Muhterem Okuyucularımız;
Yaratmak; olmayanı, bilinmeyeni ortaya koymak, hiç yoktan var etmektir. Bu da yalnız Hazret-i Allah'a mahsustur.
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, her yarattığını birbirine uygun, yeni bir icat ile numunesiz olarak yaratan O'dur.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Allah her şeyin yaratıcısıdır. O her şeye vekildir." (Zümer: 62)
Her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet verir, düzenler ve en güzel bir biçimde terkip eder. Yarattığı şeylerde güzelliğinin kemâlini gösterir.
"Allah ne dilerse yaratır." (Âl-i imran: 47)
Bir şeyi yaratmak istediğinde; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Kâinatı ve içindeki her şeyi misilsiz, benzersiz yaratmıştır. Her şeyin en güzelini, en güzel hikmetlerle yaratan O'dur.
Mülkünün mutlak sahibi olan Allah-u Teâlâ, kudret ve azametini, bütün mahlûkatın hâkimiyeti altında bulunduğunu bildirmek üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir." (Mülk: 1)
Allah-u Teâlâ ebedî kemâlâta sahiptir. İyilik ve faziletleri hudutsuzdur, her yere ulaşır. Bolluk ve bereket kaynağıdır.
O zevâlden, yok olmaktan münezzehtir. Sınırı olmayan yüce bir saltanata ve güce sahiptir. Bir kimseyi nimetlendirmeyi dilediğinde, dilediğini dilediği zaman hiçbir engel tanımadan yapar.
"Ve O'nun her şeye gücü yeter." (Mülk: 1)
Yaratan O olduğu gibi yaşatan da, donatan da O'dur. O yaratıyor, O yönetiyor. Mülk O'nun, bütün tasarruf hakkı ve hüküm O'nundur.
İnsan: "Ben iman ettim!" der, fakat herhangi bir imtihana çekildiğinde ne iman kalıyor ne de iz'an! Deniz sakin olduğu zaman durumu çok güzel, dalgalandığı zaman bocalama başlıyor. İbtilâya sabredemeyip tahammülsüzlük başladığı zaman içi dışına çıkıyor.
İman odur ki, Allah-u Teâlâ her ne ibtilâya çekerse çeksin, o boynunu Hakk'a uzattığı için, o boyun orada kalır, bir daha da çekmez. O bilir ki imtihandadır. Bu imtihana hazırlanmak için bir sır vardır: İhlâs-ı kalbiyye ve samimi bir muhabbet.
Bunlar olursa iltimas-ı ilâhî'ye mazhar olunur. İmtihana tutulmazdan önce hazırlanmış olur. İmtihanla karşılaşınca da, hazırlıklı olduğu için geçiverir.
Musibet tıpkı deniz dalgası gibidir, birbiri ardınca devamlı gelir. Allah-u Teâlâ isabet ettirmemeyi dilemişse, denizin dalgasını seyrettiğin gibi olursun. Dalgalar sana gelir, fakat hiç dokunmaz, dışarıdan seyredersin. En hayırlısı dışarıdan seyretmek.
Bütün kâinat düşmanın olsa, O seni hıfz-u himaye etmeyi dilemişse:
"Allah'ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez." (Teğâbün: 11)
Âyet-i kerime'si mucibince bir tek kılına zarar gelmez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Dünyanın geniş vakitlerinde, yani sıhhat ve servet, asayiş ve emniyet gibi istirahat sebepleri mükemmel olduğu bir zamanda Cenâb-ı Hakk'a ibadet ve taat ile kendini takdim et ki, muzayakalı bir zamanda seni lütfu ile yad buyursun." (Ahmed bin Hanbel)
Fırtına gelince insan şaşırır. Bu gelmeden evvel kendimizi Allah'a takdim edelim. Geldikten sonra fayda yok. Boşta bulunursa, şaşırır ve orada imanı da kayar. Hazırlıklı olursa; "İlâhi takdir böyleymiş!" der. "Zaten gelecekti, ben bekliyordum!" der. Eğer yaşamak takdirse yaşar, ölüm takdirse o husule gelir. Allah'ımız cümlemizi imanla alsın.
Bir de ahiret tedbiri vardır ki o da ölmeden evvel Hazret-i Allah'a, Resulullah'a teslim olmak. Hazret-i Allah'ın koyduğu ahkâm mucibince yaşamak, Resulullah Aleyhisselâm'ın izinden yürümek. Böylece ahirete hazırlanmak. Onun için hazırlıklı olmak lâzım.
•
Bu ay içerisinde idrak edeceğimiz mübarek "Mevlid Kandili"nizi tebrik eder, tüm İslâm âlemi'ne hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Allah'tan niyaz ederiz.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
"Bir insan Hazret-i Allah'a güvenmekle, O'na itimat etmekle helâk olmaktan kurtulur. Eğer bilsek ağlamaktan, istiğfar etmekten, sığınmaktan başka hiçbir çaremiz yoktur. Hazret-i Allah kulundan bir şey bekliyor; ihlâslı bir iman ve imanın icabı olan amel-i sâlih.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Dünyanın geniş vakitlerinde; yani sıhhat ve servet, âsâyiş ve emniyet gibi esbâb-ı istirâhat mükemmel olduğu bir zamanda Cenâb-ı Hakk'a ibadet ve tâat ile kendini takdim et ki, muzayakalı (dar) bir zamanda seni lütf ile yâd buyursun." (Ahmed bin Hanbel)
Yani serbest zamanlarda Allah-u Teâlâ'ya yönelip O'na kul, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ümmet olsaydı; ölse imanla Hakk'a varacaktı, kalsa Hakk ile kalacaktı.
Allah-u Teâlâ'ya yakın olanlara gelince; kalsa O'nun hıfz-u himayesinde olur, ölse şehid olarak göçer."
Mülkünün mutlak sahibi olan Allah-u Teâlâ, kudret ve azametini, bütün mahlûkatın hâkimiyeti altında bulunduğunu bildirmek üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir." (Mülk: 1)
Allah-u Teâlâ ebedî kemâlâta sahiptir. İyilik ve faziletleri hudutsuzdur, her yere ulaşır. Bolluk ve bereket kaynağıdır.
O zevâlden, yok olmaktan münezzehtir. Sınırı olmayan yüce bir saltanata ve güce sahiptir. Bir kimseyi nimetlendirmeyi dilediğinde, dilediğini dilediği zaman hiçbir engel tanımadan yapar.
"Ve O'nun her şeye gücü yeter." (Mülk: 1)
Hiçbir yardımcıya, vezire, vekile ve vasıtaya ihtiyacı yoktur. Hiçbir iradesi hikmetsiz değildir. Dilerse zorla yaptırır, dilerse serbestlik verir. Dilerse sıkar, dilerse açar. Dilerse yıkar, dilerse yapar. Dilerse büyültür, dilerse küçültür. Dilerse başka âlemler de yaratır ve onlarda da dilediği gibi tasarrufta bulunur. Dilediğini yapmaya muktedirdir.
O "Ehad"dır, yarattığı her şey O'na muhtaçtır.
O "Mâlik'ül mülk"tür. Kulların elindeki de O'nun mülküdür, hatta kulun bizzat kendisi de O'nun mülküdür. Mülkünün hem yegâne sahibi, hem de hükümdarıdır.
Mülkünde ancak O'nun iradesi, hüküm ve tasarrufu câridir. İstediği olur, istemediği olmaz.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmak-tadır:
"Allah dilediğini yapar." (İbrahim: 27)
Mülk Hazret-i Allah'ındır, dilediğine verir, dilediğinden alır.
Dilediğini yapmakta hiç kimse O'na mâni olamaz.
Dilerse dilediğine mülk verir hükümdar yapar, dilerse indirir atar. Şimdiye kadar böyle olmamış mıdır?
Âyet-i kerime'sinde:
"Allah mülkünü dilediğine verir." buyuruyor. (Bakara: 247)
Mülkün sahibi O, asıl mülk O'nundur, Hükümranlık yapanlar, asaleten değil, ondan vekâleten yaparlar.
Samanoğulları hükümdarlarından olan Nasr bin Ahmed, Nişâbur'u fethettikten sonra meclisinin toplanmasını emretmiş, Kur'an-ı kerim okunarak toplantının açılmasını söylemişti.
Sülehadan bir zat Mümin Sûre-i şerif'inden okumaya başladı.
"Bugün mülk kimindir? Tek ve kahhar olan Allah'ındır!" (Mümin: 16)
Âyet-i kerime'sine gelince Nasr birden titremeye başladı. Hemen tahtından indi, tacını başından çıkarıp "Allah'ım! Hükümranlık bana değil sana âittir.!" diyerek secdeye kapandı.
O Mâlik-ül mülk'tür. Kulların elindeki de O'nun mülküdür, hatta kulun bizzat kendisi de O'nun mülküdür. Mülkünün hem sahibi hem hükümdarıdır.
İstediği olur, istemediği olmaz. Her dilediğini dilediği gibi yapar. Dilediğini izzet sahibi yapar, dilediğini zillet sahibi yapar.
Sultan Alparslan Malazgirt savaşının başında askerlerine yaptığı konuşmasında:
"Burada Allah'tan başka sultan yoktur." dedi.
Sultan Murad da Kosova'da aynı şeyi söyledi. "Mülk ve kul senindir, sen kime dilersen ona verirsin." diyerek acziyetini itiraf etti.
