Aslı nurdur, görünüşü beşerdir. Öyle bir benî âdem ki;
“Biz insanı mükerrem kıldık.” (İsrâ: 70)
Âyet-i kerime’sindeki mükerrem insan hitabının mazharı da yine odur. İnsan bütün yaratıkların en mükerremi, o ise bütün mevcûdâtın en mükerremidir. Onun yüzü suyu hürmetine bütün bu faziletlerden bütün âlemler de istifade ediyor.
Onun aslı nurdur, onlar ise beşeriyetinde kaldılar. Onun hakkındaki bunca ilâhî hitapları işitmez ve görmez oldular. Onun “Sırâc-ı münir” oluşu, içinde Allah-u Teâlâ’nın nurunun akisidir. Lâmbanın ışığını içindeki mum verir, lâmba kendisi vermez. İşte onların yanıldıkları nokta burasıdır. Tabii ki bu da iman-ı kâmil olanlara âit bir meseledir.
“Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabb’inden verilen bir nur üzerindedir.” (Zümer: 22)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere, Allah-u Teâlâ’nın nur verdiği kimseler, O’nun nurunu taşıyan ve o nuru yayanlardır. Kişi imanı nisbetinde, tecellî ettiği kadar hakikatleri görebilir, hepsini değil.
Allah-u Teâlâ’nın nur vermediği kimseye ise hitabımız yoktur. Çünkü onların kalpleri dönüktür.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Allah kime nur vermemişse, onun nuru yoktur.” buyuruluyor. (Nûr: 40)
Onların bu sapıklıkları nur vermediğinden ötürüdür.
Resulullah Aleyhisselâm’ı hükümsüz ve hiçe sayanlar;
“Asluhu kâfir, cismuhu necis”tir.
Bu necasetliklerinden ötürü o “Nur”a leke sürmeye çalışıyorlar. Bu necaset halleri ile o “Nur”u görmeleri mümkün değildir. Amma kendilerinin necis olduğunu da bilmiyorlar.
Allah-u Teâlâ kime hidayet ettiyse, o hidayet nuru ile hakikati görmüştür, amma kime hidayet vermemişse, onda nur yoktur.
Allah-u Teâlâ’nın hidayet bahşettiği kimseler bu nur ışığı altında hakikati görüyorlar, fakat hidayet vermediği kimseler nursuzdur, onlar sadece lâf ederler.
Bütün bu çabalara rağmen, O’nun nur vermediğine kimse hidayet veremez. O dilediğine hidayet verir.
İmanı olan, nur sahibi olan nura gider, nura gittikçe nuru artar, nurlanır ve parlar, imanı kemâl bulur ve hakikati kavramış olur; imanı olmayan ise münkir olur, şeytan tarafına gider, bu bir ayırım noktasıdır.
Allah-u Teâlâ’nın nur vermediği kimsede nur olmaz ki Nur’u tanısın, onların inkârı buradan geliyor.
Niçin ona nur vermedi? Onda hayır görseydi, nurunu da verirdi. Allah-u Teâlâ kime nur verdiyse Nur’u görür. Fakat Allah-u Teâlâ’nın nur vermediği kimse aynanın tersine bakar, aslını görmez. Çünkü nuru yoktur ki Nur’u görsün. Daha doğrusu Allah-u Teâlâ onun kalbini çevirdiği için o artık hep ters görür, kalbinin çevrildiğini de bilmez.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi, elbette onlara duyururdu.” (Enfâl: 23)
Hiçbir şey görmek istemedikleri gibi, dinlemek de istemezler. Allah-u Teâlâ kalplerini mühürlemiş, gözlerine bir perde çekmiş, kulakları sağırlaşmış, niyetleri kesilmiş. Artık bunların hakikati görmeleri mümkün değildir. Allah-u Teâlâ kalplerini döndürdüğü için, artık herşeyi ters görüyorlar.
Bu gibi kimseler kabukta kalmışlardır, imanları sûrette olduğu için onun hakikatine nüfuz edememişlerdir. Onların imanı resimde kalmış.
Resulullah Aleyhisselâm’ı hükümsüz sayanların her zâlimden daha zâlim olduklarına dâir Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a karşı yalan uydurandan ve kendisine gelmiş olan doğruyu yalanlayandan daha zâlim kim olabilir?
Cehennemde kâfirler için bir yer yok mudur?” (Zümer: 32)
Elbette vardır! Onların ebedî ikametgâhları cehennemden başka bir yer olmayacaktır.
Çünkü onlar kendileri yoldan çıktıkları gibi, inananları da Allah yolundan çevirmeye çalışmaktadırlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“İnkâr edenlerin ve Allah yolundan alıkoyanların işlerini Allah boşa çıkarmıştır.” (Muhammed: 1)
Ona iman etmeyenlerin imansız olduğunu bu Âyet-i kerime’ler açık olarak göstermektedir.
Onlar doğrunun tâ kendisi olan Muhammed Aleyhisselâm’ı hükümsüz saymışlar ve Allah-u Teâlâ’ya karşı yalan uydurmuşlardır.
İman edenler ise ayrılmaktadır.
Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Doğruyu getiren ve onu tasdik edenler, işte onlar takvâ sahipleridir.” (Zümer: 33)
Doğruyu getiren Muhammed Aleyhisselâm’dır, tasdik edenler ise onun izinde yürüyenlerdir. Gerçek iman sahipleri işte bunlardır. Onların Rabb’leri katındaki mükâfatlarının büyüklüğünü ancak Allah-u Teâlâ bilir.
“Onlar için Rabb’leri katında diledikleri her şey vardır. İşte bu, muhsinlerin mükâfatıdır.” (Zümer: 34)
Sadece cennette değil; berzâh âleminde, kıyamet gününde, mahşer meydanında, hesapta, sıratta da bütün istekleri yerine getirilecektir.
“Allah bununla onların yaptıklarının en kötülerini bile örtecek ve yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlarını verecektir.” (Zümer: 35)
Allah-u Teâlâ küçücük bir iyiliği çok sayacak ve karşılığını çok sevapla mükâfatlandıracak kadar lütuf ve kerem sahibidir. Bu lütuf ise takvâ sahibi kullarına yaptığı muameledir. Onların kötülüklerini örter, terazilerinde o kötü amellerinin herhangi bir hesabı kalmaz.
Allah-u Teâlâ onların sapıklığa düşmelerinin, müminlerin de doğru yolu bulmalarının sebeplerini açıklamak üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“İşte böyle. İnkâra sapanlar bâtıla uydular, iman edenler ise Rabb’lerinden gelen hakka uydular.” (Muhammed: 3)
Onların bâtıla uymaları, bâtılı hakka tercih etmelerindendir.
İman edenler için bir tek Âyet-i kerime kâfidir. Oysa ki biz onların önlerine yüzlerce Âyet-i kerime sürüyoruz, fakat onlar bu ilâhî hükümlere gözü yumuk bakıyorlar.