Gün geçmiyor ki Batı kaynaklı, Amerika kaynaklı bir ambargo, bir taarruz, bir sıkıştırma, bir düşmanlık ile karşılaşmayalım. F35 ambargosunu resmileştirdiler, Ermeni Soykırımı dediler ve daha nicesi..
“Batı” dediğimiz coğrafyaya yerleşip ucube bir medeniyet inşa eden şeytani aklın mankurtları haline gelen Batı ülkeleri ihtiras ve sapkınlıklarının peşinde dünyayı her geçen gün daha da yaşanmaz bir hale getiriyor. Şuursuzca, mütemadiyen en çok da Türkiye’ye ve İslâm dünyasına zarar vermek için çalışıyorlar. (Bir gün işin sonunda 1915’te olduğu gibi ordularını da gönderecekler, bundan şüphe olmasın.)
Batı’nın bütün dünyaya vahşet, zulüm, kargaşa, sapkınlık ihraç ettiği bu karanlık günlerin sonunda -daha önce de bahsettiğimiz gibi- büyük bir dönüşüm yaşanması kaçınılmaz.
Bu kargaşayı çıkartanlar kendi dönüşümlerini sahneye koyacaklarını, günün sonunda dijital diktatörlüklerini kuracaklarını zannediyorlar ancak ilahi kudreti hesaba katmıyorlar.
Türkiye bu ucubelerin ambargo ve saldırılarına karşı bir taraftan kendi vatanını muhafaza etmeye, diğer taraftan mazlumların müdafii olmaya, onlara elini uzatmaya çalışıyor. İlahi kudret tarih denilen sahnede Türkiye’yi yeniden ileri sürüyor.
Millet olarak “Tek dişi kalmış canavar” ile vuruşan, vuruşmak zorunda kalan; hak, hukuk ve adaletin silahşorleri olarak temayüz ediyoruz. Ve ister istemez bu dönüşümün merkezinde bulunuyoruz.
Ancak dikkat edilirse “Batı”dan gelen bu saldırılara karşı durmaya çalışırken en büyük direnci maalesef kendi içimizden görüyoruz. Bir kesim adeta manevî işgalcilerin temsilcileri gibi hareket ediyor. Savunma sanayii gibi üzerinde hiçbir çekişme olmaması gereken bir hususta bile bu zihniyet sahiplerinin tekere çomak sokmaya çalıştıklarına şahit oluyoruz ve bunların söz sahibi olma ihtimalinde savunma sanayiindeki sürekliliğin aynı hızla devam edeceğinden emin olamıyoruz.
Bunun en büyük sebebi bu ülkenin manevî bir işgal altında olmasıdır. Bu manevî işgalin boyutunu ve vahametini daha önce ayrıntılı olarak izah etmeye çalışmış; bu ülkenin 100 yıl önce maddi bağımsızlığını kazanmış ve fakat kültür ve medeniyet sahasındaki savaşta teslim bayrağını çekmiş, bağımsızlığını kaybetmiş, manevî olarak işgal edilmiş bir ülke olduğunu ortaya koymuştuk.
Bu işgal neye sebep oluyor? Şöyle ki: Dikkat ederseniz bu işgal sebebiyle kendisini “Üstün”(!) Batı Medeniyeti’nin müntesibi olarak gören bir kesim oluşmuş durumda. Bu kesim sayıca az da olsa sesleri daha çok çıkıyor. Kendilerini üstünün üstünü görüyorlar, Batı kaynaklı algı operasyonlarına çok açıklar. Anadolu halkına, milli değerlere ve dahi müslümanlığımıza karşı çok küçümseyici bir bakış açıları var.
Batı’nın yüzündeki bütün maskeler paramparça olduğu halde, gerçek yüzleri ortaya çıkmaya başladığı halde bunlar Batı’ya olan aidiyet hissini bırakmak istemiyorlar. Bu durum onları bu memlekete ihanet eder duruma düşürüyor ve bunu da bir maharet gibi savunuyorlar. Hiçbir doğru söze gelmiyorlar, kendi zihin dünyalarındaki algılara hizmet eden her türlü yalana dört elle sarılıyorlar. Bir kısmı ise atalarını soykırım yapmakla itham edecek kadar köksüzleşmişler.
