Herkes Allah-u Teâlâ’yı azameti ile, yaratması ile biliyor, amma Resulullah Aleyhisselâm’ın aslını kimse bilmiyor. Size onu bildirmek ve duyurmak için bu mevzulara temas ediyorum.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitaben:
“Onların sana baktıklarını görürsün. Oysa onlar görmezler.” buyuruyor. (A’râf: 198)
Yani senin hakikatini göremezler ve bilemezler. Onların bakışı Abdullah oğlu Muhammed’den ibarettir. Oysa Allah-u Teâlâ onu kendi nurundan yaratmış, âlemleri o nur ile donatmış. İşte bunu bilmezler. Onun aslı nûrdur.
Zâhirini görenler onun hakikatini göremediler. Ona bir beşer gözüyle baktılar.
Resulullah Aleyhisselâm’ı kimi insanlar işitir, kimisi bilir, kimisi de bulur. Nasibi olan işitir, işitmesini derinleştiren bilir, kimisi de onu bulur. Nerede bulur? Muhabbetiyle gönlünde bulur. Amma bulanlar çok nadirdir.
Daha evvel arzetmiştik ki;
“Hazret-i Allah’ı aradım, hiçlik içinde buldum.
Resulullah’ı aradım, Allah-u Teâlâ’nın nûrunun içinde buldum.”
Bu nuru size tarif etmem mümkün değildir. Zira irfan anlatmakla, okumakla husule gelmez. Allah-u Teâlâ’nın dilemesiyle, göstermesiyle husule gelir.
O herhangi bir beşer gibi değildir. O nur olduğu için; rûhâniyeti ve nûrâniyeti her zaman aramızdadır. Onun rûhâniyeti âlemleri ihata etmiştir. Bu bâtının da bâtını bir mânâdır.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyururlar ki:
“Biliniz ki Resulullah aranızdadır.” (Hucûrât: 7)
Bu husus ehlince mâlumdur.
Dünyada gözü ile görme şerefine nâil olanlar olsun, gözü ile görmediği halde sonraki asırlarda ona iman edenler olsun; onun bir nûr olduğunu bilirler ise de, o nûrun mahiyetini ve hakikatini anlamalarına imkân yoktur. Beşer idraki buna müsait değildir. Anlamaya çalışmak, bir fincanla denizi ölçmeye benzer. Zira o Allah-u Teâlâ’nın nurudur, âlemlerin gurur ve sürûrudur.
O Allah-u Teâlâ’nın nuru olduğu için, bütün âlemler onunla iftihar ediyor. O bütün âlemlerin efendisidir, âmiridir. Niçin? Allah-u Teâlâ onu ona bahşettiği için.
Farz-ı muhal ki onun makamına oturmuş, Fenâfillâh’a ermiş olan bir mürşid-i kâmil “Âlem-i ekber”dir. Onun “Âlem-i ekber” oluşu Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inden geliyor. O “Âlemlerin ekber”i olduğu için, o da onun vekili olduğu için.
Resulullah Aleyhisselâm’ın hakikati, büyüklük ve azameti ancak kıyamet günü belli olacak, herkesçe bilinip anlaşılabilecek, fakat iş işten geçecektir. Dünyada zâhir olmuş olsaydı, ona iman etmek zaruri olurdu. Halbuki makbul olan iman, gayba olan imandır.
Kur’an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre:
“Size Allah’ın âyetleri okunurken ve aranızda O’nun Resul’ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?” (Âl-i imrân: 101)
Âyet-i kerime’sinden, o Nur’un kıyamete kadar bâki kalacağı anlaşılmış oluyor. “Aramızda” olan onun rûhâniyeti ve nûrâniyetidir.
Şüphesiz ki bu Âyet-i kerime’lerde sizin anlayamadığınız birçok mânâlar vardır. Fakat ehli olanlar bunu hem biliyor, hem görüyor, onun tasarrufunu da âşikâr olarak görüyor. Bütün bu gizli mânâlara âşina olanlar vardır.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Kur’an’ın bir zâhirî bir de bâtını vardır. Bâtını da yedi dereceye kadar gider.”
Her Âyet-i kerime’nin birçok mânâları ve hikmetleri vardır. Allah-u Teâlâ dilediğine dilediği kadar bildirir, dilediği kadar duyurur. O’nun dilediği kadar onlar bunun hepsini bilirler ve görürler. Fakat bu beşere âit değildir, diğer insanların bilgisine girmez.
