Saînüddin Ali Türkî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fusûsu’l-Hikem” kitabı’na yazdığı şerhte, Hâtemü’l-evliyâ olan zâtın mânevî ve uhrevî cihetini beyan ederken, dünya hasenesinin “Hâtemü’n-nübüvve”, ahiret hasenesinin ise “Hâtemü’l-velâye”ye delâlet ettiğini haber vererek şöyle buyurmuşlardır:
“O (Hâtemü’l-evliyâ) Hâtemü’r-rusül olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in güzelliklerinden bir güzelliktir.
‘Ey Rabb’imiz! Bize dünyada iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve güzellik ver!’ (Bakara: 201)
Buyruğundaki geriye bırakılma buna hamledilir. Dünya hasenesi Hâtemü’n-nübüvve olduğu gibi, ahiret iyiliği ile murâd edilen de Hâtemü’l-velâye’dir.” (Şerhü’l-Fusûs li-Saînüddin et-Türkî; Hacı Mahmud Ef., no: 2226. 88b - 89a yaprağı)
Ali Türkî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü’l-evliyâ’nın Hâtemü’r-rusül olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in güzelliklerinden bir güzellik olduğunu beyan buyurmaktadır. Yani ona ihsan ettiğini ona da ihsan etmiştir.
Bakara sûre-i şerif’inin 201. Âyet-i kerime’sindeki ahiret hasenesinin “Hâtemü’l-velâye” olduğunu beyan etmesi; ona ahirette vazife verecek ve ona göre iş gördürecek, demektir.
O, O’nun maiyetindedir, O onu kullandıracak. Yani dünyada onu kullandırıyordu, ahirette de onu kullandıracak, dilediğine dilediğini verecek. O onların oradaki hizmetçisidir. Bir padişahın yanında hususi hizmetçileri bulunur, o ise O’nun hizmetçisidir. O dilediğini yapar. Nazarı nerede ise, nereye nazar ederse her şey oradadır.
Arzettiğimiz bu mevzular çok hassas, çok incedir, Hakk’a taalluk eden meseledir.
Onlar aslâ hiçbir menfaate tevessül etmezler.
Öyle murad etmiş. Niçin? İki kandil halk ettiği için. Kandilde hüküm yok, O’nda hüküm var. Hüküm Hazret-i Allah’ındır.
Bunu Allah-u Teâlâ koydu. Bu yol ahirette belli olacak. Çünkü yollar çok. Dimağlar karışıyor, akıllar gelişiyor. Ama saflaştığı zaman, hakikat görüldüğü zaman: “Hâ, bu imiş!”
Fakir der ki:
“Allah-u Teâlâ kudsî ruh ile kimi desteklerse, Habib’inin nurunu kime takarsa odur, ötesi hayır!”
Bunun için bunlar ahirette belli olacak. Onun için Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyuruyor ki:
“İşte Allah’ın hayır dilediği kimseler bu zâtı bulurlar, hayır dilemedikleri de onu göremez, kör olurlar. Bulamazlar, kaybolurlar.” (Fethü’r-Rabbânî, 5. Meclis)
Orayı bulan buldu, ama orayı bulamayana bir şey diyemem. Meğer ki Allah-u Teâlâ başka türlü tecelli etsin!