Allah-u Teâlâ da onlara büyük muzafferiyetler bahşetti.
Hakikati bilen kumandanlar böyle söyledi.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'lerinde şöyle duâ etmemizi emir buyuruyor:
"De ki: 'Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Sen her şeye kâdirsin.'
'Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğini hesapsız rızıklandırırsın.'" (Âl-i imrân: 26-27)
Yaratan O olduğu gibi yaşatan da, donatan da O'dur. O yaratıyor, O yönetiyor. Mülk O'nun, bütün tasarruf hakkı ve hüküm O'nundur.
Arş-ı Rahman'dan bütün yarattıklarına hükmünü sürdürmeye devam etmektedir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Sonra Arş'ı istivâ etti. (Oturdu, oradan mülkünü yönetmektedir.)" (Furkan: 59)
Yerden göklere, göklerden Arş'a varıncaya kadar bütün yaratıklar; O'nun hüküm ve idaresi altında, andan âna, halden hale, şekilden şekile, devirden devire, oluş ve yok oluş, farklılık ve benzeyiş ile değişip gitmektedir.
O ise tam bir hakimiyet ve tam mülkiyet ile bütün zerrelerin ve kürrelerin, ruhların ve cisimlerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde bir azamete sahiptir. Oradan hem yaratıyor, hem yaşatıyor, hem yönetiyor, hem rızıklandırıyor, hem de öldürüyor.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Buyruğunu icrâ eder." (Yunus: 3)
Arş'ından arzına varıncaya kadar mahlûkatın bütün işlerini hikmet ve maslahatının gerektiği şekilde bizzat kendisi yönetir ve yönlendirir. Hiç kimse O'nun hiçbir tedbirine mâni olamaz. Hükümranlığı kayıtsız şartsız ve devamlıdır.
"Yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratan Allah'tır." (Talâk: 12)
Bu ise O'nun mülkünün genişliğini göstermektedir. Mülkünün genişliği karşısında bütün bu yeryüzü ve bir o kadarı çok basit kalır.
O'nun bir İsm-i şerif'i de "Vâli"dir. O öyle bir Vâlî-i âzam'dır ki, mülkünü ve mülkünde olup biten her şeyi tek başına tedbir ve idare eder.
Azâmet ve ululukta eşi yoktur, her şeyde, her hadisede büyüklüğünü gösterir.
Her türlü perişanlıkları düzeltip yoluna koyar, dilediğini dilediği şekilde yaptırmaya muktedirdir. Hiçbir güç ve kudret O'na muhalefet edemez.
Mukaddes şânına saldırıda bulunanların cezasını verir, şiddetli intikamı ile perişan eder. Her şeye hükmünü geçirir. Zâlimlerin, zorbaların gurur ve kibirlerini kırar, kahreder.
Kâfirleri inkârları ve azgınlıkları sebebiyle lânetle alçaltır, düşmanlarını rahmetinden uzaklaştırarak esfel-i sâfilin'e indirir. Şan ve şeref sahibi iken bir anda rezil ve rüsvay eder.
İtaat edenleri aziz kıldığı gibi, isyan edenleri de zelil kılar. O'nun zillete düşürüp hakir kıldığı kimseler şereflerini yitirirler.
Kendisinden hiçbir şey gizlenmez, bütün işleri murakabası altında tutar.
İntikamı çok elemli ve pek şiddetlidir. Kâfirleri, zâlimleri, fâsık ve fâcirleri yaptıkları isyanlardan dolayı hemen kahredivermez, bir zaman mühlet verir, bu mühletin arkası çok korkunçtur. Kötü ve isyana yönelen milletler ve cemiyetler de böyledir.
Kendisini bir şey zannedenleri Kahhar olan Allah-u Teâlâ kahretti.
"Bugün mülk kimindir? Tek ve Kahhar olan Allah'ındır." (Mümin: 16)
"İnsan bizim kendisini kerih bir sudan yarattığımızı bilmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)
Hani o benim mülküm diyenler, o padişahlar, o krallar? Kendisini bir şey zanneden kumandanlar? Hani o her şeye mâlikim diyenler? Hani o Hazret-i Allah'ın dinini kendisine çevirmeye çalışıp din kuranlar? O galiptir, herkesi yerlere serdi ve kahretti.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'nin bir ism-i şerif'i de "Rahman"dır. Dünyada kendisine inananı inanmayanı, itaat edeni etmeyeni ayırdetmeden bütün mahlûkatına sayısız nimetler bahşeder, dilediği gibi rızık verir, onları esirger.
Şu kadar var ki, bir ism-i şerif'i de "Rahim"dir. Çok merhamet eden demektir. İnanıp itaat edenleri, salih ameller işleyenleri, verdiği nimetleri iyiye kullananları ahirette daha büyük ve ebedî nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırır.
Allah-u Teâlâ hem müminlerin hem kâfirlerin Rahman'ı, fakat yalnız müminlerin Rahim'idir.
Yaratmak; olmayanı, bilinmeyeni ortaya koymak, hiç yoktan var etmektir. Bu da yalnız Hazret-i Allah'a mahsustur.
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, her yarattığını birbirine uygun, yeni bir icat ile numunesiz olarak yaratan O'dur.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Allah her şeyin yaratıcısıdır. O her şeye vekildir." (Zümer: 62)
Her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet verir, düzenler ve en güzel bir biçimde terkip eder. Yarattığı şeylerde güzelliğinin kemâlini gösterir.
"Allah ne dilerse yaratır." (Âl-i imran: 47)
Bir şeyi yaratmak istediğinde; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Kâinatı ve içindeki her şeyi misilsiz, benzersiz yaratmıştır. Her şeyin en güzelini, en güzel hikmetlerle yaratan O'dur.
İnsanların yaptığı, sadece O'nun verdiği akıl sayesinde yaratılanların sırlarını keşfetmekten ibarettir.
Bütün insanlar bir araya gelseler, ilimlerini fenlerini ortaya koysalar bir tek incir çekirdeğini, bir buğday tanesini yapabilirler mi? Veyahut bir sivrisineği, bir tek kılı yoktan var edip onlara can verebilirler mi? Bir tek yaprak karşısında bütün kâinat acze düşüyor. Şu halde yaratıcı yalnız Hazret-i Allah'tır.
Âyet-i kerime'sinde:
"Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak 'Ol!' dememizden ibarettir. O da derhal oluverir." buyuruyor. (Nahl: 40)
Allah-u Teâlâ'nın iradesinin sonsuz olduğunu gösteren bu ilâhî beyan, bir şeyi yokluk âleminden varlık âlemine çıkarmayı ve bunun süratini gösteren bir temsildir. Yoksa burada kendisine emir verilen bir şey yoktur. Her şey O dilediği an meydana geliverir.
O; bir şey için sadece bir tek emir verir, bu emrin tekrarına ihtiyaç yoktur. "Ol!" dediği şey kaçınılmaz olarak varolur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"O'nun bilgisi olmadan hiçbir dişi hamile kalamaz ve doğuramaz." (Fatır: 11)
Tesadüf diye hiçbir şey yoktur.
"O'nun bilgisi olmadan hiçbir meyve kabuğundan çıkmaz." (Fussilet: 47)
O'nun dilemediği hiçbir şey vücuda gelmez.
"O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez." (En'am: 59)
İlm-i ezelîsi her şeye şâmildir.
"Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur." (Şûrâ: 12)
Her şey O'nun kudret ve tasarrufundadır. Zira mülkün sahibi O'dur. Yaratmak da öldürmek de O'na âittir. Yarattığı bütün mahlûkatı, âlemler ve içindekiler bir araya gelseler bir tek yaprağı yaratamazlar. Bir tek yaprak karşısında âciz düşerler. Yarattığı her şey böyledir. Yaratıcı yalnız Allah-u Teâlâ'dır.
Yaratan O olduğu gibi, yaşatan da O'dur.
Âyet-i kerime'sinde:
"Hayır! Doğrusu biz onları kendilerinin de bildikleri şeyden yarattık." buyuruyor. (Meâric: 39)
Sen hiçbir şey değilken O seni bir damla kerih sudan yaratmadı mı? Sana hayat vermedi mi? O'nun sana verdiği hayat ile yaşıyorsun. Hayatı çektiği zaman yoksun. Ruhun da gider, vücudun da gider. Ruhunu çektiği zaman toprakta çürüyorsun. Çünkü vücudun zaten bir elbiseden ibaret. Elbiseyi gösteren de O, seni tutan da O, seni yok eden de O. Her an tutuyor. Bir an bıraksa o anda yoksun. İnsan hep O'nunla kâim de bilmiyor.
O yaratıyor, O yaşatıyor, aynı zamanda O yönetiyor.
"Gökten yere kadar her işi O düzenler." (Secde: 5)
O'nun düzenlemesi, hikmetine göre dilemesidir.
O yaratıyor, O yönetiyor. Meselâ gökten yağdırıyor, yağdıran O'dur. Yerden fışkırtıyor, fışkırtan O'dur. Sonsuz nimetleri ihsan ve ikrâm eden yine O. Hazine-i ilâhî'den durmadan akıyor.
Âyet-i kerime'sinde:
"Hazinesi bizim katımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz." buyuruyor. (Hicr: 21)
Zerreden kürreye kadar her yaratık O'na muhtaçtır.
