Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
Gündem - Medeniyet Yazıları (3) - İslâm Medeniyetinde “Devlet” - Ömer Öngüt
Medeniyet Yazıları (3) - İslâm Medeniyetinde “Devlet”
Gündem
Uğur Kara
1 Ağustos 2021

 

Medeniyet Yazıları - (3)

İslâm Medeniyetinde “Devlet”

Devlet teorisinin ana düsturu pratikte “Müslümanların, İslâm dünyası'nın selâmeti” olarak ele alınmalıdır. Suriye'de müslümanlara saldırarak Amerika'ya, Rusya'ya, PKK'ya zemin hazırlayan DEAŞ bu anlamda müslümanların selametine zarar veren en büyük fitne olmuştur.

 

Küresel bir iddia ile beraber İslâm dünyasına açılan ve müslüman yönünü vurgulamaya başlayan Türkiye kendi içinde bir ikilem ve tartışma yaşıyor. Hemen yanı başımızda bir DEAŞ tecrübesi yaşadık. Bugünlerde DEAŞ’den farklı olsa da -selefi zihniyetin etkisinin hissedildiği- Afganistan’daki Taliban gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Diğer yandan Mısır, Tunus’ta demokratik yöntemle seçilen hükümetler darbelerle indiriliyor.

Görüldüğü üzere bütün İslâm dünyası “Devlet” aygıtının merkezde olduğu bir kafa karışıklığı yaşıyor. Batı Medeniyeti çökerken onun yerini alma iddiasındaki İslâm dünyasının bu kafa karışıklığını aşması ve bu konunun vuzuha kavuşturulması önemli bir konu. Zira birbirimizle didişip dururken yüksek bir medeniyeti insanlığa sunmamız mümkün müdür?

Daha önce de izah etmeye çalıştığımız gibi dünya büyük bir medeniyet inkılabına gebe. Resulullah Aleyhisselâm’ın haber verdiği ahir zamanın içinde, şu günümüzde yaşanan değişim, dönüşüm süreci; çok büyük zorluklarla, bedellerle beraber geliyor ve fakat aynı zamanda bize büyük bir fırsat vadediyor. Bakalım Türkiye olarak bu değişimin merkezinde kalmaya devam edebilecek miyiz? Bu değişimin hem kılıcı hem kalemi olabilecek miyiz?

Dikkat ederseniz kendi medeniyetimizin, İslâm Medeniyeti’nin üstünlüğünü; genelde tarihte yaşanmış güzel örnekler üzerinden; yahut dünya üzerinde tahakküm kurmuş olan “Batı Medeniyeti”nin vahşi, zalim, adaletsiz, eşitliksiz yüzü üzerinden tanımlamaya çalışıyoruz.

Ve küresel tahakkümün en büyük aracı olan devlet denilen yapıyı onlarınkinden daha güçlü hale getirerek hakimiyeti lehimize çevirebileceğimizi düşünüyoruz. Ancak daha önce de izah etmeye çalıştığımız gibi “Üstün Medeniyet Algısı”nı yıkmadan, “Manevî işgal”den kurtulmadan; ve buna paralel olarak da kendi medeniyetimizin üstünlüğünü ortaya seren bir anlayışı hakim kılmadan lehimize çevirebileceğimiz bir şey olmaz. Olsa olsa Batı Medeniyeti’nin hastalıklarını taşıyan yeni bir Amerika olunur; ya da “Manevi işgal” altında tökezleye tökezleye ayakta kalmaya çalışan bir ülke olmaya devam edilir. Yüz elli, iki yüz yıldır olduğu gibi. (En kötü ihtimal manevî işgalin maddî işgale dönüşmesidir.)

 

“Devlet”:

“Devlet” halkın refah ve huzuru, küffara karşı İslâm’ın ve müslümanların müdafası için “Vatan” kavramını tamamlayan çok elzem bir yapıdır. Nitekim Türk-İslâm Medeniyeti’nin direği ve kurucusu konumundaki tasavvuf büyükleri de Türk Milletindeki “Devlet” bilincinin oluşmasında, Türk devletlerinin inşasında ana rolü üslenmişlerdir.