Muhyiddin İbnü’l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususu şöyle ifşa ediyorlar:
“Şu hâle göre sonuncu Peygamber’in veliliği yönünden sonuncu Veli’ye nisbeti, Resul ve Nebi’lerin ona nisbeti gibidir. Bu itibarla Resul’lerin sonuncusu hem Veli, hem Nebi, hem de Resul’dür. Hâtemü’l-evliyâ ise irfânı aslından alan Vâris’tir, mertebeleri müşâhade eder. Ve o şefaat kapısının fethinde Âdemoğlu’nun seyyidi ve cemaatin mukaddimi olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in hasenâtından bir hasenedir.” (Fusûsu’l-Hikem ve’t-Ta’lîkat aleyhi, s. 63-64, Ebu’l-A’lâ Afîfî’nin ta’lik ve tahkikiyle. Beyrut, 1946)
Merhum A. Avni Konuk’un bu konu ile ilgili açıklaması şöyledir:
“Hâtem-i evliyâ’ya gelince; o, ezelde âyân-ı sâbitesinin suretiyle velidir. Ve Hâtem-i resül’ün şeriatına tâbi olup, onun bütün ilimlerine ve hazlarına vâristir ve nebiden verâset cihetiyle aldığı ilimleri asıldan, yani Hakk’tan vasıtasız almıştır. Ve hakikatlerin hakikati olan hakikat-i Muhammediyye mertebesinde meydana çıktığı için ‘nübüvvet’, ‘risâlet’, ‘velâyet’ ve ‘hilâfet’ mertebelerini ve diğer ilâhi mertebeleri ve ilâhî mertebeleri ve varlığı müşâhede eder ve meydana çıktığı bu mertebeden feyizlendirir ve imdâd eder. Bu surette Hâtem-i evliyâ şefâat kapısını açmak hususunda Benî Âdem’in efendisi ve enbiyâ ve evliyâ cemâatinin reisi bulunan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hasenâtından bir hasenedir. Zira Hâtem-i evliyâ Hâtem-i resül Efendimiz’in ahkâm-ı şeriatına en güzel ve en kemalli bir şekilde tâbi ve hatmiyyette (hitama erdirmede) onun en mükemmel vârisi olduğundan, zâhirde hasenesi olur. Ve bütün hakikatleri toplayan hakikat-i Muhammediyye’de meydana çıkıp, Hâtem-i resül’ün bâtını olan bu makamdan feyizlendirdiği ve imdâd ettiği için dahi, bâtında onun hasenesidir. Ve Hâtem-i resül Efendimiz, mevcudatta bütün meydana çıkmalardan evvel olduğu için haliyle sâir enbiyâ ve evliyâ cemaatinin reisidir.” (Fusûsu’l-Hikem. Dr. M. Tahralı - Dr. S. Eraydın, s. 223)
Dâvud el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü’l-evliyâ’ya nispet edilen “Hasene” hakkında şöyle buyurmuştur:
“Velâyet’in Hâtem’i, Hâtemü’r-rusül’ün hasenâtıyla ilgili derecelerden bir derecenin sûreti ve onun mazharlarından bir mazhardır. Bu hasene ise, ‘Vesîle’ diye isimlendirilen cennet mertebelerinin en yükseği ve Peygamber Aleyhisselâm’a vaadedilen ‘Makâm-ı Mahmûd’dur.” (“El-Matlâ’u Husûsi’l-Kilem fî Meânî Fusûsu’l-Hikem”, Şehid Ali Paşa, nr.: 1242; vr. 30b)
Bütün bu lütuflar hep ezelde konulan iki kandil sebebiyledir.
Allah-u Teâlâ ezelden öyle yaptığı için ebedî de öyle olacak demek istiyor. Bu bir mahlûkun idrakinin haricindedir.
“Makâm-ı Mahmud” hiç kimseye verilmemiş olan şefaat makamıdır, “Vesîle” ise hiç kimseye verilmemiş olan yaşama makamıdır.
Nitekim Abdülkerim-i Cîlî -kuddise sırruh- Hazretleri “El-İnsanü’l-Kâmil” isimli eserinde şöyle buyuruyorlar:
“Her kim bu yakınlık makâmına vâsıl olursa, o kimse Hâtemü’l-evliya olup, hitam (hatemiyet) makâmında Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in vârisidir. Çünkü bu yakınlık makamı, ‘Makâm-ı Mahmud’ ve ‘Vesîle makâmı’dır. Oraya kadar vâsıl olan velinin vardığı yer, kimsenin erişemeyeceği bir makamdır.” (“el-İnsanü’l-Kâmil”; sh. 455, çeviren: A. Mecdi Tolun)
İşte ispatı bu!
Bu zât-ı muhterem en ince sırlardan bahsetmiş; gerçek vuslattan, Hakk’a yakınlığın, Resulullah Aleyhisselâm’a ihsan ettiğini ihsan etmekle mümkün olacağını, yani ona ne bildirirse ona da onu bildirmekle mümkün olacağını ifşâ etmiştir.
“Kimsenin erişemeyeceği bir makam.” buyuruyor.
Hâtem-i veli’ye ezelden neler ihsan edeceğini Allah-u Teâlâ ona duyurmuş.