Allah-u Teâlâ peygamberlerinin ve has kullarının cesedlerini toprağa haram kıldığı gibi, onun vekili olan velilere de, dilediğine haram kılar. Onun vücudunu da çürütmüyor. Değil vücudun çürümesi, kefeni dahi solmuyor.
Ten elbisesi içindekine yapıştığı nisbette Allah-u Teâlâ’nın nuru tene akseder. O ten nur olur, artık onu ne toprak çürütür, ne de ateş yakar.
Bunların cesedi orada durur. Ruhâniyeti çıkar, gezer, konuşur, birçok işler yapar. Demek ki onlar ölü değil, dünyada da vazife görüyor. Bir tek şu fark var ki, onların gölgeleri olmaz. Ruhaniyettir çünkü. Ricâl-i gaybden olduğu buradan bilinir. Amma onu kim görecek?
Meselâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz.” (Keşfül-hafâ)
Bu da ancak Allah-u Teâlâ’nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği, tasarruf sahibi kullarda olur, başkasında tecelli etmez. Zira onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın vekili oldukları için Resulullah Aleyhisselâm’ın nazarı ve tasarrufu onların üzerindedir. Yani ona gelen bu hâlât Resulullah Aleyhisselâm’dan gelmektedir.
Onun vekili dahi istimdat edildiği zaman, hayatta da olsa, ahirete intikal ettikten sonra da olsa izn-i ilâhî ile kendisinden istimdat edenlerin imdâdına yetişiyor. Kabirden gelen onun rûhâniyetidir, ceset değil. O da ancak Allah-u Teâlâ’nın emriyle izniyle yürür. Ceset toprakta ise de rûhâniyet Allah-u Teâlâ’nın emrindedir.
Nurun özü hakkında ise Allah-u Teâlâ: “Her zaman aranızdadır.” buyuruyor. İcabettiği yerde, vazife anında aranızdadır.
Hayatta olan Mürşid-i kâmil’e, sırasıyle mürşidi ve ahirete intikal etmiş diğer mürşidler daima destek verirler. İcabederse Resulullah Aleyhisselâm da destek verir.
Onlar için ölüm yoktur. Onlar Allah-u Teâlâ’nın müstesnâ kulları olduğu için, onlar için berzah yoktur. O ölmüş amma, ruhu ve rûhâniyeti ölmemiştir. Allah-u Teâlâ’nın izniyle istimdat edenleri muradlarına erdirir. Çünkü ölmediler. “İstimdat et, yardım edecek, cevap verecek sana.” buyuruyor. Niçin? Ölmediği için. Elbise öldü amma, rûhâniyet ölmedi.
Cesetleri yerdedir, rûhâniyetleri emrolundukları yerdedir. Ceset toprakta, ruh cennette, rûhâniyet iş başındadır. O gittikten sonra rûhâniyet Allah-u Teâlâ’nın izniyle iş başına geçer. Allah-u Teâlâ onun rûhâniyetinden lâtifeler halkeder. O lâtifeler onun mânevî askerleridir. O askerleri Allah-u Teâlâ dilediği yerde yürütür, çalıştırır. Hayatta da olsa, ahirete intikal ettikten sonra da olsa, izn-i ilâhî ile kendisinden istimdat edenlerin imdadına yetişir. Daha önce kişi iş başında iken, o gittikten sonra rûhâniyet iş başına geçer. Onu Allah-u Teâlâ idare eder. O anda elli kişi müracaat etse ve dünyanın bir ucunda olsa, hepsine birden yetişir. Yetişen, onun emrinin altında bulunan lâtifelerdir. Rûhâniyet de lâtifeler de aynı o kişiye benzer. O, amma o değil. O toprakta yatıyor.
Hayatta iken insanda nefis, şeytan, ihtiyaçlar ve meşgaleler olduğu için, basireti bağlanabiliyor. Amma orada bunlar yok. Rûhâniyet kınından çıkmış kılıç gibidir, keskin bir şekilde icraat yapar.
Bu durum beşeriyetin ilmi dahilinde değildir, ancak ehline mahsustur.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.” (Fetih: 4)
Dilediği şekilde işlerini yönetir.
Ruh cennet-i âlâ’ya gitti amma, rûhâniyet yine iş görüyor. Onda iken de iş görüyordu, o ahirete gidince Allah-u Teâlâ’nın izniyle yine iş görüyor.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz.” (Bakara: 154)
Onlar fâni hayatı terk ederek ebedi bir hayata ermişlerdir. Onların diğer ölüler gibi olmadıkları apaçık bir gerçektir. Hayat-ı hayâlîden hayat-ı hakikiye geçmişlerdir, hayat-ı hakiki de ölümden sonra başlar.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Bilâkis onlar diridirler, Rabb’leri katında rızıklanmaktadırlar.” (Âl-i imrân: 169)
Yerler, içerler, dünyadaki hayatın kat kat fevkinde bir hayat yaşarlar. Onlar diri oldukları gibi, dirilerle de beraberdirler.
