî hikmetlere has olan hangi ilim çeşitlerini ihtivâ ettiğini beyân ederek; bu hikmeti elinde bulunduran bu zâtta Hazret-i Kur’an’ın ilminin bütünüyle toplanacağına işâret etmiş ve bu hâliyle ona neredeyse nübüvvetin başka bir yönden tevdî edileceğini haber vermiştir:
“Kişinin şu iki tedbiri görmesi, dünya ve ahiret işlerinegöredir: Bunlardan biri zâhirî hikmetlerdir. Bâtınî hikmetlere gelince; ‘Başlangıç ilmi’dir. Bu ise; gerek O’nun mülkünün zuhur etmesi, gerek O’nun Rubûbiyet’inin zuhûr edişi, gerek O’nun tedbir ve takdirinin zuhûra gelmesi, gerek O’nun yaratışınınizhârı, gerek sevap ve ikâb diyârının ve hidayet ve ubûdiyet diyârının tezâhürü ve gerekse bizdeki ahlâkın izhârı ile, Allah’ın var olduğunu ve O’ndan başka bir şey olmadığını ona mütalâa ettiren ‘Hikmetü’l-ulyâ’dır. Bu ‘Hikmetü’l-ulyâ’ bu ilim türlerini kimde toplamışsa, Allah Kur’an’ın ilmini onda toplamıştır.
İşte bu sebepledir ki, ‘Ona başka bir yönden nübüvvet dercedilmiştir.’ de denilebilir.
Bunun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
‘On iki peygamber ümmetimden olmayı temenni ederler.’
Yâni bu sınıfa denk olmayı temenni ederler...” (Veliyyüddin: 770 no.’da kayıtlı, Tirmizî’ye âit isimsiz bir risâlenin 199b yaprağı’ndan naklen.)
Burada gizli bir sır var. Niçin temenni ederler? Bu hususta Sultan Veled -kuddise sırruh- Hazretleri’nin beyanı da şöyledir:
“Bu yüzden Musa Aleyhisselâm:
“Keşke ben Muhammed’in ümmetinden olsaydım!”buyurmuştur.
Onun bu temenniden maksadı, lâlettayin bir ümmet değil, Muhammed’in nurundan varolmuş ve onun can ve dilinden bitmiş ve sanatını mükemmel öğrenmiş olan bir ümmet, bir oğul, bir talebe olmaktı.” (“Maârif” s. 143)
Bu da bir sırdır. Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e nurunu verdi ya, işte o nurdan nur alan, onun nuru ile nurlanan ümmettir. Yoksa umum ümmete şâmil değildir.
Bu da intikal ve veraset oluyor. Dâire burada tamamlanıyor. Onların temenni ettiği ümmetlik de işte bu idi.
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e nübüvvetine göre tecellî etmiş, Hâtem-i veli’ye ise velâyetine göre tecellî etmiştir. Çünkü herbirinin kalbinin vüs’atı ayrı ayrıdır. Onun kalb-i nebevîleri ilâhî tecelliyâta ne kadar mazhar olsa taşmaz. Niçin? Onu öyle yarattığı için. Hâtem-i veli de taşmaz. Ona göre ona vermiştir. O hiçbir şeyi kendisine benimsemez. Hiçbir şeyi benimsemediği için çekirdek çatlamaz, neşv-ü nemâ verir. Çünkü o Allah-u Teâlâ’nın himâyesinde yürüyor, onu O yürütüyor, O koruyor. Bir an bıraksa mahvolur. Bütün bu icraatlar hep O’nun himâyesi, O’nun koruması altında oluyor. Daha doğrusu onu O idare ediyor. Ona dilediği bilgileri veriyor, gizli sırları sızdırıyor. O da o gizli sırlara bakıyor, gördüğü kadar yürüyor. Biliyor, taşmıyor. Niçin taşmıyor?
Hükümsüz olduğu için taşmıyor. Hiçbir şeyi nefsine mâletmediği için taşkınlık yapmıyor. Belki çok şey biliniyor amma taşma yok.