•
Allah-u Teâlâ iradesini yerleştirmek ve kudretini göstermek için her şeyi sonradan ve yoktan var etmiştir. Yoksa ihtiyacı için değil. O Samed'dir, hiç kimseye muhtaç değildir, herkes O'na muhtaçtır.
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:
"Şüphesiz ki Allah bütün âlemlerden müstağnîdir." (Âl-i imran: 97 - Ankebut: 6)
Kim iman ederse kendi lehine, kim de inkâr ederse yine kendi aleyhinedir. Ne itaat edenlerin itaati O'na fayda verir, ne de âsilerin isyanı zarar verir.
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." (Nisâ: 126-131-132)
Yalnız gökler ve yerdekiler değil, onların ötesinde, gerek âfâkta gerek enfüste hiçbir varlık yoktur ki, başlangıcından ve sonundan, görünen ve görünmeyeninden, Allah-u Teâlâ'nın kudreti ve azameti ile, ilâhî hükmü ile kuşatılmış olmasın. Şu halde zâhirde ve bâtında, yükseklik ve alçaklıkta, maddelerde ve mânâlarda, dünyada ve âhirette ilâhî kuşatmanın dışında bir şey tasavvur etmek mümkün değildir.
Uludağ bir karıncaya göre çok büyüktür. Fakat güneşin büyüklüğü karşısında karınca gibi küçük kalır. Güneş de Arş-ı Rahman'ın yanında karınca gibidir.
Allah öyle bir Allah'tır ki, O'nun varlığı ve azamet-i ilâhîsi karşısında bütün kâinat bir karınca mesabesindedir. Her şeyi O kuşatmıştır.
"Allah her şeyi çepeçevre kuşatandır." (Nisâ: 126)
Zerreden kürreye kadar her şey her şeyi kuşatmıştır. Kimini zar ile kuşatmış, kimini deri ile, kimini kabuk ile... Yani Allah-u Teâlâ her zerreyi bir şey ile çevirmiştir. Yerler de böyledir, gökler de böyledir. Arş-ı Rahman ile de her şeyi kuşattırmıştır. O ise her şeyi kuşatmıştır.
"Doğu da batı da Allah'ındır. Yüzünüzü hangi cihete çevirirseniz çevirin, vech-i ilâhî oradadır. Şüphesiz ki Allah Vâsi'dir, O her şeyi bilendir." (Bakara: 115)
Mülk O'nun, bütün tasarruf hakkı ve hüküm O'nundur.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"İşte Rabb'iniz Allah budur. O'ndan başka ilâh yoktur. O her şeyi yaratır." (En'am: 102)
Bundan önce her şeyi yaratmış olan O olduğu gibi, gelecekte de her şeyin yaratıcısı O'dur.
O'nun "Ol!.." emri ile her şey hayat bulur. "Öl!.." demesiyle de ölür.
"Bak! Onlar iyice anlasınlar diye âyetleri nasıl açıklıyoruz." (En'am: 65)
Nitekim aklını kullanan kimseler, O'nun âyetlerinden pek çok istifade etmekte ve kendilerine yön vermektedirler.
İnsan: "Ben iman ettim!" der, fakat herhangi bir imtihana çekildiğinde ne iman kalıyor ne de iz'an! Deniz sakin olduğu zaman durumu çok güzel, dalgalandığı zaman bocalama başlıyor. İbtilâya sabredemeyip tahammülsüzlük başladığı zaman içi dışına çıkıyor.
İman odur ki, Allah-u Teâlâ her ne ibtilâya çekerse çeksin, o boynunu Hakk'a uzattığı için, o boyun orada kalır, bir daha da çekmez. O bilir ki imtihandadır. Bu imtihana hazırlanmak için bir sır vardır: İhlâs-ı kalbiyye ve samimi bir muhabbet.
Bunlar olursa iltimas-ı ilâhî'ye mazhar olunur. İmtihana tutulmazdan önce hazırlanmış olur. İmtihanla karşılaşınca da, hazırlıklı olduğu için geçiverir.
Fiili imtihan olduğu gibi, hâli imtihan da olur. Hâli imtihan âni olduğu için, insanın aklının çalışmasına fırsat olmaz.
Fakat daha önce doldurulmuş olan kimse hemen geçiverir. Fiili imtihana çekildiğinde de, tutulması sebebiyle kurtulur. Diğeri aklını işletinceye kadar o geçmiştir bile. İşte bunlar mutlu insanlardır.
Anlaşılıyor ki ancak hıfz-u himayeye girenler kurtuluyor. Diğerleri ise yürüyormuş gibi görünüyor amma, bir fırtına koptuğu zaman hepsi yıkılıyor.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyur-maktadır:
"Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara: 153)
Rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bir iş ağır gelince, ya da ansızın bir durum ortaya çıkınca hemen namaza başlar ve bu Âyet-i kerime'yi okurdu.
Namaz; zikir ve şükrü içine alan bir ibadet olduğu için, ilâhî yardımın celbedilmesinde en büyük âmildir.
Allah-u Teâlâ'nın her türlü hükmüne râzı olmak, hoşnutluk göstermek amellerin en faziletlisi, ahlâkın en güzelidir.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kul hayrıyla şerriyle kadere inanmadıkça, kendine hayır ve şerden isabet edecek şeyi atlatamayacağını, hayır ve şerden kaçacak olan şeyi de yakalayamayacağını bilmedikçe iman etmiş olmaz." (Tirmizî: 2145)
İnsanoğlu dünyaya imtihan için gelmiş bulunmaktadır. Muhakkak ki imtihanlara tâbi tutulacak, birçok ibtilâlara musibetlere maruz kalacaktır. Ömür imtihanlarla ibtilâlarla doludur.
Dünya saadetini ve ahiret selâmetini arzu eden kimse, ortak ve yardımcıdan müstağni olan Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne yönelip, sebeplerini halketmesini de o Zât-ı Ecell-ü Âlâ'dan istemelidir.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Yazıklar olsun o kimseye ki lisan ile Allah'ı zikreder, kalbinden ise Cenâb-ı Hakk'ın yaptığına râzı olmaz." (Münâvi)
Birincisi; suretâ iman. "İman ettim!" diyor, iman ettiğini zannediyor, inandığını söylüyor.
İkincisi; tarikat ehlinin imanı ki aklına göre, akıl derecesine göredir.
Üçüncüsü ise hakikat ehlinin imanıdır. Kâmil iman budur. Yani iman-ı kâmil Hazret-i Allah'a iman etmektir, Hazret-i Allah'ı bilmektir. Her şeyi Hazret-i Allah'tan bilmektir.
İnsan Hazret-i Allah'a iman ettikten ve iradesini O'na tesim ettikten sonra artık kendi reyi kalmaz. Fakat bunu yapabilmek için O'nu bilmek, O'nu tanımak lâzım.
Kendini inkâr ettiğin zaman, O'nu tasdik ettiğin zaman iman etmiş olursun. Gerçek iman budur. Vaktaki kendini inkâr edip "Lâ" dediğin zaman, yani kendini de kâinatı da inkâr ettiğin zaman, Var olan husule gelir, işte imanın hakikisi budur. Kül'ün hakikisi budur.
İnsan, "Ben yaratana iman ettim, ben bir damla pisliğim, zaten onu da O yarattı, öyleyse bana ait hiçbir şey yok" deyip "Kendimi inkâr ettim!" derse, işte o zaman tamamen münafıklıktan kurtulmuş olur.
Binaenaleyh; kendini inkâr etmedikçe Hazret-i Allah'a iman etmiş olamazsın. "Lâ ilâhe illallah" deyince "Lâ"dan ibaret olan şeyi "Lâ" olarak kabul edeceksin. İlâh olarak da O'nu kabul edeceksin. Başka bir ilâh yok. Ne nefsi ne de yarattığı hiçbir şey ilâh olarak oraya girmiyor. Çünkü "Lâ" dediğin zaman evvelâ kendini, kâinatı yok edeceksin ki "İlâh"ı bulmak için. Madem "Lâ" diyorsun, kaldır kendini. Kendini kaldırmazsan haşa sen Allah mısın? Madem ki "Lâ" diyorsun, sen de "Lâ"sın, yaratılanlar da "Lâ".İlâh O... Hadi bul bakalım. Sen ömrün boyunca nefsine tapıyorsun, farkına varmazsın.
Yaratılan hiçbir şey Allah değildir. Fakat sen Yaratan'ı görmeyip de yaratılanlarda kalırsan "Lâ"da kaldın, "İllallah"a inemedin demektir. Bu o kadar esrarlı bir kelimedir ki...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah o Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur." (Bakara: 255 - Âl-i imrân: 2)
O öyle bir Allah ki, Allah'tan başka ne bir Allah vardır, ne de bir mevcut vardır. Her şeye hayat veren O'dur, her şey O'nunla kâimdir.
Şimdi siz bunu okurken anlarsınız. "O'ndan başka ilâh yoktur." deyince, sanki O'ndan başka bir Allah varmış sanırsınız. "Başka Allah yok" deyince O'ndan başka bir mevcud yok diye anlayacaksınız. "Lâ"lar perdedir, O'nu örten bir perde. Bütün kâinat da böyledir, kendisini örten perde.