Bu devletin, bu milletin sağduyu sahibi geniş kesimi ise; bunların karşısına esasında bunların küçümseneceği, gerçek bir medeniyetin temsilcileri olarak çıkmakta zafiyet ve donanım eksikliği gösteriyor. Zira bu ülkenin bütün insanları bu manevî işgalden etkilenmiş ve Batı kaynaklı her şeyi doğru kabul eden bir eğitim sisteminden geçmiş durumda. Bu eğitim sisteminin de bir sonucu olarak kendi köklerimizden, kendi medeniyetimizden, İslâm’dan gelen doğruluk, ahlak, hak, hukuk, adalet gibi kavramları özleştirip uygulamakta sorun yaşıyoruz. Kendi medeniyetimizi kendimiz yaşamadığımız müddetçe insanlara anlatmanın da çok faydası olmuyor maalesef.
Bu durumu değiştirebilmek, gerçek bir bağımsızlığa kavuşabilmek için millet olarak zihnimizi, gönlümüzü bir silindir gibi ezip geçen “Üstün Batı Medeniyeti Algısı”nı yıkmamız; bizim daha büyük, daha güzel, gerçek bir medeniyete sahip olduğumuzu; bu medeniyetle bütün insanlığa hitap edebileceğimizi; bunun için büyük bir değişim ve dönüşüme ihtiyacımız olduğunu bilmemiz gerek.
Bu değişim ve dönüşümü yaşayamazsak, tekrar bir bağımsızlık mücadelesini daha kazanmış olsak da yeni bir medeniyet inşasının temsilcisi olma şansını kaybedebiliriz ve belki de daha kötüsü, 100 yıl önceki gibi maddi bağımsızlığını kazanmış ancak manevî işgalin devam ettiği bir ülke olmaya devam ederiz.
Bu noktada şöyle bir soru yahut önerme gelebilir:
“Üstün Batı Medeniyeti Algısı’nı yıkalım da peki Batı Medeniyeti zaten üstün değil mi?”
Hayır üstün değil!
Bu önermede bulunanlar diyecektir ki; “Eşitlik, adalet, özgürlük, insan hakları…”
O halde şunu sormak lazım:
Batı ülkeleri kendi insanına görece bir adalet, özgürlük ortamı sağlamışken, “İnsan hakları” diye bir kavramı icat etmişken; sömürdükleri, işgal ettikleri yerlerde niçin bu kavramların esamesi okunmuyor? Niçin 1789 yılında “Eşitlik, özgürlük, adalet” sloganları altında devrim yapan, aynı yıl meclisinde “Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi”ni kabul eden Fransa bugün hala Afrika ülkelerini sömürebilmek için her türlü çirkefliği yapar, Cezayir’de 1 milyon insanı katleder, 1994 yılında 800 bin insanın katledilmesine yol açan Ruanda Soykırımının sorumlusu olur? Niçin Batı ülkelerinin tamamı Avrupa’nın ortasında Bosna’da yaşanan soykırıma yıllarca seyirci kalır? Niçin Medeni (!) Batı kendisinden başka hiçbir dünya milletinin kendi seviyesine çıkmasına izin vermek istemez, biraz sivrilen kim olursa olsun tepesine tepesine vurur? Halkını düşünen liderleri kendi işine gelmediği için türlü yöntemlerle alaşağı eder, gerekirse katleder. İşgal ettiği yerlerdeki bilim insanlarını, liyakatli bürokratları yok eder ya da uzaklaştırır? Niçin bu medeni (!) ülkelerin bugünkü lideri konumundaki Amerika’nın askerleri gittikleri yerlerde her türlü katliamı, tecavüzü yapmaktan geri durmaz? Bu Amerika işine gelmeyen ülkeleri terörist diye damgalayıp bombalarken kendisi burnumuzun dibinde teröristlerle canciğer kuzu sarması olur?
