Şehvet ve arzuların kökü ve kaynağı olduğu için şu nefsin hâli çok zor ve dehşetlidir.
Rûh ise akla meyillidir.
İlâhi marifet kalbin içinde saklıdır; nefis ise ondan çıkıp, meylettiği şehvetlere ulaşır.
Bu meyil onun hevâ ve hevesidir. Onun içindir ki, onun arzu ve hevâsı, kalbiyle onu en yukarılardan en aşağılara indirir.
Akıl peşinen devreye girdiği vakit, kalp içindeki şeye karşı güven duyar, itminan bulur ve artık senâ etmek senin üzerine vâcip olur.
Nitekim onunla ilgili olarak:
“Sen O’ndan râzı, O senden râzı…” buyurulmuştur. (Fecr: 28)
Nitekim sen O’ndan râzı olursun, Allah da ondan râzı olur, onu mutmain kılar ve kalbiyle birlikte karar bulmasını sağlar.
İsmi mübârek olan Allah, inzâl buyurduğu bir Âyet-i kerime’de dünyayı, onun ehlini, tabakalarını, sadır (gönül)lerin ona karşı nasıl açıldığını ve onun kırıntıları karşısında bize nasıl şifâ bulacağımızı hikâye ederek şöyle buyurmuştur:
“İnsana gelince; Rabb’i kendisini imtihan edip de ikramda bulunur, ona bol nimet verirse: “Rabb’im bana ikram etti.” der.
Amma onu imtihan etmek için rızkını daraltıp bir ölçüye göre verdiği zaman: “Rabb’im bana ihanet etti.” der.” (Fecr: 15-16)
Biz, dünyayı her şeyiyle çok geniş, ferahlık verici ve değerli bir yer olarak biliyoruz. Oysa O, onun her hâlükârda “Rabb’in imtihan yeri” olduğunu beyan buyuruyor.
İşte bu, Rabb’ine karşı çok câhildir, bu bir saatlik yeri kendince bir lütuf ve kerem addetmiştir. Bu ise ancak aşağılıkların takdir ve düşüncesidir.
Bunların her ikisini de yalanlayarak, ikisi üzerine de “Kellâ = Öyle değil!..” sözünü getirmiştir ki, burada “Kef”in vasla (birleşme)si “Lâ = Hayır!” demektir; “Zâlik: Bu” denirken onun birleşmesi ile daha sonra “Ke-zâlik: Böyle” demek gibidir.
Meselâ;
“Allah’ın rahmeti sayesindedir ki, onlara yumuşak davrandın.” (Âl-i imrân: 159)
Buyruğunda, ondaki “Allah’ın rahmetiyle”nin “mâ = sayesinde”si de, hiç şüphesiz onun birleştiricisidir.
Bunun Kur’an’daki misâlleri pek çoktur. O, insanlar arasında cârî olan diller arasında Arapça’nın hitap şeklidir.
“O’nun lütuf ve nimeti” kavline gelince; onunla murâd edilen âhiretteki lütuflar ve keremler değildir; tâkip edilmesi gereken iâşe ve geçimliğe dair lütuflardır, dünyadan onun kendisine muvaffak olacağı şeyin îrâd olunmasıdır.
Lütuf ve keremler O’na boyun eğmekle alâkalıdır; ilâhi cezâlar, istek ve dilemeler, arzu ve şehvetlerle ilgili olarak, ismi mübarek olan Rabb’imize yapılanlara karşılık ancak sahibini bağlar.
İşte bu belâ ve imtihanla ilgili lütuf ve keremlerdir, seçilmiş ve beğenilmiş lütuf ve keremler, yahut sevap mânâsında lütuf ve keremler değildir. Yalanlayıcılar cehaletleri nedeniyle, O’nun hiç kimsenin yüklenmeye cesaret edemediği fiilini yüklenmişlerdir.
Azîz ve Celîl olan Rabb’inden bu meydana geldiği vakit halk için bir belâ ve imtihan olarak gelir, o bir yönüyle lütuflara ermiş gibi gözükse de aslında aşağıların en aşağısına inmiştir.
Sonra bir saatlik imtihan ve belâya yöneltip, onu da sîret, fıtrat ve yapılan amellere göre inşâ ederek, küfür ehlini gözle görülür hâle getirmiştir.
O, onlara bu dört hasleti de zikredip, daha sonra kendilerine yönelerek şöyle buyurmuştur:
“Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmezsiniz.
Yoksulu yedirmek için birbirinizi teşvik etmezsiniz.
Size kalan mirası haram helâl demeyip alabildiğine yiyorsunuz.
Malı pek çok seviyorsunuz.” (Fecr: 17-20)
Haklardan men edilme ile ilgili olarak bahilliği zikrederken, cimriliği de anmış, gaybeti de bir arada zikretmiştir.
Nitekim bahilin ilâhi haklardan men edip engellemesi yetime karşı bir ihanettir, aynı zamanda miskini doyurmayı da terk etmek demektir.
Cimrilik ve eli sıkılık miras hakkında yapılan zulümdür, sahibinden malını zorla alıp önünü kesmektir.
Gaybet ise mal toplamayı ve onu kendi elinde tutmayı sevmek demektir.
Sonra, saçıp-savrulmalar hakkında ise şöyle buyurmuştur:
“Hayır! Yer sallanıp parça parça dağıldığı zaman.” (Fecr: 21)
Yani bu parça parça oluş sizin bu amelleriniz için de geçerlidir.
“Rabb’in geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman.” (Fecr: 22)
Gökyüzünün çevresini çepeçevre kuşatırlar, hatta onun üzerine çıkıp dururlar.