İnsan Hazret-i Allah ile olduğunu bir türlü kavrayamaz. Şimdi ömrün bittiği, varlığını içinden çektiği zaman, saman çöpü senden daha kıymetlidir. Niçin? Çünkü saman çöpü kokmaz ama üç gün kalırsan kokarsın, herkes senden kaçar.
Hani sen vardın. Yine sen varsın. Ama leş diye herkes kaçıyor senden. Var ile olduğun zaman ne güzel görünüyordun. Var varlığını çekince ne kadar çirkin oldun. Artık herkes senden kaçıyor, iğreniyor ve ikrah ediyor.
Bir balonu ne kadar şişirirsen o kadar büyük olur. Halbuki onu büyük yapan içindeki havadır, havayı çıkardın mı küçücük kalır. O yaratıyor, her şey O'nunla kâim, ötekiler "Lâ"dan ibaret.
"Lâ"nın neresine tutunacaksın. "Ol!" diyor oluyor, "Öl!" diyor ölüyor.
Sen zannediyorsun ki sen sensin, her şeyin mükemmel. Ruhunu çekti, bir çöp kadar değerin kalıyor mu? Demek ki O... İnsan zannediyor ki hep başkası. Onun için her şey O'nunla kâim. "Her şey O değil, hiçbir şey O'nsuz değil.""Perdeyi geçir sen varsın, perdeyi kaldır O var."
Bir pehlivan hasmını yendiği, devirdiği zaman pehlivan oluyor. Fakat asıl pehlivanlık, âlemleri bir anda devirdiği zaman, yaratılanları değil de, Yaratan'ı bulduğun zaman olur.
Âlim-i billâh olanlar "Elhamdü lillâhi Rabbil-âlemîn" dedikleri zaman kendilerinden zerre kalmaz, "Rabbil-âlemîn" husule gelir. O öyle bir Allah ki, âlemlerin yaratıcısı ve mürebbîsidir. Âlemler maske gibi hükümsüzdür. Çünkü "Ol!" emriyle oluyor, "Öl!" emriyle ölüyor.
Mülkü O yarattı, sen ise O'nu mülkün içinde zannediyorsun, hem de "Elhamdü lillâhi Rabbil-âlemîn." diyorsun. Bu ne biçim iman, ne biçim zan? Halbuki sizin gördüğünüz bu mülk en küçüğüdür, Allah-u Teâlâ'nın yarattığını yalnız O bilir.
İmanlı bir el harama uzanmaz, imanlı bir ayak fena yere gitmez, imanlı bir göz harama bakmaz. Bakıyor! Haa demek oraya nüfuz etmemiş. Çünkü iman edildiği zaman, tuttuğu zaman dalları azalara dağılır.
Ancak gerçek imandan mahrum olanların üzerinde daima münafıklık alâmeti mevcuttur. Çünkü nefis oynar, şeytan oynar, arzular yaşar, yaşar, yaşar.
Allah-u Teâlâ kâmil imanın alâmetini ve hakiki müminlerin vasıflarını beyan etmektedir:
"Onlar gayba inanırlar, namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.
Sana indirilene de, senden önce indirilene de iman ederler. Ahiret gününe de kesinlikle inanırlar.
İşte onlar Rabb'lerinin yolunda olanlardır. İşte onlar saâdete erenlerdir." (Bakara: 3-4-5)
Görmedikleri halde Allah'a, vahye, ahiret safhalarına görüyormuş gibi, hiç şüphe etmeden, inanırlar. "İşittik ve iman ettik!" diyerek Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın haber verdiği her şeyi kesin olarak kalp ile tasdik, dil ile de ikrar ederler. Onlar bu imanları ile Allah katında hoşnutluk kazanırlar.
Yunus Emre -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm..."
Bir şeyin üzerine bir örtü örtsek ne olur? Üzerinde örtü olduğu için ne olduğu bilinmez. İşte insan da böyledir; yiyor, içiyor, geziyor. İnsan da buna bakıyor ve ona varlık atfederek insan diyor. Fakat bu mükemmel gibi ve müstakil gibi görünen insandan Hazret-i Allah ruhunu çekince ne oluyor? Hiç. Demek üzerindeki o şey; et, kemik hepsi maske. Yunus Emre Hazretleri'nin tarif ettiği bu.
Bir misal verelim:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Dünyaya muhabbet büyük günahların en büyüğüdür." (Deylemî)
Dünya ve içindekilere, mala-mülke, paraya-pula, makam-mevkiye, çoluk-çocuğa, kadına muhabbet böyledir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz yine bu hususta:
"Amelleri Tihame dağı kadar büyük olan nice topluluklar vardır ki kıyamet günü haşredilecekler ve cehenneme atılmaları emredilecek." buyurdular.
Ashâb-ı kiram: 'Namaz kıldıkları halde mi ya Resulellah?' diye sorunca şöyle devam ettiler;
"Evet bunlar namaz kılarlar, oruç tutarlar, geceleri çok az uyurlardı. Ama kendilerine azıcık bir dünyalık arz edildi mi dört elle sarılırlardı." (Irakî, Muğni lll. 204)
Dünya menfaati, dünyalık şeyler insanı helâk ediyor. Değil menfaatten, menfaatin kokusundan bile Allah'ıma sığınırım.
"Allah size imanı sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı ise çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır." (Hucurât: 7)
Âyet-i kerime'si mucibince kime imanı sevdirir ve o imanı kalbinde süslerse onu tutuyor demektir. Bu böyledir, esas budur. Kurtulan böyle kurtuluyor, kurtardığı için kurtuluyor.
Onlar Hakk'ı bilir, kendisini bilmez. Hakk'ı görür kendisini görmez.
Kül gibi olmadıkça da bu hakikatler bilinmez.
İnsanı dünya ve içindekiler çekiyor ve münafıklığa sokuyor. Halbuki muhabbet Mevlâ'ya bağlanacak. Yalnız O sevilecek, yalnız O'na yönelinecek.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
O'nun bulunduğu kalpte nefis ve mâsiva yaşamaz, O'nun bulunmadığı bir kalpte her şey bulunur amma O bulunmaz.
Şimdi gördünüz mü ne kadar mühim iman etmek. Bir de bölücülerin durumunu düşünün. Niçin? O Rabb'ül âlemin'i bırakmış başka ilâh edinmiş, İslâm'ı terk etmiş, başka dine girmiş.
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: 106)
Hakiki iman şudur ki; Hazret-i Allah'a iman edip kendini inkâr etmiş olan Allah-u Teâlâ'ya iman etmiş olur, özü budur.
Hülasâ-i kelâm; imanın en büyük alâmeti Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükmüne teslim olmak, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü dünya ve nefsin arzularına tercih etmektir. Bu mihenktir. Birçokları burada soyulmuştur. İsmi İslâm, görüntüsü takvâdır. Ancak nefsine hoş geleni dünya hayatını Allah-u Teâlâ'nın hükmüne tercih eder.
"Onlar dünya hayatını âhirete tercih ettiler." (Nahl: 107)
Dünyayı tercih etti gitti. Öyle bir zamandayız ki ufacık bir dünyalık için nice imanlar kayıyor. Öyle bir devir var ki ufacık bir menfaat için nice kimseler cehennemi boyluyor.
Hayat deneme ve mükellefiyet yeridir, ölüm ise ceza ve mükâfat yeridir; orası imtihanın sonucudur.
Ölümü daima gözönünde bulunduran bir kimse, hazırlığını ona göre yapar. Allah-u Teâlâ'nın emir ve nehiylerine hakkıyla riâyet ederek ubudiyet vazifelerini yerine getirmeye çalışır. Yapacağı amellerin en güzelini yapmaya gayret eder. Çünkü kişinin her an fotoğrafı çekiliyor, her sözü ve her kelimesi zaptediliyor.
"O Azîz'dir, çok bağışlayıcıdır." (Mülk: 2)
Kendisine isyan edenlerden intikam alacak üstünlüğe sahiptir, hiçbir isyankâr O'nun pençe-i kahrından kendisini kurtaramaz. Buna rağmen kusurlarını itiraf eden, kötülüklerden vazgeçip tevbekâr olan, Zât-ı akdes'ine yönelen kullarının günahlarını affeder, siler.
Hayat, her kemâlin ve lezzetin esası olması itibariyle insanlar hakkında nimet olduğu gibi; ölüm de dünyadan âhirete intikal vasıtası olduğu için, müslümanlar hakkında hayat gibi bir nimettir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah sizi yarattı, sonra sizi vefat ettirecek." (Nahl: 70)
Bu durumda en genciniz onu ertelemeye güç yetiremediği gibi, yaşlınız da bunu öne alamaz.
Ölüm, bu fâni âlemdeki hayat yolculuğunun sona ermesi ile bekâ âleminde geçirilecek ebedî hayatın başlangıç noktasıdır. Her doğan ölür, her gelen gider.
Dünyanın yıkılışı büyük kıyamet, insanın ölümü ise küçük kıyamettir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabb'ine kulluk et!" buyuruyor. (Hicr: 99)
Ölüm, dar ve sıkıntılı bir evden, çok geniş ve o nispette ferah bir eve taşınmaktır. Ebedî yaşamanın sırrı ve habercisidir. Ölüm eskiyen bedenin atılması ve ruhun yeni bir bedene bürünmesi demektir.
