Türkiye son yıllarda, 15 Temmuz’dan sonra, varlığına, bekasına yönelen tehditlere karşı; atak, askerini sınır ötesinde kullanmaktan çekinmeyen; küresel güçlerin sinsi siyasetine, baskılarına, zulümlerine boyun eğmeyen; tarihten gelen sorumluluğuna, Osmanlı coğrafyasındaki kardeş ülkelere, İslâm ülkelerine ve tüm mazlumlara yeniden sahip çıkmaya çalışan; dolayısı ile aynı zamanda müslüman kimliğini ön plana çıkartan bir politika takip ediyor. Ayasofya’nın yeniden camiye dönüştürülmesi bu değişimin en sembolik bir adımı oldu.
Onlarca yıldır dışarıya karşı çekingen, pasif, Batı ile uyumlu hatta Batıcı, dinden uzak bir görüntü ve perspektif veren Türkiye’nin bu açılımları önemli bir değişime işaret ediyor.
Ve elbette bu değişiklik dünyayı sömürmeye çalışan büyük güçlerin ve Ortadoğu’da Küresel Kraliyet’ini ilân etmeye çalışan siyonistlerin hoşuna gitmiyor, tepkilerini çekiyor.
Bu değişim aynı zamanda taşıması zor bir davayı omuzlamak anlamına geliyor. Bu zorluk bazılarını tedirgin etse de hikmet nokta-i nazarından baktığımızda olayların Hazret-i Allah’ın takdir filmi içerisinde cereyan ettiğini ve ilahî kudretin bizi bu değişime sürüklediğini görürüz.
Biz istesek de istemesek de yeni bir devir başlıyor. Ve fakat küffar boş durmuyor ve bizi tekrar içeri kapatmaya, parçalamaya, birbirimize düşürmeye çalışıyor.
Demir perdenin yıkılması ve soğuk savaşın sona ermesi ile beraber (1991) küffarın İslâm’a olan düşmanlığını ortaya serdiği yeni bir döneme girdik.
NATO harp oyunlarında düşman kuvvetleri yeşil renkle gösterilmeye başlandı. Türkiye’de PKK terörü hortladı. Küffarın bütün suiniyeti İslâm’a ve İslâm ülkelerine dönmeye başladı. Avrupa’nın göbeğinde Bosna Soykırımı yaşandı. 2001 yılındaki 11 Eylül hadisesi ise İslâm ülkelerine amansız, fasılasız, topyekün saldırıların başlangıcı oldu.
Küffar milletleri bizim hakkımızda öteden beri iyi bir niyete sahip değildi. 600 yıl önce Endülüs’te, 100 yıl önce bütün Osmanlı coğrafyasında, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Anadolu’da, 50 yıl önce Kıbrıs’ta, 30 yıl önce Bosna’da, bugün bütün İslâm dünyasında yaptıklarını; Kurtuluş Savaşı’nda yapmaya çalıştıklarının aynısını; güçleri yetmiş olsa Türkiye’de bugün de yapacaklarından hiçbir şüpheniz olmasın.
Bu her zaman böyleydi, ancak 20. yüzyılın başında yaşanan büyük savaşlar ve arkasından dünyayı saran “Soğuk Savaş” dönemi küffarın dikkatini başka taraflara yöneltti. Bize olan düşmanlıkları niyet olarak kalplerinde gizli kaldı.
Oysa bugün bu niyetlerini icraata geçirmeye çalıştıkları bir döneme girdik. Bütün dünyayı çalkalıyorlar, özellikle İslâm dünyasını perperişan ettiler, daha da etmeye niyetliler.
Böyle bir zamanda bu vahşi sürüleriyle, bu Allah düşmanları ile yapılacak şey Kurtuluş Savaşı yıllarında yapılan, yapılmak zorunda kalınan milli mücadele ile aynı şeydir. Öyle bir zamandayız.
Bu zamanda zafiyet göstermek, lüzumsuz geri adımlar atmak üzerimize daha çok çullanmalarına sebep olacaktır.