O “Sirâc-ı münîr”in vekili olan mürşid-i kâmil’ler de o nuru taşıdıkları için, hem Nur’u bilirler, hem de o nur sayesinde esrâr-ı ilâhî’yi çözerler. Kudsî ruh ile desteklendikleri için birçok şeylere vâkıftırlar. Çünkü onların muallimi Allah-u Teâlâ’dır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)
Kişinin bilemeyeceği, erişemeyeceği yerleri Allah-u Teâlâ onlara bildirir, gösterir ve eriştirir.
Bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur.” (Nûr: 35)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Hadis-i şerif’leri dahi çok mânâlar taşır, içinde birçok hikmetler bulunur. Nasipdar olan zâhirî mânâsını alır, diğerleri de ilminin derinliği nisbetinde o mânâyı genişletir. Kimisi mânâda kalmış, kimisi ise mânâlara geçmiş.
•
Mâlum-u fâzilâneleriniz olduğu üzere Allah-u Teâlâ’nın Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in üzerindeki lütuf ve ihsanlarını belirten bunca Âyet-i kerime’ler size arzedilmektedir. Allah-u Teâlâ’nın ona neler ihsan ettiğini anlatmak mümkün değildir.
Onu daha iyi anlayabilmeniz için onun yolunda olan vekillerine velilerine neler verdiğini, neler bahşettiğini anlatmaya çalışacağız.
Hiç şüphesiz ki bu mevzular sizin ilminiz ve zannınız dahilinde değildir, bilmediğiniz, duymadığınız bir hakikattir, bu ilim ehline mahsustur. Fakat bunu bildirmekle Resulullah Aleyhisselâm’ı ancak biraz anlamış, ona Allah-u Teâlâ’nın neler ihsan ettiğini görmüş olacaksınız.
Allah-u Teâlâ insanı mükerrem bir varlık olarak yaratmıştır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” buyuruyor. (Tîn: 4)
İnsanı en güzel bir biçimde yarattığını beyan etmesi, bu hususa çok büyük nazar edilmesi gerektiği içindir. Anlayabilmek için gerçek bir tefekküre ihtiyaç vardır.
İnsanı en güzel bir biçimde yarattı ve onu maddî-mânevî nâmütenâhi nimetlerle donattı, âlemleri insanda dürdü. Kâinatta ne ki varsa insanda o mevcuttur.
Allah-u Teâlâ insanı mükerrem olarak yaratması sebebiyle ona büyük lütuflar bahşetmiştir. Bu engin lütuflardan ötürü de ona büyük imkânlar sağlamıştır. İnsanın maddî yönünü az çok biliyorsunuz, size mâneviyattan bahsedeceğiz.
En büyük ihsan nedir?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar sıdk makamında kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)
Bunu insana bahşetti. Ey insan sen neredesin?
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetine kadar çıkardığı kimselerdir.
Bu sevgili kullarını daire-i saâdetine almış, merkez-i selâmetine çıkarmış, huzuruna kadar almış ve en büyük saâdetine eriştirmiştir.
Kimi sevmişse onu seçmiş, kimi de seçmişse onu kendisine çekmiştir. Huzur-u ilâhi’sine ancak sevdiğini, seçtiğini alır.
Bu gibi kimselerin dünyadaki durumları da budur, ahiretteki durumları da budur. Aynı durum dünyadan ahirete intikal etmiştir.
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
“Şüphesiz ki cennetlikler, üzerlerindeki köşk sahiplerini sizin doğu ve batı ufkunda kavuşmakta olan parlak yıldızı gördüğünüz gibi görürler. Çünkü aralarında fark vardır.”
Ashâb-ı kiram:
“Yâ Resulellah!
Bunlar peygamberlerin yerleridir. Başkaları onlara ulaşamaz.” deyince buyurdular ki:
“Bilâkis!..
Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, onlar Allah’a iman eden ve peygamberleri tasdik eden bir takım adamlardır.” (Müslim: 2831)
Bunlar onun ümmetinden dünyaya nâdiren gelen vekiller ve velilerdir.
Yani: “Benden sonra gelecek ümmetimin içinde böyle cevherler, böyle yıldızlar mevcuttur.” mânâsına gelir.
Allah-u Teâlâ bir kulunu kendisine yaklaştırdıktan sonra yaratıkların ne hükmü var? Mühim olan Yaratan’dır.