İnsanın beden ve ruh yapısı, ahiretin şartlarına uygun bir vasıfta yaratılmıştır. Ebedîlik insanın fıtratında vardır. Ölümle bu ebedî hayata kavuşulmuş olur. Ölüm mahlukunu Hâlik'ine ulaştıran en güzel bir vasıtadır. Çünkü onsuz ulaşılmıyor. Hâlik'ini dost edinen bir kimse şüphesiz ki dostuna bir an önce kavuşmak ister.
Mevlânâ -kuddise sırruh– Hazretleri "Ben öldüğüm zaman matem tutmayın, sevinin. Çünkü ben sevgilime kavuşuyorum." buyurmuşlardır.
Übâde bin Sâmit -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
"Her kim Allah'a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Her kim de Allah'a kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da onunla mülâkî olmaktan hoşlanmaz." (Buharî. Tecrid-i sarih: 2043)
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Kim Rabb'ine kavuşmayı arzu ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabb'ine kullukta hiç ortak koşmasın." (Kehf: 110)
Şüphesiz ki ölümden kaçış ve kurtuluş yoktur. Gerek kendi vatanlarında ikamet etsinler, gerek başka yerlere çıkıp gitsinler, insanlar kendilerini hiçbir yerde ölümün pençesinden kurtaramayacaklardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nerede olursanız olun, sarp ve sağlam kaleler içinde bulunsanız bile ölüm size ulaşır." (Nisâ: 78)
Herkes mutlaka ölecek, ölümden insanı hiçbir şey kurtaramayacaktır. Herkes için kesin bir ecel ve belirlenmiş bir âkibet vardır.
Nitekim yatağında vefat eden Halid bin Velid -radiyallahu anh- Hazretleri şöyle demiştir:
"Şu şu savaşlarda bulundum. Vücudumda ok ve kılıç yarası olmayan yer yok. Amma işte ben yatağımda ölüyorum. Korkakların gözü aydın olsun!"
"Sonra bize döndürüleceksiniz." (Ankebut: 57) (Bakınız. Enbiya: 35)
Kim O'na itaat üzere idiyse, onu en güzel bir şekilde mükâfatlandırır. Müstehak olanlara da cezalarını verir.
Ruh için ölüm yok. Fakir ruhu kafesteki kuşa benzetir. Kuşun kafesi var. Kafese değer veren içindeki kuştur. Kuş alınırsa kafesin hükmü kalmaz. Ruh bedende bir nefes mesabesinde, hiçbir farkı yok.
Hissiz, hareketsiz, kafes. Ona bütün icraatlarını yaptıran ruhtur. Ruhun icraatını da Hazreti Allah yaptırıyor ve şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki: Ruh Rabb'imin emrindendir." (İsrâ: 85)
İnsan ibadet, taati ile O'na yaklaşırsa, ruh Mevlâ'sıyla irtibat kurarsa kafese hiç değer vermemesi lâzım. Nihayet onu O koydu, onu O alacak.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz." (Bakara: 156)
Âyet-i kerime burada tecelli ediyor. "Allah'tan geldi, Allah'a gitti." Ne kadar güzel bir şey yahu. Fakat öleceğiz diye titriyoruz. Fakir daha birinci kitapta demişti ki:
"Ölüm ne güzeldir. Hâlîk'ına kavuşturur."
Nedir bu korku? Bu korku neden geliyor?
Nefis galip, yaşamak arzusunda. Öleceğim, bu nimetler kalacak diye düşünüyor. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın sana hazırladıklarını bir bilsen!
İnsan olarak ölebilmek, insan-ı kâmil olarak ölebilmek, sıddık olarak ölebilmek. Bunlar için ölüm yok.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Müminler ölmezler. Ancak bir evden bir eve naklolunurlar."
Mümin-i kâmil olanlar ise ayrıdır.
Bir kümesten bir saraya gider. Oranın saraylarının kerpiçleri altın ve gümüşten, inciden olan da var. İşte ruhu'l-hakiki tekâmül ettiği zaman, bu hale erdiği zaman o insan ölmüyor. Buna hayat-ı ebedî denir. Yalnız kuş kafesteydi çıkamıyordu. Uçtu, makam-ı asliyesine gitti. Kafesi bile unuttu. Çünkü o kafeste yerleşmişti. Nefisle mücadele ediyordu. Ona galebe çaldı. Nihayet, makam-ı asliyesi çok güzeldi oraya uçtu.
İnsanda ruhu'l-hakiki öyle bir yükseliyor ki, melekleri dahi geçebiliyor. Melekler ona hayran.
Kabir bir perdeden ibarettir. Biz onları göremediğimiz için "Öldü, çürüdü!" deriz. Halbuki onlar âlem-i berzahta mükemmel bir hayat sürerler.
"O Lâtif'tir, Habir'dir." (En'âm: 103)
"Lâtif" olan, "Habir" olan Allah-u Teâlâ; bütün işlerin inceliklerini bilir, her şeyden haberdardır. O rûhâniyeti dilediği şekilde hareket ettirir, O rûhâniyeti her şeyden haberdar eder.
Bütün bunlar senden sana yakın olan Allah-u Teâlâ'nın tecellileridir. O rûhâniyet bütün bu işlere vâkıftır. Kabirde de, mahşerde de böyledir. İstedikleri zaman, istedikleri şekilde böyle yetişirler.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Kişi, sevdiği ile beraberdir." (Buhârî)
Bu en büyük müjdedir. Bu köprüyle ahirete intikal ettiği zaman, orada bizi rızâsında haşr-u cem ettiği zaman işte en güzel bayram yeri orasıdır.
Enes -radiyallahu anh- anlatıyor:
Resulullah Aleyhisselâm'a bir zât gelerek:
"Kıyamet ne zaman kopacak Yâ Resulellah!" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm ona: "O gün için ne hazırladın?" diye sordu. "Farz namazlardan, oruçlardan, sadakalardan başka fazla bir ibadetim yoktur. Fakat Allah ve Resul'ünü çok seviyorum." deyince şöyle buyurdu:
"Sen sevdiğinle berabersin." (Tirmizî)
Hadis-i şerif'i rivâyet eden Enes -radiyallahu anh- der ki:
"Biz Resulullah Aleyhisselâm'ın bu sözüne sevindiğimiz kadar hiçbir şeye sevinmemiştik. Ben de Resulullah Aleyhisselâm'ı, Ebu Bekir'i ve Ömer'i seviyorum ve bu sevgim sebebiyle onlarla beraber olacağımı umuyorum."
•
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivâyete göre bir kimse Resulullah Aleyhisselâm'a gelerek:
"Yâ Resulellah! Ben seni kendi çocuğumdan, hatta kendi canımdan da çok seviyorum. Öyle ki evde otururken sen aklıma gelince, hemen gelip seni görmeden duramıyorum. Fakat beni düşündüren bir mesele var. İkimiz de öldüğümüzde sen cennete girecek ve Peygamber katına çıkacaksın. Ben ise cennete girersem bile seni göremeyeceğimden korkuyorum." dedi.
Resulullah Aleyhisselâm ona cevap vermedi. Daha sonra şu Âyet-i kerime nâzil oldu:
"Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse; işte onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar." (Nisâ: 69)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bize ölümü ve ahiret hayatının üstünlüğüne ve güzelliğine dair şöyle buyurmaktadır:
"Orası o kadar güzel ki, tarifi mümkün değil..."
"Bu sözü söylüyorum; sakın öleceğim diye korkmayın, telâş etmeyin, severek gidin. Orada yabancılık çekilmiyor."
"Gönlüm ahirete akıyor amma O murat ettiğini yapar."
"Ölüm ne güzeldir! Mahlûkunu Halik'ına kavuşturan en güzel bir vasıtadır."
"Ölüm bizim için çok tatlı bir şeydir. Siz kaçarsınız ama biz koşarız."
"İtimat edin, hayat ölümden sonra başlar. Ölüm bir terhistir."
"Ben Rabb'ime misafireten gideceğim."
"Ben ölümü seviyorum, ölümü seviyorum, ölmek de istiyorum. Amma beni alın diyemiyorum. Bu sözüme itimat edin, ölmeyi istiyorum, hatta diyorum ki; beni aldıkları zaman üzülmeyin, ben huzur-u ilâhi'ye, ziyafet-i ilâhiye'ye gidiyorum, müsterih olun!.."
Bizi bazen ahirete alırlar, oraya gidip geliriz. Orası o kadar güzel ki tarifi mümkün değil.
Bir gün Ashâb-ı kiram Efendilerimiz'in kabirlerini seyrediyordum! Bu esnada beni aldılar, ahirete götürdüler. Çıkardıkları yerde kimse yok, tenha. Bir çeşme var, havuz var. Şöyle baktım; birkaç kişi var ve hemen indiğim yere toplandılar, halk birikti. Orada etrafta namütenahi güzellikler vardı. Bize sordular: Nereye gitmek istersiniz? "Nereye gidelim!" dedim. "Sen nereye istersen, senin için her yer serbest!" dediler, sorduğumdan utandım. Allah Allah... Allah râzı olsun. "O zaman beni Resulullah'ın yanına götürün" dedim. Oradaki gidiş bir an, bir an... Makam-ı Mahmud çok yüksek. İndiğim yerle orası çok uzak. Bir anda oraya götürdüler ve Resulullah Efendimiz'in yanına gittik.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle ortada ayakta duruyordu. Seyrettiğim Ashâb-ı kiram da ayakta kenarda böyle duruyorlardı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram'ı göstererek:
"Sen bunların taşlarını seyrettin. İşte bunlar burada hayatta, ayakta, hepsi canlı" dedi.