“Size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür.” (Âl-i imran: 118)
Avrupa’nın göbeğinde Sırplar Bosna’da soykırım yaparken bizim “Batı Batı” diye peşinden koştuğumuz sözde medeniyetin sahipleri ellerini ovuşturarak seyrettiler, destek verdiler.
Ne zaman ki Boşnak kardeşlerimiz biraz toparlanıp başarılar kazanmaya başladı, bu insanlık düşmanları hemen silah ambargosu ilân ettiler. Bilmeyenler zannetti ki savaşı durdurmaya çalışıyorlar. Halbuki durum tam tersi idi. Srebrenica çevresindeki ilk toplu mezarları ortaya çıkararak Pulitzer Ödülü kazanan Amerikalı gazeteci David Rohde’nin ifadeleri ile: “Uluslararası camia taraflı bir şekilde binlerce insanı silahsızlandırmış ve sonra da onları en azgın düşmanlarına teslim etmiştir. ... uluslararası camianın eylemleri katilleri cesaretlendirmiş, onlara yardım etmiş ve işlerini kolaylaştırmıştır.”
Dikkat ederseniz aynısını bugün Libya’da da yapmak istediler. Ne zaman ki Türkiye’nin desteği ile meşru hükümet kendine gelmeye, başarılar kazanmaya başladı hemen güya bir silah ambargosu koydular. Hafter mütemadiyen saldırıp, toplu katliamlar yaparken sesi çıkmayanlar, Türkiye devreye girince Libya hükümetini silahsız bırakmak istediler. Güya çatışan taraflara eşit mesafedeler. Ancak Türkiye bu sefer dişini gösterdi. Meydanı bu yamyamlara bırakmadı.
Bazıları ise “Niye Avrupa’yı karşımıza alıyoruz?” diye ahkâm kesiyor. Basiret denilen nimetten nasibini almamış olanlara ne anlatabilirsiniz?
Bosna Soykırımı’nın olduğu tarihte Türkiye zayıftı, ordumuzun tecrübesi azdı, PKK terörü ile boğuşuyorduk. Öyle ki PKK 500-600 kişilik gruplarla karakol baskınları yapıyordu. Sırplar Türkiye’nin zayıflığını fırsat olarak gördü.
Türkiye zayıf olduğu zaman müslümanlar sahipsiz kalıyor ve büyük zulümler yaşıyorlar. Doğu Türkistan’dan Myanmar’a, Suriye’den Libya’ya, Yemen’den Afganistan’a, Irak’tan Somali’ye, Azerbaycan’dan Kerkük’e ve hatta faşist Avrupa’nın içine kadar her yerde müslümanlar eziyet görüyor, canına, malına, namusuna kastediliyor.
Biz bu mazlumlara sahip çıkmak için elimizden geleni yapmayacağız da ne yapacağız? Hangi Türk evlâdı bu zulümlere sessiz kalabilir?
Türkiye sahaya indiği an bütün küfür ehlinin ve işbirlikçi münafıkların bir araya gelip karşımızda durmasının iki sebebi var:
Birincisi ve en büyük sebebi “Küfür tek millettir.” Hadis-i şerif’inin mucize bir tecelliyâtıdır. Küffarın oyuncağı Ortadoğu’nun münafık yöneticilerinin Türkiye’ye karşı Amerika, İsrail, Fransa, Rusya… kimi bulurlarsa onunla bir ve beraber olup düşmanlık yapmaya çalışmaları bu hakikatin bir tezâhürüdür. Zira Türkiye bütün eksikliklerine rağmen, İslâm’ı temsil eden, İslâm dünyasını birleştirme potansiyeli olan, bütün hareketlerinde mazlumun ve haklının yanında bulunmaya çalışan bir ülkedir.
İkinci sebebi ise, Türkiye’yi menfaatlerinin önünde bir engel olarak görüyorlar. Zira dünya saltanatına menfaat nokta-i nazarından bakıp mazlumları ezerek zenginleşen ülkeler mazlum milletlerin ayağa kalkmasını istemiyor ve bu ülkeleri ayağa kaldırma potansiyeli olan Türkiye’nin önünü kesmeye çalışıyor.