Devlet medeniyet arayışında ve inşasında çok önemli bir yere sahiptir, ancak ana unsur değildir.

Bir medeniyetin ana unsuru devlet denilen bedenin içindeki ruhtur, insandır. Zira devletten beklenen adalet ve huzuru inşa edecek olanlar devlet aygıtını kullanan insanlardır.

Devleti bir bina yahut bir gemi gibi düşünebiliriz. Bir binayı ilim-irfan yuvası olarak da kullanabilirsiniz, insanlığı manen zehirlemek için fitne-fesat yuvası olarak da kullanabilirsiniz. Bugün en bariz örneğiyle Amerika-Batı denilen bina, içine yerleşen küresel şeytani akıl tarafından bir fitne-fesat yuvası olarak kullanılmaktadır.

İslâm dünyasında ise durum şudur:

Ya kendi bina-bedenimize Batı’nın ruhunu koymaya çalışmakla; ya da İslâm dini’ni saltanat aracı konumuna indirgeyen İslâm’ın ruhundan uzak, bağnaz yapıların devlet kurma iddiaları ile uğraşmakla meşgulüz.

 

İnsan Hayatının Olduğu Yerde Bilimin, Kuramların Sınırı Vardır:

“Devlet” kavramı insanların dünyadaki adalet, eşitlik, refah, güvenlik, özgürlük arayışlarının ana unsuru olduğu için tarih boyu bilim insanlarının çalışmalarına konu olmuş, düşünürler ideal devlet yapısının nasıl olması gerektiğine dair fikirler ortaya atmış, kitaplar yazmıştır.

Allah-u Teâlâ kâinatı ve mahlukatı yaratırken belli bir ölçü üzere yaratmıştır. İnsanoğluna da araştırma, merak etme fıtratını koymuştur. İnsanoğlu etrafındaki maddî dünyayı, kâinatı anlama, kavrama ve hükmetme ameliyesi çerçevesinde bu ölçüleri, kaideleri araştırır.

Bu yönüyle insanın bilimsel incelemelere konu olan bir maddî-bedensel yönü bulunmakla beraber; insan aynı zamanda Allah-u Teâlâ’nın emrinden olan bir ruha sahiptir. Allah-u Teâlâ’ya bir sınır konulamayacağı ve iradesi herhangi bir kuramla çerçevelenemeyeceğine göre Allah-u Teâlâ’nın emrinden bir ruh ve sıfatlarından eserler taşıyan insan da bu yönüyle mükerrem ve benzersizdir. Bu yüzden sosyoloji, psikoloji gibi insan davranışlarını inceleyen bilim dallarında ne kadar ilerlemiş olsak da bu bilgimiz bir yere kadardır.

Binaenaleyh insanın bu yönüyle doğrudan ilgili olan “Devlet”i de böyle düşünmek lazımdır. Değişmez kurallar kaidelerle tanımlamak hem hatalıdır, hem de gelişmenin ve ilerlemenin önünde engeldir.

Tarihte bu gibi kaideler ortaya koymaya çalışanların eksiklikleri zamanla ortaya çıkmıştır. Meselâ; Asr-ı saadetten sonra yaşayan İslâm âlimlerinin bazıları İslâm devleti’nin başkanında bulunması gereken sıfatları sayarken “Kureyş’ten olmalıdır.” gibi şartlar ileri sürmüşlerdir. Oysa sonrasında yaşanan yüzyıllar boyunca bu gibi formüllerin işlemediği ortadadır.