Ben onların türbelerini seyrediyordum. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; "Bak o baktıkların taşlar resimdi, işte buradalar, hepsi canlı..." dedi.
Az evvel Ashâb-ı kiram'ın filmlerini seyrediyorduk, bu halden sonra bu hâl zuhur etti.
Hemen birkaç kişi birikti, nereye gidelim; "Nereye istersen!" dediler. Allah Allah, Allah Allah, musarrah kılmış Cenâb-ı Hakk. Orası buradan çok güzel... Orası çok güzel, çok çok çok güzel... Bir hayat var, bir hava var, bir rahatlık var, bir huzur var, sonsuz bir hayat...
Hülasâ-i kelâm ahiret dünyadan çok hayırlı...
Âyet-i kerime'de:
"Andolsun ki senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır." buyuruluyor. (Duhâ: 4)
Bu Âyet-i kerime orada tecelli ediyor. Hayat orada var.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Elbette biz onları cennetten âlî köşklere yerleştiririz." (Ankebût: 58)
"Fakat Rabb'lerinden korkanlar için üstüste bina edilmiş odalar var, odaların altından da ırmaklar akmaktadır." (Zümer: 20)
Allah-u Teâlâ cennette hem kişiye özel hem de herkesin faydalanabileceği havuzlardan, pınarlardan bahsetmektedir.
Âyet-i kerime'de; "Altından ırmaklar akar." (Ra'd: 35)
Buyuruyor ya, amma o ırmağa aklınız ermeyecek, ben o ırmağı gördüm.
Yine bir vakit oraya çıkardılar, bir köşke aldılar. Amma ne köşk, her şey var.
Köşkün altında havuzları var. Özel bir köşk, muhafızları var. Biraz sonra kapı çaldı, kapıdaki bekçilerle konuşurlarken; alın onu, tanıdığım o benim dedim. Köşkün her tarafı cam, içerisi görünmüyor amma içeriden dışarısı görünüyordu. Sonra; "Gidelim!" dediler, kalayım dedim, bırakın beni; "Daha vakit gelmedi!" dediler. Elhamdülillâh. Amma hayat orası. Bunu bilin, hayat orada var.
Bu sözü söylüyorum; sakın öleceğim diye korkmayın, telâş etmeyin severek gidin, orada yabancılık çekilmiyor.
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
"Şüphesiz ki cennetlikler, üzerlerindeki köşk sahiplerini sizin doğu ve batı ufkunda kavuşmakta olan parlak yıldızı gördüğünüz gibi görürler. Çünkü aralarında fark vardır."
Ashâb-ı kiram:
"Yâ Resulellah! Bunlar peygamberlerin yerleridir. Başkaları onlara ulaşamaz." deyince buyurdular ki:
"Bilâkis!.. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onlar Allah'a iman eden ve peygamberleri tasdik eden birtakım adamlardır." (Müslim: 2831)
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'de de veli kulları hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki Ebrar'ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır. Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir."
Allah-u Teâlâ onları dünya ve cennet için yaratmamıştır. Kendisi için yaratmıştır. Onlar Hazret-i Allah'a Hazret-i Allah ile bakar, Hazret-i Allah'ın nuru ile Hazret-i Allah'ı görür. Çünkü Hazret-i Allah kendi nuru ile onlara gösteriyor. Bunlar gözle, ilimle bilinecek işler değil.
Tasavvur buyurun ki Allah-u Teâlâ'nın onların üzerinde ne kadar sevgisi var, onlara kavuşmak için ne kadar arzusu var? Gurbette bulunan bir oğul annesine kavuşmayı ister, amma annesi oğluna kavuşmayı daha çok ister.
Onlara düşmanlık ise Allah-u Teâlâ ile harp etmek demektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Dünyada da muhakkak bir cennet vardır. Onu bulan kimsede cennet arzusu kalmaz. O cennet mârifetullahtır." buyurmuştur.
Biz bunu gönül cenneti diye vasıflandırıyoruz, bu hayat her şeyin fevkindedir.
Bunun da sırrı; onlar ruhaniyetiyle Allah-u Teâlâ'ya bağlıdır, diğer insanlar cismaniyetiyle Allah-u Teâlâ'ya bağlıdır. Hem O'nu sever, hem cenneti sever, huriyi sever, gılmanı sever...
Fakat ruh ile aşık olan yalnız O'nu sever. Onun aklına ne huri gelir, ne gılman gelir. O Hakk ile olmayı, O'nunla hemhâl olmayı, O'na ibadet etmeyi, O'nunla yaşamayı sever.
Onlarda başka arzu yaşamaz. Onların arzusu Allah'tır. Cenâb-ı Hakk'ın arzusu da onlardır.
Bir gün bir mânâ gösterdiler.
Bir köşkün içindeyim. İki oda seyrediyorum, kapıları yok yuvarlakları var. Amma nasıl ziynet var. Yani ikinci bir şey alıp oraya koyacak durumda değilsin. O kadar muhteşem, dayalı döşeli iki oda seyrettim. Birisi daha büyük, birisi daha uzun, kapıları böyle yuvarlak ama kapıları yok. Şöyle baktım, Allah Allah olsa olsa dedim, bu cennet-i âla'nın köşklerinin hülâsası.
Orası ayrı bir âlem. Ölümden korkmayın, ihvan ölümden korkmaz, severek gider. Allah'ım iman ile gitmeyi ikram buyursun.
Neremiz iyi?
Kötüyüz, iyi değiliz, yüzümüz yok, hazır değiliz. İyi edecek de O, iyi kabul edecek de O. Kim kötü değil! O dilerse kötüyü iyi eder.
İyiyiz desek, iyiliğimiz yok, kötüyüz desek ümidimiz çok.
İyi de O, güzel de O.
Zât-ı âlileri;
"Ben noksanını itiraf edenden korkmuyorum, "Biliyorum!" diyenden korkuyorum. Noksanını bilen Hazret-i Allah'a sığınır, "Biliyorum!" diyen o ihtiyacı hissetmez. O ihtiyacı nefsi hissettirmez, nefsine uyar ve kaybedenlerden olur." buyuruyorlar.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Sizden hiç kimse amel ve ibadeti ile kurtulamaz." buyurdu.
Sahâbe-i kiram -radiyallahu anhüm-:
"Sen de mi yâ Resulellah?" diye sordukları zaman ise şöyle buyurdu:
"Evet ben de. Meğer Allah-u Teâlâ rahmeti ve fazlı ile beni koruya." (Müslim: 2816)
Câbir -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şu şekilde duâ edilmesini tavsiye etmişlerdir:
"Allah'ım! Senin bağışlaman benim günahımdan daha geniştir. Rahmetin benim yanımda amelimden daha ümit vericidir." (Hâkim)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri münâcâtında ne güzel buyuruyorlar:
"Günahım çok büyüktür, Zât-ı Celle ve Âlâ'dan büyük değil.
Gerçek hata ve isyanım büyüktür, rahmetinden büyük değil."
Ahiret şehidleri vardır ki, bunlar ahiret hükmü bakımından şehid sayılırlar.
Allah yolunda şehid olanlarla diğer şehidler arasında fark vardır. Bunlar ahiret bakımından şehid olmakla beraber, dünya hükümleri bakımından şehid sayılmazlar. Haklarında şehid muamelesi yapılmaz. Ecelleriyle ölen müslümanlar gibi yıkanır, kefenlenir ve namazları kılındıktan sonra defnedilirler.
Umulur ki hükmî şehidler de hakiki şehidlerin mertebesine yakın olurlar. Zira Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunlara da şehid adını vermiştir.
Hadis-i şerif'lerinde buyurur ki:
"Zulmen kesici aletlerle öldürülen, tâun, binaların yıkılması, yırtıcı hayvanların yemesi, boğulma, ishal sebebiyle için kuruyup yanması, zâtülcenb hastalıkları, bunların hepsi şehid olarak ölmeye sebeb olur." (Buhârî)
"Gurbette vefat edenler şehiddir." (İbn-i Mâce)
"Humma ile vefat edenler şehiddir." (Münavî)
"Mazlum olarak haksız yere öldürülenlerin bütün günahları bağışlanır." (Nesâî)
"Malını korurken ölen şehiddir." (Buhârî)
Bu suretle ölenlerin şehid sayılması, çektikleri büyük elem ve acılara karşılık bir lütuf ve ihsandır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "İçinizden kimi şehid sayarsınız?" diye sordular. "Yâ Resulellah! Allah yolunda öldürülen şehiddir."dediler. "O zaman ümmetimin şehidleri gerçekten azdır." buyurdular. "Peki kimlerdir yâ Resulellah?" denildiğinde buyurdular ki:
"Allah yolunda öldürülen şehiddir. Allah yolunda ölen şehiddir. Tâundan ölen şehiddir. Karın ağrısından ölen şehiddir." (Müslim: 1915)
Bunun gibi elli kadar ahiret şehidi vardır ki, ihlâs derecelerine göre ahirette şehidlik sevabından nasiplerini alırlar.
