Son derece fasih söz söyler, gayet açık ve külfetsiz konuşur, mühim bir söz söylediği zaman iyice anlaşılsın diye onu üç kere tekrar ederdi. İstenirse kelimeler birer birer sayılabilirdi. Herkesin aklına ve idrakine göre söz söyler, dinleyenin idraki karışmazdı. Az kelime ile çok şey anlatırdı. Her işi ve her sözü doğru idi.
Bir toplulukta konuşurken ayrı ayrı herkesin yüzüne bakar, herkese iltifat eder, tek tek herkesin nasibini verirdi. Öyle ki, huzurunda bulunanların hepsi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in en çok kendisini sevdiği kanaatine varırdı.
Simâsındaki mehabet herkes üzerinde büyük bir tesir yapardı. Görenler o cazibe karşısında büyülenirlerdi. İlk görüşlerinde o vakar ve heybet karşısında titreyenler, daha sonra derin bir muhabbet duyarlar ve yanından ayrılmak istemezlerdi.
Bütün Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- ondaki fesahat ve belâğatın hayranı idiler. Huzurlarında son derece edebe riayet ederler, sanki başlarında kuşlar varmışçasına huzur ve huşû içinde dinlerlerdi. Bu sohbetlerden kadınlar da faydalanırdı.
Lüzumsuz yere konuşmaz, söze lüzum görmedikçe sükût eder, konuştuğu zaman da sözün en güzelini söylerdi.
Münakaşadan son derece çekinir, yüksek sesle konuşmaz, kendisini ilgilendirmeyen işlere karışmaz, kimseyi tenkit etmez, azarlamaz, hakarette bulunmaz, onu bunu ayıplamaz, gizli hallerini araştırmaz, kötülemez, kötü söz söylemezdi. Kimseye küsmez, insanların birbirlerine küsmelerini de istemez, dargınları barıştırırdı.
Başkalarının sözlerini dikkatle dinler, kimsenin sözünü kesmez, suçluyu utandırmazdı. Gönül yapmaya, hatırları hoş etmeye pek düşkündü. Bir kimseye darılırsa Kur’an darıldığı için darılır, beğenirse Kur’an beğendiği için beğenirdi. Bir şeyden hoşlanmazsa, hoşnutsuzluğu yüzlerinde görülüp bilinirdi.
Herkes gülerken o sadece tebessüm ederdi. Daima güleryüzlü idi. Ağladığı zaman, sadece mübarek gözlerinden yaşlar dökülürdü.
•
Hem vakur hem de son derece mütevazı ve alçak gönüllü idi, Ashâb-ı kiram’ı onun yolunda her fedakârlığı seve seve yapmayı canlarına minnet bildikleri halde, o kendi işlerini kendi görürdü.
“Yâ Resulellah! Biz senin işlerini görmeye yeteriz.” denildiğinde: “Sizin, benim işimi görmeye yeteceğinizi biliyorum. Fakat ben, size karşı imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allah, kulunu Ashâb’ı arasında imtiyazlı durumda görmekten hoşlanmaz.” buyurdu.
Tevazunun kemâl mertebesinde bulunduğundan dolayı elbisesini yamar, ayakkabısını tamir eder, evi süpürür, hamur yoğurur, koyunları sağar, develeri bağlar, yemlerini verir, hasta olanlara ziyarete gider, cenazelerde bulunurdu.
Ashâb-ı kiram’ına karşı içten ve derinden bir muhabbeti vardı. Onları evlerinde ziyaret eder, içlerinden görünmeyenleri araştırırdı. Her gördüğüne selâm verir, musafaha ederdi. Hiçbir resmiyet ve külfete bakmadan, ümmetinin herhangi bir ferdi gibi aralarına karışır, en fakir insanlar arasında oturur, onları okşar, onlarla birlikte yemek yer, fakirlerin, yetimlerin, dulların, kimsesizlerin işlerini görmekten zevk alırdı. Fakiri yoksulluğundan ötürü tahkir etmez, zengine zenginliğinden dolayı saygı göstermezdi. Fazilet sahiplerine ikram, şeref sahiplerine ihsan ederdi. İhtiyarlara da gençlere de aynı hürmeti yapardı. Gönüllerini hoş etmek için, sözlerini hayranlıkla dinlerdi. Herkese teveccüh eder, herkesin ayrı ayrı hâl ve hatırını sorardı.
Aralarında oturduğu zaman hususi yer ayırttırmaz, yer seçmez, nerede boş bir yer bulursa oraya otururdu. Hiç kimsenin kendisi için ayağa kalkmasını istemezdi. Övülmekten asla hoşlanmaz, kimseyi de fazla methetmezdi.