Yakın zamanda Ermenilerin Azerbaycan’ın Tovuz bölgesine saldırması Türkiye’nin önünü kesme hamlelerinin bir başka tezahürü oldu. Burası Ermenilerin işgal ettiği Dağlık Karabağ ve çevresi ile bir alakası olmayan, petrol boru hatlarının ve demir yolunun geçtiği, Azerbaycan’ı Gürcistan üzerinden Türkiye’ye bağlayan bir bölge. Türkiye’nin Orta Asya’ya ticareti büyük oranda bu hat üzerinden gidiyor. Ermenilerin burayı ele geçirmeye çalışması direkt Türkiye’ye saldırı mesabesindedir. Türkiye’nin en üst perdeden tepki göstermesinin sebebi budur.
Türkiye düşmanlığı olunca Amerika’sı, İsrail’i, Avrupa’sı, Rusya’sı, Çin’i, Fransa’sı, Ermeni’si, Yunan’ı, Sisi’si, Zayed’i, Selman’ı hepsi bir oluyor.
Kıbrıs Barış Harekâtı’nı yaptığımızda bize silah ambargosu uyguladılar. Bugünkü harp sanayiimizin temeli bu ambargodan sonra atıldı.
Küffar PKK illetini musallat ettiğinde, Türkiye’nin gece uçabilen bir tane bile helikopteri yoktu. Ordumuz tecrübesizdi. Terörün çok zararı oldu ama harp sahasında bilenmiş, harp silahını yapmayı ve kullanmayı öğrenmiş çelik gibi bir ordumuz oldu. Dünyanın hiçbir ordusunun cesaret dahi edemeyeceği harekâtları yapar hâle geldi.
15 Temmuz’un arkasındaki ülkeler özür dileyip, haklının yanında olacakları yerde, üzerimize terörle, bombalarla her türlü yöntemle gelmeye devam ettiler. Şu anda gizli-açık bir silah ambargosu uyguluyorlar. F-35 meselesinde olduğu gibi.
Küffar bize kötülük yaptığını sanıyor ama aslında iyilik yapıyor. Küffar bu kötülüğü yapmasaydı, ne silah sanayiimiz bu seviyeye gelirdi, ne de ordumuz bu tecrübeye sahip olurdu.
Bunların hepsi hikmet tahtında Allah-u Teâlâ’nın takdirinde cereyan eden işler. Allah-u Teâlâ bizi hazırlıyor ve küfrün karşısına çıkartıyor.
Küffar Haçlı zihniyetiyle, şekil ve boyut değiştirmiş yöntemlerle, vekil terör örgütleri ile, karıştırmakla, kaos ve kargaşa çıkartmakla, birbirine düşürme ile, ekonomik baskıyla İslâm ülkelerine saldırıyor, Türkiye’yi işgal etmenin, İslâm ülkelerini yok etmenin hayallerini kuruyor. Hiç şüphe olmasın bu vatanı işgal etmek için ortam oluşturmaya çalışıyor. En az yüz yıl önceki işgal ve direniş günleri kadar müzayakalı bir dönemin içindeyiz. Plan ve niyet kuruldu. Sadece şimdilik taşeronlarla, sinsi saldırılarla geliyorlar. Ve başarısız oldukça el yükseltiyorlar.
Bu sebeple bu mücadele sürecinin 10-15 yıl kadar daha uzayacağını, dönem dönem inişler çıkışlar yaşanmış olsa da şiddetinin gittikçe artacağını söyleyebiliriz. Direnmekten ve düşmanlıklara cevap vermekten, karşı taarruzlar yapmaktan başka bir seçeneğimiz yok.
Bu mücadeleyi yapmak istemeyen, küffarla karşı karşıya gelmezsek rahat ederiz zannedenler hayal dünyasında geziyorlar.
