O öyle bir “Azîz”dir ki, onu ancak Yaratan bilir. Hiçbir beşerin onu idrak etmesi mümkün değildir. Canlardan da cânanlardan da azîzdir.
O öyle bir nurdur ki, nurları o nurdan yarattı.
O öyle bir ruhtur ki, ruhları o ruhtan yarattı.
O öyle bir kandil ki;
“Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah’ın izniyle Allah’a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzâb: 45-46)
Âyet-i kerime’si ile bütün âlemleri nurlandıran bir kandil olarak vasıflandırılıyor.
“Üstünüze çok düşkündür. Müminlere çok şefkatli çok merhametlidir.” (Tevbe: 128)
Bu Âyet-i kerime karşısında aklımızın ibresini tutmaya çalışırız.
Onu yaratan ona “Aziz” buyurduğu gibi, yine kendisine mahsus olan “Raûf” ve “Rahîm” ism-i şerif’lerini de ona atfetti. Onun yüce ve âlî olduğunu belirtmek için kendi isminden pay ayırdı.
Bu ism-i şerif’leri ona vermek demek; Allah-u Teâlâ’nın varlığı onda tecelli etti demektir.
Meselâ bir insan yakasına bir rozet takar. Bunun mânâsı: “Ben buraya âitim.” demektir. Allah-u Teâlâ ona rozetini takmış, kendi ism-i şerif’lerini lâyık görmüş ve: “Bu benim nurumdur!” demiş. Bu ise kuvve-i beşerin takati haricinde bir lütuftur. Mahlûk olan insanın aklı ve ilmi buraya girmez.
“Raûf”; bütün müminlere karşı gayet ince bir şefkati ve derin bir merhameti olan, rahmeti çok engin, affetmeyi seven demektir. O bizâtihi bu ism-i şerif’in mazharıdır.
“Rahîm” insanların tevbe ederek doğru yolu bulmalarını çok arzu eden, çok şefkatli, çok merhametli demektir. Bu ism-i şerif’in de bizâtihi mazharıdır.
Bu fazilete peygamberlerinden hiçbirisi mazhar olmamıştır, ona ihsan ettiğini kimseye vermemiştir.
•
İnsanların iman edip hem dünyada hem ukbâda mesut ve bahtiyar olmalarına çok düşkündü. İnsanlara kendisini tüketircesine şefkat ve merhamet etmekteydi.
Onun bu hâlini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerimesi’nde haber veriyor:
“Gerçekten biliyoruz ki, söyledikleri şeylerden dolayı göğsün daralıyor, için sıkılıyor.” (Hicr: 97)
Hiç şüphesiz ki o zaman da münâfıklar vardı, şimdi de var. O zamanki münkirler de çeşitli sözler söylerlerdi, şimdi de söyleniyor.
O zaman üzülüyordun, şimdikileri de biliyorsun.
Merhametlilerin en merhametlisi olan ve ona bu şefkati bahşeden Allah-u Teâlâ onun bütün iç durumunu biliyor ve onu teselli ediyor.
O ise insanların dalâletten hidayete ermelerini, hakikati bulmalarını, cehennemden kurtulup cennete girmelerini istiyor.
“İman etmiyorlar diye neredeyse kendini tüketeceksin Resul’üm!” (Şuarâ: 3)
Kendisine inanmayanları, hakaret eden ve alaya alanları, yılmadan gece-gündüz İslâm’a çağırmış, hidayete ermeleri için gayret sarfetmiştir.
Ayrıca iman şerefi ile müşerref olan ümmetlerini; dünya ve ahiretin sıkıntılarından kurtarmak için, yasakları işlemekten sakındırmaya çalışmıştır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Benim misalim ateş yakan bir adamın misali gibidir. Ateş etrafındaki şeyleri aydınlatınca pervâneler ve şu ateşteki hayvanlar içine düşmeye başlarlar. Adam onlara engel olmaya başlarsa da onlar kendisine galebe çalarak ateşe atılırlar.
İşte ben ateşten korumak için sizin eteğinizden tutuyorum. ‘Ateşten beri gel! Ateşten beri gel!’ diyorum. Siz bana galebe çalarak onun içine atılıyorsunuz.” (Müslim: 2284)
Onun bu hâli şefkatinden ötürüdür. İnsanların cehenneme gitmesini önlemek istiyor. Fakat imansızlık girdabına düşmüş sapıklar, kendilerini cehenneme atmaya çalışıyorlar. Bu üzüntüsünden dolayı da kendisini tüketiyor.
