Musa Aleyhisselâm Hızır Aleyhisselâm’la karşılaştıktan sonra, kendisine bazı gizli bilgileri öğretmesi için arkadaşlık teklifinde bulundu. Onun öğrenmek için böyle söylemesi, tâbi olmanın değeri ve yüceliği hususunda en bâriz delildir. O Ulül-azm bir peygamber olduğu halde Hızır Aleyhisselâm’a tâbi olmakla bunu göstermiş oldu.
Allah-u Teâlâ Hızır Aleyhisselâm’a kendi katından bir fazilet ve salâhiyet vermiş ve yine onu vasıtasız bir şekilde birtakım ilimlerle mücehhez kılmıştı. Ona öğretilen ilim, Musa Aleyhisselâm’ın ilminden bambaşka bir ilim, hususi ve has bir ilim idi. “İlm-i Ledün” ve “İlm-i Bâtın” gibi değişik isimlerle ifade edilen, geçmiş ve geleceğe şâmil bir ilimdir. Bu ilim, ilm-i zâhir ehlince meçhuldür. Bu ilim kesble elde edilmez, mevhibe-i ilâhî’dir. Allah-u Teâlâ’nın, kendisine yakınlık tahsis ettiği kimselere verdiği lütfudur.
Eğer bir kimse ilimle yetinecek olsaydı, Musa Aleyhisselâm yetinirdi. Fakat o yetinmedi, Hızır Aleyhisselâm’a uymak istedi.
Bu izin istemeye cevap olarak dedi ki:
“Hakikatini kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredebilirsin?” (Kehf: 68)
Benimle beraber olduğun zaman birtakım şeyler göreceksin ki; sır ve hikmetinden haberin olmayacak, dış görünüşe göre şeriata muhalif görünecek. Sen bir şeriat sahibi olman itibariyle, onları dış görünüşlerine göre uygun görmeyip itiraz etme gereği duyacaksın.
Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm’a şöyle söyledi:
“Ben Allah’ın bana kendi ilminden verdiği bir ilim üzere yürüyorum ki sen onu bilmezsin. Allah’ın sana öğrettiği ilmi de ben bilmem.” (Buhârî)
Musa Aleyhisselâm Ulül-azm bir peygamberdi, Allah-u Teâlâ ile konuşmuş ve “Kelîmullah” lakabıyla müşerref olmuştu. Fakat Allah-u Teâlâ onu bu has ilme erdirmemişti. Bu sırra vâkıf değildi.
Musa Aleyhisselâm’ın anlamadığı ilmi sen mi anlayacaksın?
Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir. Bu ilim verilmedir, kişide hiçbir şey yoktur.
Hızır Aleyhisselâm’ın bu beyanı şâyân-ı hayrettir. Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir. Bu böyledir. Musa Aleyhisselâm’ın, Hızır Aleyhisselâm’ın ilmine ihtiyacı vardı. Çünkü onun ilmi “Ledün ilmi” idi. Fakat Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm’a muhtaç değildi. Muhtaç olmadığı için gizli hakikatleri ona açtı. Musa Aleyhisselâm o zaman gerçeği anladı.
Hızır Aleyhisselâm ilim öğrenmesi şartıyla ona tâbi olmasına izin verdi. Fakat kendisiyle arkadaşlık yapması esnasında uyması gereken bazı şartları da istedi.
“O kul dedi ki: O halde eğer bana tâbi olacaksan, ben sana anlatmadıkça, herhangi bir şey hakkında bana soru sorma!” (Kehf: 70)
Musa Aleyhisselâm, takınılması gereken edebe riayet etmek için onun bu şartını kabul etti. Bunun üzerine kalkıp yola koyuldular.
Her ikisi de gemiye bininceye kadar deniz sahilinde yürüdüler. Nihayet yanlarından bir gemi geçti. İçindekiler Hızır Aleyhisselâm’ı tanıdıkları için ücretsiz olarak gemiye aldılar.
Gemiye bindiklerinde Hızır Aleyhisselâm gemiyi deliverdi. Musa Aleyhisselâm:
“İçindekileri boğmak için mi gemiyi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın.” dedi.
Bu gemi her ikisiyle beraber birçok kimseleri taşıyordu. Zâhiren bakıldığı takdirde bu yapılan hareket hem gemiyi hem de yolcuları boğulma tehlikesiyle yüz yüze getirebilirdi. Musa Aleyhisselâm bu durum karşısında, verdiği sözün ne olduğunu hatırlamamıştı.
O, bu sözleri söyleyince, Hızır Aleyhisselâm da daha önce geçen şartı nazik bir şekilde hatırlattı:
“Ben sana: ‘Benimle beraber olmaya sabredemezsin!’ demedim mi?” dedi.
Bu yolculuklarında bir serçe kuşu gelip geminin kenarına konmuştu. Denizden bir-iki damla su aldı.
Hızır Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
“Yâ Musa! Benim ilmimle senin ilmin, Allah’ın ilmi yanında şu serçenin denizden aldığı kadardır.” (Buhârî)
Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm’a Allah-u Teâlâ’yı tarif ediyor.
Çünkü o: “En âlim benim.” demişti.
Ona kimin en âlim olduğunu öğretiyor. Ne sen biliyorsun, ne de ben biliyorum. Âlim olan Allah-u Teâlâ’dır, âlim O’dur.
Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm’ın ricası üzerine mazeretini kabul etti, sahile geldiklerinde gemiden indiler.
Yolculuklarına devam ederken oyun oynamakta olan bazı çocuklara rastladılar. İçlerinde parlak yüzlü ve sevimli bir çocuk vardı. Hızır Aleyhisselâm onu perçeminden tuttuğu gibi başını gövdesinden ayırdı.