Bu gibi kimseler “Hâlet-i nezi”de taraf-ı ilâhîden şu hitapla taltif edilirler:
“Ey mutmain olan nefis! Sen O’ndan râzı, O senden râzı olarak dön Rabb’ine! Gir sâlih kullarımın içine! Gir cennetime!” (Fecr: 27-30)
Bu hitap ona hem vefat anında, hem de kıyamet gününde söylenir.
Bu gibi kimselerin cennette yerini görmeyince, cennet çiçeklerinden bir dal gelip onun kokusunu koklamayınca ruhunun kabzolunmayacağına dair muhtelif Hadis-i şerif’ler vardır.
•
Daha önceleri arzetmiştik ki; her zamanın mürşidinin yanında ricâl-i gaybden Kudsî ruhla desteklenen kimseler bulunur. O; onların desteği ile, yardımı ve ilhamı ile yürür, ona işlerini kolaylaştırırlar. Çünkü büyük işleri vardır önünde. Başaramayacağı ve kaldıramayacağı işlere onlar destek verirler. Çünkü gerçek mürşid-i kâmil, peygamber vekili olduğu için nübüvvet vazifesi görür.
Nitekim İmam-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Meleklerden gelen ilham ile, şeytanın vesvesesini ayırdedecek hassayı elde eder.” buyurmuşlardır.
•
Demek ki rûhâniyet ona yardımcı olduğu gibi, aynı zamanda ölmüyor da.
İş gören onun nurudur, Kudsî ruh’tur. O maske yine maske, fakat o maskeye bunları taktığı için çok âlîdir. Çünkü onda onun nuru, onun vekâleti vardır, Allah-u Teâlâ’nın desteklediği ikinci bir ruh vardır. O ruh ondan başka kimsede yoktur. Kâinatın nazargâhı o oluyor.
Binaenaleyh onların hayatı, hayat-ı hakikidir, onlar dünyada da cennet hayatı yaşıyorlar.
Meselâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz zikrullah halkalarının fazileti hakkında bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Cennet bahçesine uğradığınız zaman meyvelerinden yiyiniz.
–Yâ Resulellah! Cennet bahçesinden murad nedir?
Zikrullah için teşkil edilen halkadır.” (C. Sağir)
Fakir der ki; Cennet-i âlâ ile dünya arasında incecik bir perde var, perdeyi kaldırdığın zaman cennettesin, amma sen görmüyorsun.
Bir diğer Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Minberim ile hanemin arası cennet bahçelerinde bir bahçedir.” (Buhârî)
Sen orada bulunduğun zaman cennet bahçesinde bulunuyorsun amma görmüyorsun, halıları görüyorsun. Göremiyorsan suç kimin?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Size Rabb’inizden basiret (kalp gözü) gelmiştir. Kim görürse kendi lehine ve kim körlük ederse kendi aleyhinedir.” (En’âm: 104)
Bunun vebali kendisine dönecektir.
Göze göre “Görme” ne ise, kalbe göre “Basiret” de odur.
Beden gözü ile göremiyorsun, kalp gözün açılırsa sen de görürsün.
Gözlerin görmesine sebep olan görme nuruna göz denildiği gibi, kalbin görmesine sebep olan kalp gözüne de basiret denilir.
“Basiret:” Allah-u Teâlâ’nın subûtî sıfatlarından biri olan “Basar”ın kullarındaki tecellîsidir. Bu tecellîden nasibi olanların gözlerinden perde kalkar. İnsanın dış âlemi gören bedendeki iki gözüne karşılık, kalbin de iç âlemi gören gözü vardır ve buna “Mârifet gözü” ve “Kalp gözü” gibi isimler verilmiştir.
Basiret Allah-u Teâlâ’nın mümin kulunun kalbine attığı öyle bir nurdur ki, bu nur sayesinde hakikati kavrar.
Kalp gözü körleşmiş ve basireti bağlanmış kimseler hakkında da “Körler” gibi tabirler kullanılmaktadır. (Bakara: 18)
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Yalnız gözler kör olmaz, sinelerde olan kalpler de körleşir.” (Hacc: 46)
Asıl körlük göz körlüğü değil kalp körlüğüdür. Bu körlükteki zararın sınırı ve sonu yoktur.
Allah-u Teâlâ “Hakikat”i apaçık ortaya koyar, duyurmak istediklerinin basiretlerini açar, duyurmak istediğini duyurur, göstermek istediğini gösterir.
Diğer taraftan da lâyık olmayan gözlere göstermez, basiretlerini bağlar, körlük ve karanlık içinde bırakır.