Gerek sen ve gerekse âlemler, Hakk ile kâinat arasındaki berzahtır.
Şöyle ki:
O içinde, sen perde. Sen aslında içeride nefes alıp veriyorsun. Amma Hakk’ı görmediğin için sen kendini müstakil zannediyorsun.
Ve fakat varlığını çekince nefes alabilir mi? Hayır!
Sen de böylesin, yarattığı bütün âlemler de böyle. Hepsi de Allah-u Teâlâ’ya muhtaç olduğu gibi, aslında hepsi perdeden ibarettir.
Vücud O, mevcud O...
O’nu gören böyle olduğunu görür. Yaratılanlar ise; hepsi de “Ol!” emr-i şerif’inden ibarettir, o kadar.
Perdeyi kaldırabilirsen O var. Amma sen perdede kaldın. Vücud elbiseni çıkar O var. Kâinat da böyledir. Çıkaramadığın için sen kendini gördün, orada kaldın. Oysa Allah-u Teâlâ ayrıdır, perde ayrıdır. Hakk’ı gören perdeyi de görür. Perdede Nakkaş’ın âsârını da görür. O her şeyi çepeçevre çevirmiştir. “Kün!” demesi ile her şey olmuştur. O Ehad’dır, her şey O’na muhtaçtır.
•
Nitekim Muhyiddin-i İbn’ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bu ilmin ineceğini ve bu ilmin “İlm-i billâh”ın hülâsası olduğunu beyan etmiştir.
Onun bizzat kendi beyanını olduğu gibi naklediyorum:
“Bu ilim ilm-i billâhın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir. Bu ilmi, Nebî ve Resûller’den görebilenler ancak Hâtem-i nübüvvet olan Muhammed Aleyhisselâm’ın mişkâtından görürler.
Velilerden görebilenler de ancak onun mirasçısı olan Hâtem-i velinin mişkâtından (kandilinden) görürler, hatta peygamberler, o ilmi ne zaman müşahade etseler ancak Hâtem-i velâyet kandilinin ışığıyla görürler.” (Fusûsu’l-Hikem. Çeviren N. Gençosman s: 43-44)
•
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Mektubat” adlı eserinin “317. Mektub”unda Allah-u Teâlâ’nın ona nasıl bir ilim bahşedeceğini, diğer velilere verilen ilmin bu ilmin yanında kabuktan ibaret kalacağını, ona ise ilmin özünü ihsan edeceğini açıklamıştır.
“Bu ilim ve marifet; haller, vecdler, tecelliyat ve zuhurat libasına girmiştir. Bu dikkat sonunda, elbette bileceklerdir ki; bu marifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyanın da marifeti ötesindedir. Hatta, onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu marifet dahi, o kabuğun özüdür.”
İşte o ilim bu ilimdir.
Âyet-i kerime’de Hızır Aleyhisselâm hakkında:
“Tarafımızdan has bir ilim öğrettik.” (Kehf: 65)
Buyurulan ilimdir. Marifetullah ehli “Ulül-elbâb” olmasına rağmen, bu onun özüdür.
•
1652-1728 yılları arasında yaşayan İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri “Kenz-i Mahfi” adlı eserinin “10. Bahis”inde Hâtem-i veli’nin ilmi hususunda mühim ifşaatlarda bulunmuş; bu zâtın diğer velilerden üstün oluşuna delil olarak neşredeceği kitapları göstermiştir.
Müellif, eserinin 123. ve 162. sayfalarında, kendisinden iki yüz sene sonra gelecek olan zâttan ve eserlerinden şöyle bahsetmiştir:
“Vâris-i nebi olanlar arasında, kendilerine ilim nasip edilen, bir de bu ilim üzerine eser yazabilen, elbette ki yazamayandan daha kuvvetlidir.”
“Hâtem’ül-velî -kuddise sırruh- ise, bütün velîlerden üstündür. Çünkü, en kâmil varis odur. Buna delil ise, tasnif ettiği eserlerinin pek çok olacağıdır. Ki bu, ehline gizli değildir.” (Kenz-i Mahfî)
Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin-i İbnü’l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bu husustaki tasdikini Fusûs’ul-Hikem adlı eserinde:
“O, zâhirde tâbi olduğu hükmü, bâtında Allah’tan alır.” sözü ile ifade etmiştir. (s: 45)
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri: “Bu bir kitaptır ki, ilâhî kitapların hepsi de bunda dercedilmiştir.” buyuruyor. Bütün ilâhî kitapların hülâsası Kur’an-ı kerim’dir. Kur’an-ı kerim’in bütün Âyet-i kerime’leri girdiğine göre Kütüb-i semâvî bu kitaplara yayılmış demektir. Bunu da Allah-u Teâlâ başka kimseye nasip etmemiştir.
