Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ - En Büyük Âyet-i Kerime Âyet-ül Kürsî (9) - Ömer Öngüt
En Büyük Âyet-i Kerime Âyet-ül Kürsî (9)
TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ
Dizi Yazı - Tasavvuf
1 Aralık 2020

 

TASAVVUF'UN ASLI
HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ

EN BÜYÜK ÂYET-İ KERİME ÂYET-ÜL KÜRSÎ (9)

 

Allah-u Teâlâ İle Mülâkat (2)

Farz-ı muhal ki; bir dükkân var, dükkânın vitrini var, içinde mallar malzemeler var, kepengi var, bir de dükkânın sahibi var.

Yarattığı bütün mükevvenat O’nun dükkânıdır. İnsan da bir dükkândır, kâinat da bir dükkândır. Allah-u Teâlâ öyle bir dükkân, öyle bir vitrin yapmış ki; dışı görülüyor, içi görülmüyor.

İnsanlar bu hususta kısım kısımdır. Kepengi herkes görür. Kimisi vitrinde kalır, kimisi içine bakar, ne olup olmadığını görür, kimisi de dükkân sahibini görür. Bu ise Hakk’al yakîn bir ilimdir.

Onlar:

“İçinizde.... Görmüyor musunuz?” (Zâriyat: 21)

Âyet-i kerimesi’nin tecelliyatına mazhar oldukları için içindekini görürler.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Müminin ferasetinden korkunuz, çünkü o, Azîz ve Celîl olan Allah’ın nuru ile bakar.” (Münâvî)

Dükkân kapalı amma, onlar dükkânın içinde ne olduğunu biliyorlar, yalnız onlar biliyorlar. Fakat mühim olan dükkân değil, dükkânın içindekiler değil, dükkân sahibini görebilmektir. O’nu bilebilmektir.

İçinde olduğunu hissetmek başka, bulmak başka, içindekini bizzat görmek başka. Görmek, bulmaktan çok daha mühimdir. Arasında çok fark vardır. Allah-u Teâlâ tecellî ederse O görülür. O ise en sondur.

Bulanlar tecellî ettiğini görür, amma O’nu görmez.

Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî’de:

“Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.” buyuruyor. (Keşfü’l-hafâ: 2256)

Demek ki sığabiliyormuş.

İbrahim Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri:

“Kul olan neylesin mal ile câhı,

Yetmez mi bulduk da senin gibi şâhı?” buyuruyorlar.

Bütün zevât-ı kiram “Bulmak”tan bahsetmiş, “Görmek” ise dilediğine mahsustur.

Bunun içindir ki İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri:

“Bu marifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da marifeti ötesindedir. Hatta onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır.” buyurmuşlardır. (317. Mektup)

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)

Hem bildirir, hem gösterir. Kişinin varlığı bir perdeden ibarettir, içinde O var. İşte gören ve bilen yalnız bunlardır, sır ve tecelliyat-ı ilâhî’ye yalnız bunlar mazhardırlar.

Bunlar Fenâfillâh’a erenlerdir, bu lütuf Allah-u Teâlâ’nın bir ihsanıdır, vehbî ilimdir.

Bütün bu fazilet ve meziyet Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vekâletini taşıdığı için, onun nurunu taşıdıklarından ötürüdür. Allah-u Teâlâ o nuru kime takarsa, her şey o nurdadır. İnsanda hiçbir şey yoktur.

Has ilim neye benzer? Çeşmeden su akar, fakat o su çeşmeye âit değildir. Allah-u Teâlâ ne akıtıyorsa, ne kadar akıtıyorsa o kadar akar. Ne bildirirse Marifetullah ehli onu bilir, ne gösterirse onu görür. Dilediğine kendisini bildirir, dilediğine de kendisini gösterir.

Allah-u Teâlâ aradaki perdeleri kaldırarak, irâde buyurduğu bahtiyar kullarını o nura erdirir.

Sevdiği ve seçtiği kulunu kendisine çeker, yüzüne yüzü ile tecellî eder, dilediğini lütfeder.

Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurmaktadır:

“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?”

(Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu.)