 

Tevhid Akidesi ve Devlet:

İnsanlık tarihi boyunca gönderilen Peygamber Efendilerimizin kıssaları incelendiğinde tavizsiz bir şekilde tevhid akidesini, İslâm dinini tebliğ ettiklerini görürüz. Kimi öldürüldü, kimi kavmini terketmek zorunda kaldı ancak asla taviz vermediler. Peygamber Efendimiz’e Kureyşliler kendi inançlarına müsamaha göstermesi, davetinden vazgeçmesi için tekliflerde bulundular, tehdit ettiler. Hatta “Seni başımıza getirelim” dediler. O ise “Onlar sağ elime güneşi, sol elime ay’ı koysalar ben yine bu dâvetten vazgeçmem!” dedi.

Bütün Peygamber Efendilerimiz hepsi aynı şeyi söylediler, asla taviz vermediler.

Bununla beraber hepsinin içinde bulundukları toplumun ve devletin yapısına göre, müslümanların durumuna göre farklı kıssaları oldu. Yusuf Aleyhisselâm Mısır’da vezir oldu, devlet başkanlarını ve halkı irşad etti. Musa Aleyhisselâm kavmini alarak Mısır’ı terketti. Süleyman ve Davut Aleyhisselâm ise kavimlerinin başına kral oldular. Nuh Aleyhisselâm’ın, İbrahim Aleyhisselâm’ın, İsa Aleyhisselâm’ın bütün Peygamber Efendilerimizin kıssalarında bu tecrübeler farklı farklıdır. Mekke döneminde müslümanların bazıları Habeşistan’a hicret etti. Medine’ye hicretten sonra ise Resulullah Aleyhisselâm aynı zamanda bir devlet başkanı oldu. Anlaşmalar yaptı. Hudeybiye’de ise devlet başkanı olarak müslümanların kabul etmekte zorlandığı tavizlere imza attı.

Binaenaleyh devlet tevhid akidesi gibi değişmez nasları olan bir yapı değildir. “Müslümanların selameti ve geleceği” için değişik zamanlarda, değişik konjenktürlerde farklı farklı uygulamalar yapılabilir, geliştirilmesi için diğer milletlerin tecrübelerinden istifade edilebilir.

İnsanların saltanattan, krallıktan başka bir yönetim şeklini hayal bile edemediği bir çağda 4 halife devrini yaşamış olan müslümanlar bu devrin sonunda tekrar saltanat ile yönetilmeye başlanmıştır. Bu anlamda bir geriye gidiş olmakla beraber hiç kimse bu devletlerin İslâm devleti olduğu gerçeğini inkâr edemez.

İçinde yaşadığımız fitne asrında müslümanların İslâm hükümlerinin uygulanmadığı devletlerle yönetiliyor olmasının kafaları karıştırdığı da bir gerçektir.

Tarih boyu bütün Peygamber Efendilerimiz müslümanların selameti için gayret etmişler, içinde bulundukları toplumda büyük bir vakarla, sabırla, suhuletle hak ve hakikati tebliğ etmişlerdir.

Fitne ve terör çıkartan DEAŞ gibi zihniyetlerin, darü’l-harp hükmünü içinde bulundukları topluma teşmil etmeye çalışanların hem İslâm’a hem müslümanlara verdiği büyük zararlar ortadadır. Tarih boyu olduğu gibi burada da gerçek tasavvuf önderlerinin yol göstericiliği bize ışık tutmaktadır. (Darü’l-Harp, Hicretçiler gibi konular için bkz. Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, Kardeşlik Dini Siyaset ve Cihad 1985)

 

Medeniyet Derdi Olanların Bazı Hataları:

Medeniyet mevzuuna kafa yoran ve hatta bunun okulunu açan gayretler var. Bu gayretler kıymetli olmakla beraber, iki temel hatadan sıyrılmadan bu gayretlerin gerçek bir neticeye ulaşması zordur:

- Yakın zamanlarda ortaya atılan ve adeta takiyye aracı haline gelen Mekke-Medine ayrımı tashih edilmelidir.