Türkiye’deki 4 milyon Suriyeli kardeşimizi sorun edenler var, oysa; bir dört milyon Suriyeli daha İdlib’de bekliyor; Ortadoğu’da yaşanacak daha büyük harpler, açlıklar, iç karışıklıklar sebebiyle onlarca milyon göçmenin Türkiye’ye doğru gelme ihtimaline dair raporlar var; Türkiye Suriye ve İran sınırına duvar ördü, örüyor.
Daha önce de söylediğimiz gibi dünya nüfusunu 500 milyona indirmeyi planlayan ve bu planı raftan indiren bir şeytanî akıl var.
Selameti Batı ülkeleri ile, Amerika ile iyi geçinmekte, işbirliği yapmakta görenlere tavsiyemiz bir an önce tası tarağı toplayıp oraya gitsinler. Zira görüldüğü gibi mücadelenin daha başındayız. Ve her geçen günün bir öncekini aratma ihtimali var.
Resulullah Aleyhisselâm Medine’ye hicret ettikten sonra belli bir güce sahip olduklarında Allah-u Teâlâ müslümanlara küffara karşı cihad izni verdi. Bedir savaşından önce nâzil olan Âyet-i kerime’de Resul-i Ekrem’ine hitaben şöyle buyurdu:
“Ey Peygamber! Müminleri savaş için coştur.” (Enfâl: 65)
Âyet-i kerime’nin devamında sayı üstünlüğü küffarda olsa bile galibiyetin müslümanlarda olacağı haber verildi:
“Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, onlardan iki yüz kâfire galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlayışsız bir gürûhtur.” (Enfâl: 65)
Bir Âyet-i kerime’sinde de Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a küffarla cihad etmesini ve onlara sert davranmasını emir buyurmaktadır:
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran.” (Tahrîm: 9)
Binaenaleyh küffarın bütün kötü niyetini meydana çıkarttığı böyle bir zamanda küffara karşı sert ve kararlı davranmanın Allah ve Resul’ünün memnuniyetine vesile olması ümit edilir.
Nitekim dikkat ederseniz son birkaç yılda küffarın niyetini, planını parçalamak için yürüttüğümüz her askerî harekâtta Allah-u Teâlâ büyük bir muzafferiyet veriyor, Türkiye’nin önünü açıyor. “Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım.” (Enfâl: 12) Âyet-i kerime’sinde buyurulduğu gibi küffarın kalbine korku salıyor.
Şüphesiz küffar da, şeytan da boş durmuyor, karşımıza çıkmaya çekindikleri için içerden halkı birbirine düşürmekle netice almaya çalışıyorlar.
Biz bize lütfedilen bu nimetlerin kıymetini bilemezsek, bu tuzağa düşersek bir fetret devri yaşama ihtimali var. Ancak her halükârda Allah-u Teâlâ nurunu tamamlayacak, zaferi İslâm’a verecek. Zaman o kadar hızlı akıyor ki Allah-u âlem ömrü olan çok şeyler görecek.
Türkiye çok büyük bir davanın mirasçısı olmasına rağmen, zayıf düşmesinin de tesiri ile yüz yıl boyunca bu mirasa sahip çıkmadı, çıkamadı.
Bugün şartlar bizi tarihimizle yüzleşmek zorunda bırakıyor. Haçlı orduları Siyonistlerle birlikte büyük bir taarruz başlattığında, tarihte olduğu gibi yeniden bu küfür orduları ile mücadele etmek zorunda kaldık.
Oysa dikkat ederseniz yakın bir zamanda devlet olarak küffarın “Medeniyetler arası ittifak” oltasının peşinden gidiyorduk. FETÖ güdümünde AB’nin kuyruğunda bir ülkeydik. Bütün dünyayı teslim almak için imanı ortadan kaldırıp, dinleri karıştırarak küresel bir tek din icat etmeye matuf şeytanî bir küresel projenin ağına düşmek üzereydik.