Hadis-i şerif'te "Allah yolunda öldürülenler" ile "Allah yolunda ölenler" ayrı ayrı beyan edilmiştir. Zira öldürülenlerin içine cephede şehid olanlar girse de, kendisini Allah yoluna adamış, bu maksatla çalışırken şu veya bu şekilde ölenler girmez. Bu gibi kimseleri insanlar bilmese de Allah-u Teâlâ bilir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Allah yolunda ölenler"i şehid ilân etmekle, şehâdetin sahasını fevkalâde genişletmiş, düşmanla savaş hali olmadan bile, bu yüce mertebenin her hal ve şartlarda kazanılma imkânını her müslümanın önüne koymuş olmaktadır.
İrbâz bin Sâriye -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Şehidlerle yataklarında ölenler, tâundan ölenler hakkında Rabb'imize birbirlerini şikâyet ederler.
Şehidler:
'Onlar bizim kardeşlerimizdir, onlar da bizim gibi öldürüldüler!' derler.
Yataklarında ölenler de:
'Onlar bizim kardeşlerimizdir, bizim gibi öldüler!' derler.
Rabb'imiz onlara şöyle seslenir:
'Yaralarına bakın, öldürülenlerin yaralarına benziyorsalar onlardandırlar ve onlarla beraber olurlar!'
Bakılır ve onlardaki yaranın, öbürlerininki gibi olduğu görülür." (Nesâî, Cihad 36)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetimin şehidlerinin çoğu, başı yastıkta ölenlerdir. Savaş meydanında nice öldürülenler vardır ki, onların niyetini ancak Allah bilir." (Ahmed bin Hanbel)
Musibet tıpkı deniz dalgası gibidir, birbiri ardınca devamlı gelir. Allah-u Teâlâ isabet ettirmemeyi dilemişse, denizin dalgasını seyrettiğin gibi olursun. Dalgalar sana gelir, fakat hiç dokunmaz, dışarıdan seyredersin. En hayırlısı dışarıdan seyretmek.
Bütün kâinat düşmanın olsa, O seni hıfz-u himaye etmeyi dilemişse:
"Allah'ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez." (Teğâbün: 11)
Âyet-i kerime'si mucibince bir tek kılına zarar gelmez.
Bütün kâinat dostun olsa, kahretmeyi murad ettikten sonra, kıl kadar kimsenin sana yardımı olamaz ve seni kurtaramaz.
Sanki o musibet, bizâtihi insana yönelmiş, isabet etmek için Allah-u Teâlâ'nın iznini beklemektedir.
Nice musibetler vardır ki, sabırlarından dolayı fazla sevap almak, günahları örtmek ve benzeri başka bir şey için insana gelip çatar.
Kişinin işlediği bir kötülük sebebiyle başına gelen musibetler de ancak Allah-u Teâlâ'nın izni ve iradesi iledir.
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir." (Şûrâ: 30)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.
Buradaki musibetten maksat, herhangi bir musibettir. Vücuduna batan bir dikenin acısı, her türlü üzüntü, sıkıntı, korku ve her türlü hastalıklar birer musibettir. İbtilâ bununla da kalmaz, insanın malında, aile efradında, çocuklarında da olabilir.
"O yine de çoğunu affeder." (Şûrâ: 30)
Dünyada hesaba çekmez, kötülük yapanları hemen cezaya uğratmaz. Bu da O'nun rahmetinin bir eseridir.
Hakk yolda bulunan bir müminin karşılaştığı sıkıntılar onun sadece günahlarına kefaret olmakla kalmaz, Allah katındaki derecesini de yükseltir.
Allah-u Teâlâ kâinat ve insan hakkında Levh-i mahfuz'da ne ki yazmışsa o tecelli eder. Bir kâğıt, üzerindeki yazıyı silmeye muktedir midir? Değildir. Kâinat da kâğıttır, insan da bir kâğıttır, üzerindeki yazıyı silemezler.
"Eğer Allah sana bir zarar isabet ettirecek olursa, onu kendisiden başka hiçbir kimse gideremez. Sana bir hayır isabet ettirirse, (bunu da kimse geri alamaz). Şüphesiz ki O her şeye kâdirdir." (En'am: 17)
İnsan için kader yayından atılan oku müdafaa bâbında, rıza gibi bir zırh ve kale bulunamaz.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Kim Allah'ın takdir ve taksiminden râzı olursa, Allah da ondan râzı olur." buyuruyorlar. (Câmiüs-sağir)
Allah-u Teâlâ kâinatı yaratmadan önce mahlûkat hakkındaki takdirini Âyet-i kerime'lerinde haber vermektedir:
"Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir Kitap'ta yazılmış olmasın." (Hadid: 22)
Her türlü muvaffakiyetler Allah-u Teâlâ'nın lütfu olduğu gibi, bütün musibetler de ezelî ilminde yazılmış bir takdiridir.
"Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır." (Hadid: 22)
Yarattığı mahlûkatın takdirini önceden ve ayrı ayrı tayin etmek O'na güç değildir.
Allah-u Teâlâ her müslümana bir ibtilâ taksim etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olacaksınız." (Âl-i imran: 186)
Rıza gösteren kulundan da râzı olur.
Tedbir, Allah-u Teâlâ'nın verdiği aklı yerinde kullanmaktır. Allah-u Teâlâ imtihan için çeşitli musibetler verir, ibtilâlara uğratır. Dilerse başımıza birçok insanları musallat eder. Bir müslümanın bu gibi durumlarda gönülden Allah-u Teâlâ'ya sığınması, bir taraftan da gücünün yettiği bütün tedbirleri alması gerekir. Biz Sahib'imize sığınacağız, her iş ve hareketimizi O'nun rızâsına uygun olarak yapacağız ve bu arada tedbirlerimizi de hiç elden bırakmayacağız. Allah-u Teâlâ'ya sığınmak, takdirine rızâ göstermek, sebeplere başvurmaya mâni değildir. Hayrı takdir etmiş ve onu bir sebebe bağlamıştır, şerri de takdir eden O'dur, onu da defetmek için sebepler hazırlamıştır.
Hazret-i Allah, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şahsında müminlere şöyle emir buyuruyor:
"Ey iman edenler! Bütün tedbirlerinizi alın." (Nisâ: 71)
Musa Aleyhisselâm Mısır'dan çıkarken Allah-u Teâlâ Firavun'un elinden onları alıp göç etmesini ve son derece tedbirli olmasını emretti:
"Kullarımı geceleyin götür, çünkü takip edileceksiniz." (Duhân: 23)
Yine Musa Aleyhisselâm'a hitaben Mâide Sûre-i şerif'inin 23. Âyet-i kerime'sinde;
"O zorbaların üzerlerine kapıdan yürüyün! Oradan girince muhakkak galip gelirsiniz.
Eğer inanıyorsanız, ancak Allah'a tevekkül ediniz." buyurulmuştur.
Önce tedbiri, sonra tevekkülü şart koşmuştur.
Yine Yakup Aleyhisselâm oğullarına Mısır'a ayrı ayrı kapılardan girmelerini emrederek tedbir aldırmış, sonra da tevekkül eylemişlerdir.
"Oğullarım! Şehre bir kapıdan değil, ayrı ayrı kapılardan girin. (Olur ki herhangi bir musibetle karşılaşırsınız.) Bununla beraber ben, Allah'ın hükmünden hiçbir şeyi sizden gideremem. Hüküm yalnız Allah'ındır. Ben ancak O'na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de O'na tevekkül etsinler." (Yusuf: 67)
Tedbiri çok sevmeliyiz, lâkin takdirden de kurtuluş olmaz. Cenâb-ı Hakk'ın takdirine rızâ göstermek, sebeplere müracaat etmeye mâni değildir.
Nitekim Kur'an-ı kerim'de:
"Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın." buyuruluyor. (Bakara: 195)
Hazret-i Allah hayrı takdir etmiş ve onu bir sebebe bağlamıştır. Şerri de takdir eden O'dur. Onu da defetmek için sebepler hazırlamıştır.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Deveni bağla, Cenâb-ı Hakk'a tevekkül et." (Tirmizî)
Yani malı muhafaza tevekküle halel vermez.
Allah-u Teâlâ'ya tevekkül eden bir müslüman, büyük bir azimle işe sarılır, çalışır, çabalar, elinden gelen her şeyi yapar, sonucunu da Allah-u Teâlâ'dan bekler. Meselâ tarlasını sürer, tohumunu eker, zamanı gelince sular, sonra tarlanın ürün vermesini Allah-u Teâlâ'dan diler.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde hem istişareyi, hem azim, çalışma ve gayreti yani tedbiri hem de tevekkülü emretmektedir:
"İşlerinde müminlerle istişare et! Müşavereden sonra bir de azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et. Çünkü Allah tevekkül edenleri (kendisine bağlananları) sever." (Âl-i imrân: 159)
Sürmek, ekmek, sulamak ürünün olması için başvurulması zaruri sebeplerdir. Asıl ürünü verecek olan Allah-u Teâlâ'dır.
Müslümanların başarılarının en önemli sırrı tevekküldür. Tevekkül duygusu insan için büyük bir güç kaynağıdır. Gönüllere itminan bahşeder.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tedbiri emir buyuruyorlar:
"Kayyid ve tevekkel; tedbir al, tevekkül et."
Bütün tedbirlerini al, sonra da Hazret-i Allah'a tevekkül et.