Musa Aleyhisselâm bunu görünce dayanamadı, birincisinden daha şiddetli bir şekilde tepki gösterdi. Verdiği söz kendisine hatırlatılmasına rağmen şöyle dedi:
“Mâsum bir canı, bir cana karşılık olmaksızın mı öldürdün? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın!”
Musa Aleyhisselâm hemen kendine geldi, iki defa sözünden döndüğünü anladı. Son bir fırsat daha verilmesini istirham etti.
Yine yürüyüp gittiler ve nihayet bir memleket halkına varıp, onlardan yiyecek istediler. Halk kendilerini misafir etmekten kaçındılar. Halbuki her ikisi de aç idiler.
Derken, orada yıkılmak üzere olan bir duvarla karşılaştılar. Hızır Aleyhisselâm onu doğrultuverdi.
Eliyle işaret etmek suretiyle, eski hali gibi dümdüz yapıverdi.
Musa Aleyhisselâm bunu görünce:
“İsteseydin, elbette buna karşılık bir ücret alırdın.” dedi.
Yiyecek istemek gibi acı bir ihtiyacın gerçekten olduğu bir sırada, mümkün olan bir kazancı bırakıp, boşu boşuna bir iyilik yapmaya kalkışmak Musa Aleyhisselâm’a mânâsız gibi göründü ve sabrını tutamadı.
Onun için Hızır Aleyhisselâm da:
“İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır.” dedi.
Bu üç meselenin hakikati Kur’an-ı kerim’de şu şekilde izah ediliyor:
“Şimdi sana dayanamadığın işlerin içyüzünü haber vereyim. Gemi, denizde çalışan birkaç yoksula âit idi. Ben onu (tamire muhtaç) ayıplı göstermek istedim. Çünkü gideceği yerde her güzel gemiyi zorla alan bir kral vardı.” (Kehf: 78-79)
“Çocuğa gelince; onun ana ve babası mümin insanlardı. Çocuğun onları azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korkmuştuk. İstedik ki Rabb’leri onlara o çocuktan daha temiz ve daha çok merhametli bir evlât versin.” (Kehf: 80-81)
“Duvar ise; o şehirde iki yetim oğlana âitti. Duvarın altında bu oğlanlar için saklı bir hazine vardı. Babaları da sâlih bir kimse idi. Rabb’in diledi ki onlar erginlik çağına ulaşsınlar ve Rabb’inden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin iç yüzü budur.” (Kehf: 82)
Kaldırılan perdenin ve ortaya dökülen sırların cezbesi içerisinde Hızır Aleyhisselâm birden gözlerden kayboldu.
Bu ilâhî beyanlardan anlaşıldığına göre; Musa Aleyhisselâm’ın görünürde zararlı ve beğenilmez gördüğü şeyler, hakikatte öyle değilmiş. Onun hoşlanmaması, hikmetini kavrayamamasından ileri geliyormuş. Öyle ki, o gizli sebepler açıklanınca zâhir ve bâtın birleşiyor, hiçbir çelişme kalmıyor.
İlâhi iktidarın tecellî yeri olan Kürsü, emrin ve nehyin geçerli olduğu mahaldir.
“O’nun Kürsü’sü gökleri ve yeri kuşatmıştır.” (Bakara: 255)
Göklerde ve yerdeki bütün varlıklar, içinden ve dışından bu Kürsü ile kuşatılmıştır. Bu arada hiçbir zerre bulunmaz ki, orada Allah-u Teâlâ’nın hükmünün tecellî yeri olan Kürsü’sünün hükmü geçerli olmasın.
Hiçbir şey O’nun kudret ve hakimiyetinden hariç kalamaz.
Gökler ve yer Kürsü’nün içinde, Kürsü ise Arş’ın altındadır. Kürsü’nün kürsü olması, sırf cisim olmasından dolayı değil, mânevî kuvvetlerin tecellisine sahne olmasındandır. Kürsü’nün cisimle ilgili olması, Allah-u Teâlâ’ya cisimlik isnadını gerekli kılmaz. Çünkü bu bir “Oturma nispeti” olmayıp “Rabb’lık nispeti”dir. Bu bakımdan ne Kürsü’nün ne de Arş’ın Allah-u Teâlâ ile ilgisi, bir yer tutma şeklinde değildir.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de:
“O’nun benzeri bir şey yoktur.” buyuruluyor. (Şûrâ: 11)
Onun yaptığı gibisini yapacak da yoktur.
“Gökleri ve yeri koruyup gözetmek kendisine ağır gelmez. O öyle yüce, öyle azametlidir.” (Bakara: 255)
Gökleri ve yeri korumak, onlarda bulunanları, aralarındaki her şeyi muhafaza etmek O’na göre çok kolaydır. O’nun zât-ı ehadiyeti bir meşakkate uğramaktan münezzehtir. O, her şeyi murakaba edendir, hiçbir şey O’ndan gizli değildir, hiçbir şeyin bilgisi O’na gizli kalmaz.
Gerçek koruyucu O’dur, her şey varlığını O’nun hıfz-u himayesinde sürdürür. Gerçek yücelik ve ululuk O’na mahsustur. O’nun yüceliği her bakımdan sınırsızdır. Kâinat O’nun yüceliğinin şahididir.
O’nun azametini akıllar kavrayamaz, ululuğunu idrakten âciz kalır. O, nasıl büyükse öyle büyüktür. Her şey O’nun büyüklüğünün şâhididir.