Kimsenin kusuruna bakmaz, kötülüğüne karşı kötülükle muamele etmezdi. Birisi gelip özür dilerse, özrünü dinler, suçu varsa affederdi.
Allah-u Teâlâ Uhud savaşında kusur edenlere karşı Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin yumuşak davranmasını övüyor:
“Allah’ın rahmeti sayesindedir ki, onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, etrafından dağılır giderlerdi.” (Âl-i imrân: 159)
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- der ki:
“Ben Resulullah Aleyhisselâm’a on yıl hizmet ettim. Bir defa bile bana darılarak ‘Of!’ demedi. Yaptığım bir şey için ‘Niçin yaptın?’ yapmadığım bir şey için de: ‘Niçin yapmadın?’ buyurmadı” (Buhârî)
Fakat bir kimse Allah-u Teâlâ’nın emirlerine isyan ederse, onu lâyık olduğu cezaya çarptırır, bunda aslâ hatır gönül saymaz, müsamaha ile karşılamazdı.
•
Her şeyde sadeliği tercih ederdi. Sade yer, sade giyinir, sade yaşardı. Bulduğunu yer, bulduğunu giyerdi. Tam mânâsı ile ferâgat sahibi idi.
Hicretin üçüncü senesinden sonra fütuhatlar çoğalmış, dokuzuncu senesinde ise elde edilen ganimetler Medine-i Münevvere’ye sel gibi akmış, müslümanların durumu düzelmiş, çoğu zengin olmuştu. Mısır azizi, Bizans imparatoru ve diğerleri kendisine kıymetli hediyeler gönderiyorlardı. Fakat o bunlara zerre kadar iltifat etmedi. Eline geçen her şeyi, bir gün bile yanında tutmadı; fakirlere, gazilere, müslümanların yükselmesine sarfetti.
Kendisine bağışlanan çok kıymetli bağları halkın istifadesine bıraktı. Mahsulleri fukaraya ve muhtaçlara dağıtılırdı.
Müellefet-ül Kulûb adı verilen bir takım gayr-i müslimlerin kalplerini İslâm’a ısındırmak için onlara yaptığı iyilikler anlatmakla bitmez.
Ümmetinden en fakir bir kimsenin yaşayışı gibi hayat sürmeyi, sadelik içinde yaşamayı tercih etti.
Hadis-i şerif’lerinde:
“Sade hayat imandandır.” buyurmuşlardır. (Ebu Dâvud)
Hâne-i saâdet’leri, eski halini muhafaza ediyordu. Tevazu ve sadeliği o kadar ileri götürmüştü ki, bütün mefruşat; bir yatak, bir hasır, toprak bir su kabı gibi eşyadan ibaretti. Süse ve lükse hiç önem vermedi.
Günlerce bacası tütmez, aylarca evinde ışık yanmadığı olurdu.
Yiyecek bir şey bulamadıkları için, hanımları ve çocukları ile beraber, birçok geceler yemek yemeden yatarlardı.
Hiçbir zaman hiçbir yemeği beğenmemezlik etmez; arzu ederse yer, etmezse bırakırdı.
•
Hayatı boyunca en zor ibtilâlara, felâket ve meşakkatlere maruz kalmıştır.
Daha doğmadan babasını, şefkate en muhtaç olduğu bir çağda annesini, iki sene sonra da dedesini kaybetti. Çocukluğu da gençliği de şefkate muhtaç olarak geçti.
Asıl zorluklar İslâm’a dâvete başladığı zaman başgösterdi. Medine-i münevvere’ye hicret edinceye kadar tam on üç sene baskılar altında yaşadı.
İnananlara hakaretin, zulmün, işkencenin her türlüsünü yaptılar. O bütün bunları görüyor, yüreği parçalanarak sabretmek mecburiyetinde kalıyordu.
Medine’ye geldikten sonra da ne acı felâketlere maruz kaldı.
Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ- hariç, bütün çocuklarını kendisi hayatta iken kaybetti.
Kavminin ekserisi medeniyetten yoksun, bedevî insanlardı. O Nur’un huzurunda gözetilecek edepleri bilmedikleri için, yaptıkları kaba hareketler onun ince ruhunu çok müteessir ediyordu. Fakat o bütün bunları engin bir hoşgörü ile karşılıyordu.
Ezâ ve cefâların çoğalması, ancak sabrını arttırmıştır.
Bütün bu sebat ve azminin neticesini daha hayatta iken gördü. Vedâ haccı’nda onu dinleyen müslümanların sayısı yüz bini aşıyordu. Vefat ettiğinde bütün Arap yarımadası İslâm’a tâbi olmuştu.