Fitnenin ayyuka çıktığı öyle bir zamanda Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri âdeta tek başına bu fitne ile mücadele etti. Batı’nın, Haçlı’nın, küfrün içyüzünü, bu fitnenin en büyük taşeronu FETÖ’nün hainliğini ortaya seren yayınlar yaptı, misyonerler ülkemizde cirit atarken karşı bir taarruzla Batı ülkelerinin hemen hepsinde, Vatikan’da hıristiyanları İslâm’a davet eden broşürler talebeleri tarafından dağıtıldı. Onun mücadelesi ve mübarek duaları bugün meyvelerini vermeye başladı. Bu milletin genlerinde bulunan cevher yeniden ortaya çıktı. Vatanımıza, dinimize, mazlum milletlere kastetmeye çalışanlarla yeniden mücadele defteri açıldı.
Şeytanın işbirlikçilerinin karıştırmaya çalıştığını Hazret-i Allah çatır çatır ayırıyor. Saflar ayrışıyor. Elhamdülillah.
Allah-u Teâlâ dinini aziz kılmış, üstün tutmuştur. Asla sapkın inançlarla bir tutulmasını, eşit düzlemde muhatap alınmasını kabul etmemiştir.
Bize düşen de bu ayrımı yapmak ve Allah-u Teâlâ’nın dinini aziz tutmaktır. Bu noktada zaafımız olduğu müddetçe burnumuzun sürtüleceği aşikârdır.
Yılmadan yıkılmadan bu fitnelerle, bu küffarla mücadelemize devam etmemiz lâzım.
Bizi bu cihad sahasına sürdüğü için millet olarak Hazret-i Allah’a ne kadar şükretsek azdır.
“Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi.
Senin uğrunda ölen ordu, budur yâ Rabbi.
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,
Galib et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.”
(Yahya Kemal Beyatlı)
Evvelâ bütün siyasî mülâhazalardan ve her türlü beşerî ideolojinin bağnazlıklarından azade bir şekilde şunu söylemek isteriz ki; Fethin, Resulullah Aleyhisselâm’ın müjdesinin, İslâm’ın küfrün üstüne galebe çalmasının bir sembolü haline gelmiş olan Ayasofya Camii’nin tekrar aslına rücu etmesi; İslâm âlemini ve müslümanları ziyadesiyle memnun ve mesut etmiştir.
Resulullah Aleyhisselâm’ın müjdelediği aziz kumandan, Türk İmparatorluğu’nun en aziz hükümdarı atamız Gazi Mehmed Han’ın vasiyeti yerine gelmiştir.
Bu karar Türkiye tarihinin dönüm noktalarından birisidir.
Nitekim bu karar bütün dünyada ses getirdi, müslümanlar sevindi, Haçlı Batı üzüldü, patrikler, papalar, papazlar, hıristiyan devletler açıklamalar yaptılar, üzüntülerini dile getirdiler. Türkiye’nin denizlerini, toprağını ve dahi Ayasofya’yı kendi malı gibi gören çirkef Yunanistan ise adeta kudurdu.
Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi İslâm üzerinde, Türkiye üzerinde, İslam ülkeleri üzerinde hayaller kuran küffarın göğsüne saplanan bir hançer oldu. Küffarın göğsünde gizlediği düşmanlığı, küfrü, ümitsizliğe ve yese boğuldu. Yunanlı Helene Ahrweiler isimli tarihçi “Bizans’ın ikinci kez çöküşü” benzetmesini yaptı.
Bu karar aynı zamanda küffarın kara propagandasını yıkan bir açılım oldu. Zira küffarın İslâm dünyasını birbirine düşürmek için desteklediği selefi zihniyet Türkiye’ye, Türk ordusuna dinsiz yaftası vurmaya çalışıyor, militanlarına Türk askerine saldırmayı dinî bir vazife gibi lanse ediyordu. İdlib’deki, Somali’deki vb. yerlerdeki terör saldılarının arka planında bu fitne var. Binaenaleyh bu karar ile bu fitnelerin sönmesi için de bir adım atılmış oldu. Türkiye’yi çıkarları için İslâm’ı kullanıyormuş gibi göstermeye çalışanların çanlarına da bir ot tıkanmış oldu.