“Onlara ilk vereceğim şey, nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.” (Hâkim)

Bu lütuf Allah-u Teâlâ’nın sevdiği ve seçtiği kullara mahsustur, başkasına şâmil değildir.

Hadis-i kudsî’de geçen: “Ben yüzümle onlara yönelirim.” ifadesi, onları huzuruna alacak ki, yüzü ile yönelmiş olsun ve onda tecellî etsin.

Burada görülüyor ki; verilene böyle veriliyor. Allah-u Teâlâ ancak dilediği kulunun kalbine bu nuru ve bu ilmi koyuyor. Bu hâl O’nun has kullarına mahsustur. Onlar ilâhî sırların esrar odalarıdırlar. Yalnız ve yalnız onlar hakikatlere vâkıftırlar. Hakk’ın bütün duyurduklarını bilirler, bazısını ifşâ etseler de hepsini etmezler.

Allah-u Teâlâ veli kullarını bize tarif ediyor ve diğer bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruyor:

“Kulun benimle meşgul olması, en fazla önem verdiği şey olursa, onun arzu ve lezzetini zikrimde kılarım. Arzu ve lezzetini zikrimde kılarsam da o bana âşık olur, ben de ona âşık olurum.

O bana, ben ona âşık olunca da onunla aramdaki perdeyi kaldırırım.

Bu hâli onun umumî hâli kılarım. İnsanlar yanıldığı zaman o yanılmaz.

Böylelerinin sözleri, peygamberlerin sözleri gibidir.

Gerçek kahramanlar onlardır.

Onlar öyle kimselerdir ki; yer ehline bir cezâ ve azap vermek istediğim zaman onları hatırlarım da azaptan vazgeçerim.” (Ebu Nuaym, Hilye)

Bunlar Hakk ehlidir. Hakk’ın öğretmesiyle “Has ilim”e mazhardırlar ve fakat halk ehli bu hakikatleri anlamaz. Allah-u Teâlâ vermediği için bu gerçeklerden haberi olmaz.

“Sana gelmeyen bir ilim gerçekten bana gelmiştir.” (Meryem: 43)

Âyet-i kerime’sinde bu mânâ vardır.

Zira birinin muallimi Allah-u Teâlâ’dır, diğerinin muallimi benî beşerdir. Birisine Hakk öğretir, dilediği kadar hakikate mazhar kılar. Diğerinin ilmi satır ilmidir, nasibini satırdan almıştır.

Bu ilim Allah-u Teâlâ’nın bir lütfudur. Kime Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu takarsa, Kudsî ruh’la desteklerse ancak onlarda tecellî eder. Yani kişi bunu kendisinde aramasın, zan ilmiyle bu noktaya erişmek mümkün değildir.

Nitekim Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)

Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var.

Bu Kudsî ruh Allah-u Teâlâ’nın bizzat desteğidir. Bu Kudsî ruh ile, Resulullah Aleyhisselâm’ın nuru ile bu esrarlar ancak bilinir ve çözülür, başkasına şâmil değildir.

Bu ilmi kâğıda dökmemizdeki gayemiz, böyle bir ilmin oluşunu, ehlinin de mevcut olduğunu belirtmektir.

Allah-u Teâlâ zâhirî ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimlerin öğrenilmesi için de bâtınî ulemayı, mârifetullah ehlini eksik etmemiştir.

Ve fakat bu gibi kimseler yok denecek kadar azdır.

Bu ilim marifetullah ehline, Has ve Hass’ül-has olanlara verilen ilimlerdir. Onların ilimleri dahi derece derecedir. Marifetullah ehlinin ilmi ayrıdır, Has olanın ilmi ayrıdır, Hass’ül-has olanın ilmi yine ayrıdır. Onun içindir ki sakın ileriye gidip çizmeden yukarıya çıkma, anlayayım deme. Bu ilim size ait değildir, ilâhi bir lütuftur.

Allah-u Teâlâ’nın sevip seçtiği, kendisine çektiği, esrârını duyurduğu kimseden başka bu sırrı bilen olmaz. Gören yalnız bunlardır.


  Önceki Sonraki