Fransız devrimi oldu da ne oldu? Burjuvazi zulüm-sömürme mirasını devraldı. Batı’da 100 yıl önce insanlar fabrikalarda işçi adı altında kölelerden daha ağır şartlarda çalıştırılmaya başlandı. Sonuç? Bu sefer komünizm Burjuvaziyi yıkalım diye ortaya çıktı. (Güya komünizmde de herkes eşit olacaktı, oysa devrim adı altında birçok katliamlar yaptılar, hala dünyanın çeşitli yerlerinde Doğu Türkistan’da zulüm ve katliam yapılıyor.) Kapitalizmi icat ettiler, kapital serbest olacaktı, tam tersi parmakla sayılan sayıları az bir zümrenin elinde toplandı ve faiz-kumar ekonomisi ile bunların kapitalleri Karun’la yarışacak düzeye geldi. Aynı şekilde Faşizm nereden çıktı? Hitler ve Mussolini gibi bir garabet bu dünyada nerede yaşanmıştır? Ki bugün faşizm belası bir tehdit olarak Avrupa’nın hala tepesinde bir hayalet gibi dolaşmaktadır. Liberalizm dediler, devleti küçültelim dediler, bugün sosyal medya denilen platformların sahibi birkaç şirket koskoca Amerika’nın başkanına sansür uygulayacak boyutta bir güce ulaştı. Bütün dünyada benzer sansürleri, sinsi yönlendirmeleri, algı operasyonlarını her gün yapıyorlar.
Yani ne kadar melanet varsa Batı’dan zuhur ediyor. Bizim akl-ı evveller hâlâ neyin ütopyasını yaşıyor anlamak çok zor. Balık otu yutmuş gibiler. İşte manevî işgal dediğimiz hadisenin boyutu bu kadar büyüktür. Batı’dan gelen her şey doğru kabul ediliyor, bu tenakuzların eleştirisi yok denecek kadar az yapılıyor.
Avrupa’nın sosyal devlet anlayışına evrilmesi ise yönetici tabakanın halk hareketlerinden, devrim adı altında ortaya çıkan hercümerçlerden çekinmesindendir.
Diğer bir cenahtan bakıldığında Avrupa’nın modernleşme dediği, son dört-beş yüzyıldaki değişim Siyonist zihniyetin ekonomide ve felsefede zemin bulmasına, hatta tahakküm kurmasına yol açmıştır.
Binaenaleyh neresinden tutarsanız tutun, Batı Medeniyeti denilen şey özünde insanlara huzur getirmeyen, dünyayı tarumar eden “Sözde bir medeniyettir”. Bir zamanlar kendi halkını ezen Batı bugün hala bütün dünyayı ezmeye, sömürmeye çalışmaktadır.
Geçtiğimiz günlerde İtalya Temsilciler Meclisi Üyesi Giorgia Meloni İtalyan meclisinde Fransa Cumhurbaşkanı’nı ağır bir şekilde eleştirirken Fransa’nın Afrika’yı sömürmeye devam ettiğini, Fransız nükleer santralleri için gerekli uranyumun %30’unu Nijer’den çıkarttığını ancak Nijer’in %90’nının hala elektriksiz olduğunu, 14 Afrika ülkesinde para bastırıp üzerini damgaladığını ve çocukları madenlerde çalıştırıp hammadde elde etmeye devam ettiğini söyledi.
Batı denilen şey budur.
Peki Batı böyle, biz nasılız?
Bu sefer şöyle soralım:
İç huzurunu oturtamamış, adaletinde sorunlar olan, insan haklarında yıllarca eksiklikler yaşamış, adam kayırmacılık vb. eksikliklerle boğuşan bir ülke, Türkiye; yurtdışına adım attığı anda neden mazlumların hamisi olur? Gittiği yerlerde düzen ve nizamın kurulması, halkın huzuru için elinden geleni yapar? Kore Savaşı’ndan tutun, Bosna, Afganistan, Somali, Suriye, Libya … gittiği her yerde halkın sevgisine mazhar olur? Kendi içinde yapamadığını diğer ülkelerde yapmaya çalışır? Türkiye’nin Afrika’daki nüfuzunun artması hakkında Fransa’da hazırlanan bir raporda Türkiye’nin Afrika’ya insani yardım yaptığı ve bunu bir karşılık beklemeden yaptığına vurgu yapılıyordu. Karşılıksız yardım yapmak Türk insanı için, Türk devleti için normal ve mutluluk verici bir durum iken, Batı ülkeleri için niye mümkün olamıyor? Niçin her yere sömürme, iliğini sökme, karşı çıkanı yok etme duygusuyla giriyorlar?