Binaenaleyh Ayasofya’nın ibadete açılması küffarın hayallerini suya düşüren, küfrüne ket vuran, İslâm’ın küfre karşı üstünlüğünü ortaya seren bir hareket olmuştur.
Türkiye içinde bu değişime, elde edilen askerî başarıların da etkisiyle geniş bir toplumsal destek var.
Ve fakat aynı zamanda sayıca az da olsa ayak direyenler de var. Bu ayak direyenlerin kimisi FETÖ ve PKK gibi ihanet içerisinde olanlar; kimisi şahsî ikballerini “Dış güçlerin siyasî emelleri” ile uyumlu hareket etmekte görenler; kimi ise saplantılı bir idelojik bağnazlıkla karşı çıkanlardır. Bazıları dış basına Türkiye’yi şikâyet edecek derecede devlet ve vatan bilincinden kopmuş durumda maalesef. Bir de bu kadar ülkeyi karşımıza almanın kapasitemizi aştığını düşünenler var. Ancak yukarıda uzun uzun anlattığımız üzere Türkiye’nin yaşadığı bu değişim bir tercih değil, bir zorunluluktur.
Birinci olarak; “Batı ile Uyumlu Barışçıl Siyaset” zihniyeti, sonradan ortaya çıkmış, Batı (Küresel sömürgeci güçler) tarafından nüfuz ajanları vasıtasıyla dikte edilmiş bir zihniyettir. FETÖ darbesini yapanların kendilerine “Yurtta Sulh Konseyi” adını vermelerini buna basit bir delil olarak gösterebiliriz.
Mondoros Mütarekesi’nden sonra bu “Uyumlu Batı(!)” ufak bahanelerle İstanbul’u, Anadolu’yu işgal etmekte, Yunan ordusuna destek vermekte bir an bile tereddüt etmedi. Anadolu’da yeniden bir bağımsızlık mücadelesi verilirken karşımızda yedi düvelin haricinde bir de “mandacılar”, “Batı ile uyumlucular” vardı. Türkiye’nin kurucularına bağlılık iddiasında olanların bugünkü koşullarda “Batı ile uyumlucular” safına savrulmaları ironik bir durumdur.
“Batı ile uyumlu”, “Barışçıl(!)” bir dış politika gütmüş olsaydık, PKK ile hiç mücadele etmememiz, istedikleri toprakları onlara terketmemiz lâzımdı. Nitekim bir zamanlar “Barışçı bir ayrılık” adı altında yazı yazıp açık açık bunu savunanlar vardı. (Bkz. Ertuğrul Özkök, 23 Nisan 2013)
“Batı ile uyumlu”, “Barışçıl(!)” bir dış politika gütmüş olsaydık, Batı’nın DEAŞ ile mücadele eden seküler savaşçılar muamelesi yaptığı YPG’nin bütün sınırımız boyunca terör devleti kurmasına müsaade etmemiz lâzımdı. Bazılarının “Afrin’de ne işimiz var?” gibi söylemlerini Batıcılık virüsü yemiş mankurtların göğsümüze sapladığı hançerler sınıfına dahil edebiliriz. (Bu gibi durumlarda Türkiye’de bir kayıkçı kavgası yürütülüyor; “O bunu dedi, bu da bunları dedi.” Yahu düşman sınırda, fırsat kolluyor! Şimdi ne diyorsun?)
Terörle, PKK ile, PYD ile, DAEŞ ile mücadele etmeyecek miyiz? Terör koridoruna izin verip Afrin’den, El-bab’dan, Azez’den, Tel-Abyad’dan, Resulayn’dan geri mi çekileceğiz? Buradaki halkın tekrar sürülmesine, topraklarının gasbedilmesine, çocuklarının zorla ellerinden alınıp terör ordusuna girmeye zorlanmasına, tekrar Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmalarına göz mü yumacağız?