Mevzunun daha iyi anlaşılabilmesi için Kur’an-ı kerim’de ve Hadis-i şerif’lerde beyan edilen, Allah-u Teâlâ’nın Musa Aleyhisselâm’ı “Has ilim”e mazhar olan Hızır Aleyhisselâm’a göndermesini arzedeceğiz.
Musa Aleyhisselâm bir gün halkı topladı ve onlara etkili bir hitabede bulundu. Kalpler yumuşadı, gözlerden yaşlar aktı. Bunun üzerine cemaatin içinden birisi: “İnsanların en âlimi kimdir?” diye sordu. O ise: “En âlim benim!” dedi. “Allah bilir.” diyerek en iyi bilmeyi O’na nispet etmediği için, Allah-u Teâlâ bu sözünü hoş görmedi.
Bunun üzerine kendisine:
“İki denizin birleştiği yerde bulunan bir kulum, senden daha âlimdir.” diye vahyetti. (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 102)
Musa Aleyhisselâm:
“Yâ Rabb’i! Ben o âlim zâtı nasıl bulabilirim?” diye sordu. Ona denildi ki:
“Bir zembilin içine bir balık koy, onu sırtına al. O balığı nerede kaybedersen o âlim kulum oradadır.”
Musa Aleyhisselâm bunun üzerine genç arkadaşı Yûşâ bin Nûn ile birlikte zembile tuzlu bir balık koyarak yola çıktı ve balığı kaybedince kendisine bildirmesini söyledi.
Yûşâ bin Nûn, Musa Aleyhisselâm’ın ashâbının büyüklerindendir ve ölünceye kadar ondan hiç ayrılmamıştır.
O iki denizin birleştiği yer, Allah-u Teâlâ’nın Musa Aleyhisselâm’ı Hazret-i Hızır’la buluşturmaya söz verdiği yerdir. Musa Aleyhisselâm bu yeri bulabilmek için uzun zaman gideceğini söylemiş, bu has ilmi elde edebilmek için her türlü sıkıntıya katlanmaya râzı olmuştur.
Yürüye yürüye nihayet bir kayanın yanına vardılar, orada her ikisi de uyuyakaldılar.
Onlar uyurken balık harekete geçti. Zembilden ayrılarak denizin içine doğru kayıp gitti. Allah-u Teâlâ ondan suyun akıntısını kesti, öyle ki su kemer gibi oldu. Balık için bir kanal meydana gelmişti. Her ikisi de bu manzaraya şaşırdılar. Zira buluşma yerine gelmişlerdi, lâkin farkında değillerdi.
Günlerinin geri kalan kısmı ile o gece boyu da yürüdüler. Aradıklarını bulmak için alâmet olacak olan balığın ne halde olduğuna dikkat etmek hatırlarına gelmedi.
Sabah olunca Musa Aleyhisselâm genç arkadaşına:
“Yemeğimizi getir, şu yolculukta yorulduk.” dedi. Halbuki emrolunan yere gelinceye kadar yorgunluk duymamıştı.
Yemek istesin diye, kendisine açlık ve yorgunluk verilmişti.
Yûşâ bin Nûn, kayaya sığındıkları sırada balığı unuttuğunu, balığın canlanarak, denizde şaşılacak bir şekilde yolunu bulup gittiğini gördüğünü söyledi. Bunun içindir ki varacakları yere vardıklarının farkına varamayarak geçtiler gittiler. Musa Aleyhisselâm:
“İşte aradığımız o idi.” dedi.
İzlerinin üzerine hemen geri döndüler.
Geldikleri zaman yolda bıraktıkları izleri araştırarak onları takip ettiler. Çünkü balığın kaybolması, aradıkları zât ile kavuşmanın bir belirtisi olacaktı. Nihayet balığın canlanıp denize atladığı kayaya kadar geldiler.
“Derken kendisine nezdimizden bir rahmet verdiğimiz, tarafımızdan has bir ilim öğrettiğimiz bir kulumuzu (Hızır’ı) buldular.” (Kehf: 65)
Bu kul elbisesine bürünmüştü. Musa Aleyhisselâm ona selâm verdi ve konuştular:
– Burada selâm ne gezer?
– Ben Musa’yım!
– Benî İsrail’in Musa’sı mı?
– Evet! Benî İsrail’in Musa’sı!
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Musa ona: ‘Sana doğru yol olarak öğretilen ilimden bana da tâlim etmen için sana tâbi olayım mı?’ dedi.” (Kehf: 66)