Bütün bu soru ve yorumlarda tenakuz gibi görünen durumun cevabını şöyle verebiliriz:
Batı Medeniyeti nasıl ki özünde bir medeniyet değilse, bizim özümüz tam tersine gerçek bir medeniyettir. Bu özü ortaya çıkartabilirsek, bu milletin ayağına vurulmuş prangalardan kurtulabilirsek, işte o zaman özünde gerçek bir medeniyetin temsilcisi olarak dünya sahnesine çıkmış olacağız.
Batı Medeniyeti’nin neden üstün olmadığının ve daha üstün bir medeniyetin bizim köklerimizde ortaya çıkmayı beklediğinin ispatı yukarıdaki sorulara, sorgulamalara verilen ve verilecek olan cevaplardadır.
Elbette Batı dünyası içinde samimi bir şekilde hakikati, doğruyu arayan insanlar da var. Yukarıda sözlerini naklettiğimiz İtalyan milletvekilinin Macron hakkındaki eleştirisi, aslında Macron’un şahsında tam bir Batı Medeniyeti eleştirisidir. Ancak Batı Medeniyeti dediğimiz şeyin sahipleri bu sözleri hiç duymuyorlar, şuursuzca ihtiraslarının peşinde koşup, dünyayı yok etmeye çalışıyorlar.
Medeniyet yüksek binalar, düzgün yollar, güzel arabalar, gelişmiş teknolojiden mi ibarettir?
Batı kendi içinde şehirleşmesini, -bütün dünyayı sömürgeleştirmesinin büyük katkısı ile- zenginleşmesini, devlet yönetimini kendine göre az-çok bir şekle koyabilmiş olmayı sağlamasına rağmen niçin her gittiği yere zulüm, vahşet, kölelik, gasp, yağma, katliam taşımış ve ayağa kalkmak isteyen, iyi bir yönetim kurmak isteyen ülkeleri ezmiş ve halkı için iyi şeyler yapmak isteyen yerel önderleri yok etmiştir?
Yahut şöyle soralım:
Amerikan yerlilerinin topraklarına konmak için, soykırım niyetiyle, bilinçli olarak kadın ve çocukları acımadan öldüren, biyolojik silah olarak çiçek hastalığı bulaşmış battaniyeleri dağıtan Batılı istilacılar mı medenidir yoksa kendine has kültürleri ile doğaya, canlıya saygı duyan Kızılderililer mi daha medenidir? Oysa Amerikan filimleri bizim belleklerimize Kızılderilileri tam tersi bir algı ile yerleştirmiştir. Vietnam filimleri de öyledir. Afganistan filimlerinde bile kahraman Rambo’lar vardır.
Çatal dilli beyaz adamın çatal dili filimlerine, siyasetine her şeyine yansımıştır ve maalesef bu “Çatal dili” göremeyen azımsanamayacak bir kesim vardır.
“Bizim özümüzdeki medeniyet, ortaya çıkartmamız gereken üstün medeniyet nedir?” sorusunun cevabı uzun bir izah gerektiren bir konu olsa da cevap kısaca şudur:
Bizim bütün dünyaya numune olan medeniyetimizin temeli “Tasavvuf”tur. Bugün bu temelin ortaya çıkamayışının en büyük sebeplerinden birisi ise “Tasavvuf”u temsil makamında olduğunu iddia eden birçoklarının yozlaşmış olmasıdır. Hakikisini ve “Hakikat”ini bulmadan bu özü, bu temeli yakalayamayız.
Dikkat ederseniz bu sorgulamalara itiraz edemeyen, Batı Medeniyeti üstündür algısına biat etmiş olanlar hemen “Kadınlar” üzerinden yürütülen algılarla ortaya çıkacaklardır.
Halbuki bize üstünlük gibi yutturmaya ve kendilerine benzetmeye çalıştıkları bu husus bilakis Batı’nın en büyük çöküş sebebidir.
“Batı” çöküyor! Batı “Aile” kavramını yok ettiği için büyük bir hızla çöküyor. Dünya suhuletle yol almış olsa idi bile, çok değil elli sene sonra “Batı” diye bir şey kalmayacaktı.