Mavi Vatan’ımızı müdafaa etmeyecek miyiz?
Ayasofya’yı yeniden müze mi yapacağız?
İdlib’de yeni bir katliam yapılmasına, milyonlarca insanın Türkiye’ye girmesine ses çıkartmayacak mıyız?
Türkiye’nin yanında olmanın yüksek bir maliyeti varken, Mısır’da, Sudan’da ihtilal olmuşken, yanımızda duran küçük ve cesur bir Arap ülkesi olan, maddi olarak da yanımızda duran Katar’ı Birleşik Arap Emirlikleri’nin, İsrail’in ve Arabistan’ın önüne yem olarak mı atacağız?
Mavi Vatan’ımızın sınırlarının çizilmesi için bizimle anlaşma imzalayan, 6 milyonluk ülkede kendisini Türk kökenli kabul eden 13 aşiretin toplam nüfusu 1 milyonu geçen, birçok Türk şirketinin zararı göze alarak çıkmak zorunda kaldığı, Hafter diye bir hainin zulüm, sürgün, katliam, yağmacılık yaptığı biçare Libya halkına ve hükümetine destek vermeyecek miyiz?
Halkı açlıktan, iç savaştan kırılan, sığınacak yer arayan Somali’ye el uzattık. Şimdi Afrika boynuzunun en stratejik bir yerinde bir dostumuz var, askerî üssümüz var. Bu ülkeyi kaderine mi terkedeğiz?
Türkiye’nin dostu yok diye hayıflanıp duruyoruz. Güçsüz, zayıf oldukları halde bizimle ortak bir kader paylaşmaya niyet eden bu birkaç müslüman ülkeyi de mi kaybedeceğiz? Mümkün mü?
Unutulmamalıdır ki;
Türk devleti, düşmanları ile mücadele ettiği müddetçe ayakta kalabilir. Durduğu an bütün musibetler üzerimize çökecektir.
Bu devlet bu mücadele ile ayakta kalabilir. Ve bu mücadeleyi durdurmak isteyen, küffarla iş birliği yapmak isteyen olursa asla müsaade etmez, etmemelidir.
Zillete ve küffarın ayakları altında kalmaya asla razı olamayız. Atalarımız nasıl Kurtuluş Savaşı’nda “Ya istiklâl yâ ölüm!” demişlerse; bugün biz de öleceksek vatanı müdafaa, küffar ile mücadele, mazlumlara yardım yolunda ölelim.
Ey Necip millet!
Ey kahraman Türk askeri!
Allah’ın yardımı ve inayeti ile korkma, devam et!
Bütün mazlumlar sana dua ediyor.
Allah-u Teâlâ atalarımızın duası hürmetine bu vatanı emanetine kabul etti.
Yüzyıllar boyu Allah dostları, şüheda bu vatanı, bu necip milleti destekledi, duâ etti.
Peygamber Efendimiz İstanbul’u fetheden atalarımıza, Fatih ve askerlerine “Ne güzellerdir!” buyurdu.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz “Türkler ne güzeldir! Din Türkler elinde kalacak, Türkler ile yücelecek ve kıyâmete kadar bâkî kalacak!” buyurdu.” (Şeyh Şerafeddin -k.s.-, “Menâkıb-ı Şerefiyye”)
Hakîm et-Tirmizî -k.s.- Hazretleri âhir zamandaki müslüman halkın durumunu şöyle ifşa etti:
“Halkın, mâ’iyyeti Türk olan bir orduya mürâcaat ettiklerini gördüm, Türk onlara yoldaşlık ediyordu. Kendilerini korkuttuğunu görmüş olduğum şeyden onlar sayesinde tesellî buluyorlardı.” (“Risâle’-i Büdüvv-i Şe'n”)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri daima dualarında andı:
“Allah’ım! Ümmet-i Muhammed’i affet! Vatanımızı muhafaza et! Ordumuzu muzaffer et!”
Hazret-i Allah bizi bu medih ve dualara mazhar kılsın, bize azim ve muzafferiyet versin. Amin.