- Medeniyetimizin temelinin “Tasavvuf “ olduğu gerçeğinden yola çıkarak her “Ben tasavvuf ehliyim, cemaatim” diyeni bu temelin bir unsuru gibi görmekten vazgeçilmelidir. Yoldan sapmış, amacını ve yönünü dünyaya dönmüş, holding patronu olmuş yapı ve kişilerin, kurulmasını hayal ettiğimiz medeniyet tasavvurunun unsuru değil düşmanları olduğunu unutmamalıyız.

Bugün birçoklarının ortak bir hatası; Mekke ve Medine döneminde inen Âyet-i kerime’lerin muhteva farklarından yola çıkarak adeta bir “Takiyye” çıkarımı yapmalarıdır. Oysa Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın sünnetinde böyle bir anlayış ve hareket tarzı yoktur.

Bugün bu gibiler İslâm’ı; amacı devlet kurmak, devleti ele geçirmek olan bir ideoloji konumuna indirgemektedir. Birçok fitne ve bağnazlıklar buradan türemektedir. İslâm devlete önem verir, toplumsal kaideler vazeder ancak ana amacı dünya değil, ahirettir. Diğerleri ana amaca hizmet eden araçlardır.

Bu yaygın ve yanlış “Takiyye” anlayışının en büyük sebebi müslümanların önderi gibi ortaya çıkan birçoklarının yönünü ahiret yerine dünyaya dönmüş olmasıdır. Birçok kötülüğün ve bölücülüğün çıkış noktası burasıdır. Vehhabi-DEAŞ zihniyetinde de bu vardır. FETÖ gibi birçok din ve vatan bölücülerinde de bu anlayış vardır. Şia da da bu vardır. Hepsinin ortak özelliği yönlerinin dünyaya dönük olması ve şahsi, grup çıkarlarını her şeyden üstün tutup İslâm’ın müslümanların umum selametine, geleceğine, medeniyetine çok büyük bir darbe vurmuş olmalarıdır.

 

Temel Düsturlar:

Binaenaleyh “Devlet” bağlamındaki fikir ameliyelerinde değişmez kuramlar icat etmek yerine bazı temel düsturlar benimsemek daha doğru olacaktır:

1. Medeniyetimizin temeli İslâm’dır; İslâm’ın özü ve hakikati olan “Tasavvuf”tur. Temel tasavvuf öğretisi eğitim sisteminin ve devletin temeli olmalıdır.

2. Bugün “Tasavvuf ehliyim” diye ortaya çıkanların büyük çoğunluğu bu temel öğretiden sapmıştır. Bu yüzden tasavvuf öğretisi bu gibi grup ve şahıslardan arındırılarak ele alınmalıdır. Zira Hakikat arayışı sahte din önderlerine sahip çıkmakla neticeye ulaşamaz.

3. Devlet teorisinin ana düsturu teoride değil pratikte “Müslümanların, İslâm dünyası’nın selâmeti” olarak ele alınmalıdır. Suriye’de müslümanlara saldırarak Amerika’ya, Rusya’ya, PKK’ya zemin hazırlayan DEAŞ bu anlamda müslümanların selametine zarar veren en büyük fitne olmuştur. İdlib’te Türkiye ile uzlaşmayarak Rusya’ya bahane verenler de böyledir. İslâm dünyasının önderi durumundaki Türkiye’nin selametini düşünmek İslâm’ın selametini düşünmek gibidir. Türkiye’ye silah çekenlerin durumu ise buna göre değerlendirilmeli ve lüzumu halinde gereken ceza verilmelidir.

4-Nasıl ki her yeni çarpışmadan çıkarttığı derslerle harekât doktirinini yenileyen, harp silah araç gereçlerini buna göre sürekli geliştiren bir ordumuz varsa, devlet de bu şekilde her tecrübeden aldığı derslerle anında kendini yenileyen bir yapı şeklinde tasavvur edilmelidir.

Fırtınalı dalgaların gittikçe çoğaldığı bu hız çağında ne kadar hızlı olursak o kadar ayakta kalır ve küffara galebe çalabiliriz.


  Önceki Sonraki