Batı’da büyük bir yozlaşma, büyük bir dram yaşanıyor. Toplum çürüdü. Büyük bir cinnet yaşanıyor. Birkaç nesil sonra “Batı”da toplum diye bir şey kalmayacak. Nüfus hızla yaşlanıyor ve azalıyor. Açığı kapatmak için -faşist alt yapılarına rağmen- göçmen nüfusa göz yummak zorunda kalıyorlar. Doğum oranını artırmak için her türlü teşviki uyguluyorlar. Bir sürü paralar veriyorlar. Ancak istedikleri neticeleri alamıyorlar. Doğan çocukların yarıya yakını evlilik dışı doğumla dünyaya geliyor. Hatta bazı ülke ve eyaletlerde bu oran % 50’den fazla. Bu korkunç rakamların üzerine boşanma oranlarındaki ürkütücü artışları da eklerseniz, “Batı”nın geleceğinin, babasını bilmeyen, aile ortamında yaşamayan çocuklar olduğu gerçeği ile karşılaşırsınız.
Avrupa Parlamentosu için hazırlanan “Avrupa’da Ailenin Evrimi 2008” başlıklı raporda, AB üyesi ülkelerde 1980 ve 2006 yılları arasında evlilik oranının yüzde 24 azaldığı, her 3 haneden ikisinin çocuğunun olmadığı ve yaklaşık hane sayısının yüzde 28’inde tek kişinin yaşadığı söyleniyordu. 13 yıl önce hazırlanan bir rapor bunu söylerken bugünkü durumu artık siz düşünün.
Bu fırtınanın ortasında fıtratından kopartılan kadın var. Halbuki bize Avrupa’nın inkişafının arkasındaki en büyük sebep olarak “Kadın”a verdiği önem(!) gösteriliyor. Batı’da kadın fıtratından kopartılmış, meta haline getirilmiş, yaldızlı bir görüntünün altında gerçekte yalnız ve korumasızdır.
Binaenaleyh “Anne”siz bir toplum olamaz. Yok olur. İşte Avrupa bu yok oluşu yaşıyor.
Oysa büyük inkişafını yaşadığı asırlar boyunca Avrupa eskiden böyle değildi. Toplumun temeli olan aile 2. Dünya Savaşı’na kadar ayaktaydı. Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bugünkü ahlâksız ve sorumsuz hayat tarzı büyük bir hızla yayıldı. Avrupa’lı liderler “Para hırsı” ile, işgücü açığını kapatmak için kadını çalışma hayatına çekmek istediler. Toplumun temeline dinamitleri kendi elleri ile döşediler. Meselâ İsveç’te “Ev kadını müzeye aittir”, “Çocuk kadının ölümüdür”, “Ev kadınlığı hainliktir” gibi klişe sözler bir zamanlar bakanların bile kullandığı çok revaçta olan sözlerdi.
Halbuki Avrupa’lı yazarların eski tarihli romanlarına, eserlerine baktığınızda; 4-5 çocuklu hatta 10-15 çocuklu fedakâr anneler, aileler görürsünüz. Bu “Aile” manzarasını eski Amerikan dizilerinde ve filimlerinde de görürsünüz. Büyük Savaş öncesi dönemi anlatan hikâyelerde en az 3-4 çocuklu klasik Amerikan aileleri mutlaka vardır. (Bkz. Hakikat Dergisi, “Batı Toplumu Büyük Bir Hızla Çöküyor!”, Mayıs 2010)
Ne kadar hızlı ve büyük bir çöküş yaşandığını görüyorsunuz. Avrupa’nın nesli hızla çöküyor. Bu durumu; dünyaya hakim olmak maksadı ile ahlâksızlık yaymayı, “Kültür soykırımı” yapmayı, Türkleri ve müslümanları yalan ve dolanla karalamayı mübah gören bu sömürgeci güruha verilen ilâhî bir ceza olarak görmek de mümkündür.
Peki biz de bunlara mı benzeyeceğiz? Maalesef hızla benziyoruz. Evlilik oranları, aile başına düşen çocuk sayısı hızla düşüyor, buna mukabil boşanma oranları, aile ortamından yoksun büyüyen çocukların sayısı ise hızla artıyor.
Ailesiz, annesiz bir medeniyet asla mümkün değildir. Çökmeye mahkumdur.
Çöken, yok olan, dünyayı da çökertmeye, yok etmeye çalışan bir medeniyet asla üstün bir medeniyet olamaz. Değildir.
Batının sözde medeniyetinin ne bize ne de insanlığa vereceği hiçbir şey yoktur, kalmamıştır. Özünde gerçek insanlığı taşıyan medeniyet, bizim köklerimizde üzerindeki küllerin kaldırılmasını beklemektedir.