Abdülkerim-i Cîlî -kuddise sırruh- Hazretleri “El-İnsanü’l-kâmil” isimli eserinde Hâtemü’l-evliyâ’nın makamının, Resulullah Aleyhisselâm’a ihsan buyurulan Makâm-ı mahmud’dan başka bir şey olmadığını ve bu makama ondan başka hiçbir velinin erişemeyeceğini ifade ederek şöyle buyuruyorlar:
“Her kim bu yakınlık makâmına vâsıl olursa, o kimse Hâtemü’l-evliyâ olup, hitam (hatemiyet) makâmında Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in vârisidir.
Çünkü bu yakınlık makamı, makâm-ı mahmud ve vesîle makâmıdır. Oraya kadar vâsıl olan velinin vardığı yer, kimsenin erişemeyeceği bir makamdır.” (“El-İnsanü’l-kâmil”; s. 455, trc. A. Mecdi Tolun)
İşte ispatı bu! Bu zât-ı muhterem en ince sırlardan, gerçek vuslattan bahsetmiş; Hakk’a yakınlığın, Resulullah Aleyhisselâm’a ihsan ettiğini ihsan etmekle mümkün olacağını, yani ona ne bildirirse ona da onu bildirmekle mümkün olacağını ifşâ etmiştir. Allah-u Teâlâ ona duyurmasa o bilebilir mi? Onlara duyurduğunu da ben size anlatıyorum.
“Kimsenin erişemeyeceği bir makam.” buyuruyor. Hâtem-i veli’ye ihsan edeceğini Allah-u Teâlâ ona duyurmuş.
•
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini insanların en mükerrem ve en değerlisi kıldığı gibi, ümmet-i muhteremesini de ümmetlerin en hayırlısı, en faziletlisi yapmıştır. Bu fazilet hiç şüphe yok ki Sebeb-i Mevcûdât -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den gelir.
Öyle bir fazilet ki, Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:
“O sizi seçti.” buyurmaktadır. (Hacc: 78)
Allah-u Teâlâ bu ümmetin çölağacı otlardan olmadığına, diğer ümmetler gibi yalnız kendi maslahat ve menfaati için değil, cihanşümûl bir vazife için çıkarıldığına işaret ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz.” (Âl-i imrân: 110)
Sizin bu faziletiniz Hakk katında mâlumdur ve Levh-i mahfuz’da yazılmıştır. Size bu lütfu bahşederek bütün ümmetlerden üstün kılmıştır.
“İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i imrân: 110)
Bu efdâl ümmetin bütün ümmetlerden üstün olması; tâbi oldukları âlicenap peygamberin bütün peygamberlerden üstün olmasından dolayıdır. Bu ümmet insanların faydasına çıkarılıp “Emr-i bil-ma’rûf nehy-i anil-münker” yapan, Allah-u Teâlâ’ya gönülden inanıp, O’nun uğrunda cihad eden mümtaz bir ümmettir.
Bu Âyet-i kerime cihatçılar için en büyük müjde olduğu gibi, bu nura karşı çıkanların da küfrünü ortaya koyan en büyük alâmettir.
•
Hiçbir peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Yani hiçbir peygamberin ümmetine “Emr-i bil-ma’rûf nehy-i anil-münker”, “İyiliği emir kötülükten nehiy” vazifesi verilmemiştir, ancak bu vazife ümmet-i Muhammed’e tevdi ve ihsan buyurulmuştur.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vârisleri üç kısımdır:
“Sehm-i nübüvvet’ine vâris olanlar”; çekinmeden halkı Hakk’a dâvet ederler, açık açık söylerler.
“Sehm-i velâyetine vâris olanlar”; birçok esrâr-ı ilâhîye vâkıftırlar, bilirler söylemezler, irşada mezun değildirler.
“Hem nübüvvetine hem de velâyetine vâris olanlar”a gelince; ikisi de bir kimsede toplandığı zaman vekâlet toplanmış oluyor. O onun vekilidir, ona akıl ermez. Resulullah Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın nuru, âlemlerin gurur ve sürûrudur. Ona mahlûkun aklı yetmediği gibi vekiline de akıl ermez, tarife sığmaz. İzaha kalkmak hatadır. O hususi bir daire olmuş oluyor, o daireye hiç kimsenin ne aklı ne de ilmi ermez. Hususun da hususudur. Onlar için ölçü yoktur.
Yani bu yol peygamberlerin yoludur, onlar son peygamberin vekilidir, yolunun yolcularıdır, nurunun nurudur. İrşada mezun olanlar ancak onlardır. Asıl dâvetçi bunlardır. Dâvetçi olan, onun vekâletini taşıyandır, tam vâristir.
Allah-u Teâlâ bu nurun kimlerde bulunduğunu beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Sonra biz o kitabı kullarımızdan beğenip seçtiklerimize miras bıraktık.” (Fâtır: 32)
Senden sonra ümmetinden olan kullarımızın içinden seçip beğendiğimiz süzme kulları ona vâris kıldık. Senin ümmetin en ileri süzme ümmet olduğu gibi, onların içinde en seçkinleri de bu vârislerdir.
Allah-u Teâlâ’nın bu mirası kime bıraktığı burada belli oluyor. Zaten bütün bu icraatlar bu mirastan ötürü değil mi?
Allah-u Teâlâ bâtınî ilim verdiği kimseler hakkında Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Kur’an kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir.” (Ankebût: 49)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hiç okuma-yazma bilmiyordu. Nübüvvet verilmeden önce onun herhangi bir hazırlık yaptığını da hiç kimse görmemişti. Böyle olduğu halde geçmişin ve geleceğin ilimlerini içinde toplayan Kur’an-ı kerim gibi bir kitabı getirmesi ve onu beşeriyete sunması, Allah tarafından gönderilmesinin apaçık delilidir.
Hâtem’ül-enbiyâ -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den sonra vahiy kesilmiş, ilham kapısı ise açık kalmıştır. Din kıyamete kadar bâkidir. İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur.
Fakat zamanla vesveselere dalıp arzu ve heveslere kapıldıkları için, hakikati hatırlatmaya, ruhlarını kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır.
Yolunda bulunup ilâhi haşyetle, ihlâs ve samimiyetle ibadet edenleri Allah-u Teâlâ her türlü şüphe ve müşküllerden kurtardığı gibi, onları tecrübesiz fıtrat sahibi yapar, talimsiz ilim öğretir, öğrenmeden âlim eder.
Allah-u Teâlâ’nın nuru kalbe akıtması ile bu kullarının sadırlarında, kalplerinin derinliklerinde; kitap satırları arasında bulunmayan mârifetullah ilmi husule gelir.