•
Allah-u Teâlâ onu her şeyden aziz, kadrini yüce kılmış, herkese ve her şeye tercih etmiştir. Yaratılmışlar arasında naziri ve benzeri yoktur. Yaratılan hiçbir şeyle, hiçbir kimse ile ne ölçülür, ne de eşit tutulur. Yüce makamında tektir.
Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren kendi zamanına gelinceye kadar mevcudatın en şereflisi olduğu gibi, kendisinden sonra kıyamete kadar da mahlûkatın en faziletlisidir. Zira o “Rahmeten lil-âlemîn”dir.
Mübarek vücudları ahirete intikal etmekle, nurlarına aslâ bir noksanlık ârız olmamıştır. Ruhâniyeti ve nûrâniyeti kıyamete kadar bâki kalacak, insanlar o nur sebebi ile hidayete ereceklerdir.
Kur’an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre:
“Biliniz ki Resulullah aranızdadır.” (Hucûrât: 7)
Âyet-i kerime’sinden, o nurun kıyamete kadar bâki kalacağı anlaşılmış oluyor.
Binaenaleyh iş gören onun nurudur, o nurdur. Bu, hususa âittir ve ehlince mâlumdur.
O diri biz ölü. O her zaman hayattadır. Biz ancak onun hayatı ile hayat buluyoruz. Bizim yaşamamız onun hayat vermesi ile kaimdir. Bu ise ancak ona iman etmekle mümkündür. Hayat kaynağı o, feyiz kaynağı o, hakikat kaynağı o, Ebul-ervah o, Rahmeten lil-âlemîn o... Bu sayede bütün âlemlere rahmet ihsan ediliyor, hayat veriliyor, amma kaynak o... Onsuz hayat ölüm. Niçin ölüm? Ona iman etmediği için ölüm.
Şu hususu da belirtmek isteriz ki; bu lütuf sadece Asr-ı saâdet’e mahsus olmayıp, o Nur’a gerçekten gönül verenlere âittir. Bu nur o zamandan bu zamana devam eder.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Benden sonra birtakım insanlar gelecektir ki, onların her biri beni görmek için ehlini ve malını vermeye can atar.” (Câmiü’s-sağîr)
Bunun mânâsı;
Allah-u Teâlâ’nın rızâsını kazanmak maksadıyla, benim için ve benim çizdiğim yol için, bu nuru yaymak için, karanlığı delmek için canlarını dahi feda etmeye hazırdırlar.
Bu hususta ikinci bir Hadis-i şerif daha arzedelim:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz.” (Mâide: 105)
Rivayete göre Ashâb-ı kiram’dan Sâlebe’tül-Haşenî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bu Âyet-i kerime’nin tefsirini sorduğunda şöyle buyurmuştur:
“Yâ Sâlebe! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Ne zaman ki aşırı derecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden gidilir, dünya ahiret üzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse kimseyi tanımaz bir hâle gelirse, o zaman kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak.
Muhakkak ki sizin arkanızda karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, sizden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır.”
Ashâb-ı kiram: “Yâ Resulellah! Onlardan elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır değil mi? (Yani sizden kelimesi yanlışlıkla mı kullanıldı?)” diye sorduklarında buyurdu ki:
“Hayır! Sizden elli kişinin sevabı kadar sevap alır. Çünkü siz iyiliklerde yardımcı bulursunuz, fakat onlar bulamazlar.” (Ebu Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
Yani hiç şüphe yok ki bu gibi kimseler mevcut ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz böyle buyurmuştur.
Dünyada gözü ile görme şerefine nâil olanlar olsun, gözü ile görmediği halde sonraki asırlarda ona iman edenler olsun; onun bir nur olduğunu bilirler ise de, o nurun mahiyetini ve hakikatini anlamalarına imkân yoktur. Beşer idraki buna müsait değildir. Anlamaya çalışmak, bir fincanla denizi ölçmeye benzer. Zira o Allah-u Teâlâ’nın nurudur, âlemlerin gurur ve sürûrudur. Âlemler onunla gururlanır, onunla sürûrlanır. Niçin? O’nun nuru olduğu için.
Onun hakikati, büyüklük ve azameti ancak kıyamet günü belli olacak, herkesçe bilinip anlaşılabilecektir. Dünyada zâhir olmuş olsaydı, ona iman etmek zaruri olurdu. Onun nuru her şeyi ihata etmiş olarak görülecek, o nuru gören iman etmiş olacaktı. Halbuki makbul olan iman, gayba olan imandır. Allah-u Teâlâ beşer sıfatına koyup onu gizlemiştir.
“Şol ki, meddahı onun Allah ola,
Var kıyas eyle ki, ol ne şâh ola.”