Binaenaleyh; tedbir olmadan tevekkül olmaz. Düşün; sana akıl vermiş, bu aklı yerinde ve güzel kullanmamız lâzım.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Tedbir gibi akıllılık yoktur, günahlardan sakınmak gibi takvâ yoktur, güzel ahlâk gibi asalet yoktur." (İbn-i Mâce)
"Allah tedbir almakta aciz davranmayı kınar. Sen tedbirli ol! Buna rağmen bir işe gücün yetmezse; 'Hasbiyallahü ve ni'mel vekil' de." (Buhârî, Ebu Dâvud)
"Tedbir hayatın yarısıdır." (Deylemi)
"Kaplarınızın ağzını kapatın, su tulumlarının ağzını bağlayın, kapılarınızı örtün, yatarken kandillerinizi söndürün." (C. Sağir)
"Bir yerde bulaşıcı bir hastalık varsa oraya girmeyiniz. Bulunduğunuz yerde bulaşıcı bir hastalık çıkarsa oradan çıkmayınız." (Buhârî)
Bu Hadis-i şerif'ler tedbir almanın, tedbirli olmanın ehemmiyetini gösteriyor. Hayatımızın her alanında tedbir almak sonra tevekkül etmek farzdır.
Tedbir alırsın, her hazırlığını yaparsın, sonra bir şey gelirse "Ha! Bu takdirmiş." Bir insan hazır olursa; "İlâhi takdir böyleymiş" der.
"İşte bu Azîz ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir." (Yâsin: 38)
Bu Âyet-i kerime'ye râm olur. Zira O ne takdir ederse o olacak. Şu halde, telâşa lüzum yok. Hüküm O'nun, mülk O'nun, yalnız hazırlı olmak lâzım.
Fakat boşta bulundun, o zaman mesulsün...
Her insan ne işle mükellef ise o işin gereklerinin en iyisini yerine getirmelidir. Gerek insanın, gerek malının korunması için her tedbir alınmalıdır.
Nasıl ki soğuk kış gününde hasta olmamak için sıkı giyinmek bir tedbir ise, kötü günler için her türlü tedbiri almak, erzak ayırmak, kenara para biriktirmek de bir tedbirdir. Âhir zamanda çıkacak fırtınalara şimdiden hazırlanmalıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Dünyanın geniş vakitlerinde, yani sıhhat ve servet, asayiş ve emniyet gibi istirahat sebepleri mükemmel olduğu bir zamanda Cenâb-ı Hakk'a ibadet ve taat ile kendini takdim et ki, muzayakalı bir zamanda seni lütfu ile yad buyursun." (Ahmed bin Hanbel)
Fırtına gelince insan şaşırır. Bu gelmeden evvel kendimizi Allah'a takdim edelim. Geldikten sonra fayda yok. Boşta bulunursa, şaşırır ve orada imanı da kayar. Hazırlıklı olursa; "İlâhi takdir böyleymiş!" der. "Zaten gelecekti, ben bekliyordum!" der. Eğer yaşamak takdirse yaşar, ölüm takdirse o husule gelir. Allah'ımız cümlemizi imanla alsın.
Bir de ahiret tedbiri vardır ki o da ölmeden evvel Hazret-i Allah'a, Resulullah'a teslim olmak. Hazret-i Allah'ın koyduğu ahkâm mucibince yaşamak, Resulullah Aleyhisselâm'ın izinden yürümek. Böylece ahirete hazırlanmak. Onun için hazırlıklı olmak lâzım.
•
Tevekkül'e gelince;
Tevekkül; Hakk'tan gelen her şeye boyun bükmek, maddi-mânevi her işi O'na bırakıp O'ndan istemek, yalnız O'na güvenmek ve aradan çıkmaktır.
Allah-u Teâlâ çalışmayı farz kıldığı gibi, Zât-ı akdes'ine tevekkül etmeyi de emretmiştir:
Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Ezelî ve ebedî hayat ile bâkî olan ölümsüz Allah'a tevekkül et." (Furkan: 58)
Çünkü tevekkül ve itimada en lâyık olan ancak O'dur. Ölüme mahkûm olanlar ise tevekküle lâyık olamazlar, onlar fânidirler. Onlara bağlananlar, onların ölümleriyle büyük bir sükut-u hayâle uğrarlar.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Eğer inanıyorsanız, ancak Allah'a tevekkül ediniz." (Mâide: 23)
Tevekkül eden; annesinden başka hiç kimseden yardım istemeyen, yalnız annesini bilen çocuk gibidir. Her halinde, Mevlâ'sına yönelir ve sığınır. İnsanların elinde olandan ümidini keser. Hakk katında olana itibar ve itimat eder. Az ile çok onun nazarında bir olur. Her müşkili çözülür, her sıkıntısı giderilir, halka muhtaç olmaz.
"Eğer yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter! O'ndan başka ilâh yoktur, O'na tevekkül ederim. O, büyük Arş'ın sahibidir." (Tevbe: 129)
"Ve yalnız Rabb'lerine tevekkül ederler." (Enfâl: 2)
"Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter." (Ahzâb: 3)
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere, Allah dostları bütün ibtilâlara, meşakkatlere, ezâ ve cefâlara karşı Allah-u Teâlâ'ya tevekkül etmişler, huzuru O'na sığınmakta bulmuşlardır.
"Allah-u Teâlâ'ya hakkıyla tevekkül etseniz, kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırır." (Tirmizî: 2345)
Tevekkül, müslümanların kadere olan inançlarının tabiî bir sonucudur.
Ashâb-ı kiram'dan Habbe ve Sevâ -radiyallahu anhümâ- şöyle anlatmışlardır:
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bir işle meşgul iken onun yanına girdik, o işte kendisine yardım ettik.
Sonra bize şöyle buyurdu:
"Başlarınız kımıldadığı (yani yaşadığınız) müddetçe rızık hususunda ümitsiz olmayınız. Zira insanı annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur. Sonra Azîz ve Celîl olan Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır." (İbn-i Mâce: 4165)
Her şeyin Allah-u Teâlâ'nın takdiri ile meydana geldiğine inanarak hakiki mânâda tevekkül eden bir mümin; O'na itimat edip, her işini O'na havale etmekle, her türlü gam, keder ve sıkıntıdan uzak olur. Hakk'tan gelen her şeye severek boyun büker. O'nun her işinde hikmet olduğunu bilir. Sebeplere değil, sebepleri yaratana bağlanır. Arzu da beslemez. Her hâliyle O'na sığınır ve herşeyi ancak O'ndan bekler. O'ndan başkasına aslâ iltifat etmez, meyletmez. Her hâlinin Allah-u Teâlâ tarafından görülüp, bilinmesini kâfi görür.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Allah kuluna kâfi değil mi?" (Zümer: 36)
Elbette kâfidir!
Çünkü O'na tevekkül etmek, helâk edici noktalardan kurtuluşa sebeptir.
Bir kimse Allah-u Teâlâ'dan korkar, emredilen ve nehyedilen hususlarda takvâya riâyet eder, sebepleri yerine getirdikten sonra tam bir tevekkülle Rabb'ine yönelirse; Allah-u Teâlâ onu sıkıntıdan, hüzün ve kederden kurtarır, tahmin edemeyeceği, aklına gelmeyen yerlerden rızık kaynakları verir, onu başkasına muhtaç etmez.
Tevekkül makamına yükselen takva ehli, dünya maişetlerini şu Âyet-i kerime'lerde ifade edilen gayb hazinesinden temin ederler:
"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır." (Talâk: 2)
Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder. Düştüğü darlıktan ve âile yüzünden çekmekte olduğu sıkıntılardan kurtulacağı bir çare gösterir.
"Ona hayaline gelmeyecek yerlerden rızık verir." (Talâk: 3)
Gerçekten bir insan gönlüne Allah korkusunu yerleştirdiği takdirde, Allah-u Teâlâ ona bir çare yaratır ve ummadığı yerden nasibini verir.
"Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona yeter." (Talâk: 3)
Sebeplere dayanma sınırlı, Allah'a güvenme ise sınırsızdır. Kuvvet ve emniyet sebeplere dayanmakla değil, ancak ve ancak Allah-u Teâlâ'ya güvenmekledir. Şu kadar var ki sebeplere sarılmak tevekküle mâni değildir, çünkü bu husus emr-i ilâhî'dir.
Ve dikkat ederseniz Âyet-i kerime'de:
"Ey Peygamber! Allah sana da, sana tâbi olan müminlere de yeter." buyuruluyor. (Enfâl: 64)
Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Her asırda benim ümmetimden sabikûn (önde gelenler) vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki inâyet ve merhamet-i ilâhiye o kadar bolduk ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla def ve ref olur." (Nevâdirül-usûl)
Onların hatır-ı şerif'ine başınıza gelecek felâketler önlenir. Amma umuma sirayet edince artık ateş tutuşuyor. Kurunun yanında yaş da yanıyor. Amma hakikaten tetkik ederseniz gerçekten teslim olanların ne mallarına, ne de canlarına birşey olmadı.
Bunun delili; Adapazarı yıkıldı, gerçekten O'na gönül verenlerin bir kılına dahi halel gelmedi.
Geçmiş ümmetlerin âkıbetlerini düşünün.
"Biz onların her birini günahı ile yakaladık. Kiminin tepesine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Kimini korkunç bir ses, bir çığlık yakalayıverdi. Kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah zulmetmiyordu, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı." (Ankebut: 40)
Allah-u Teâlâ azgınlardan mutlaka intikam alacağını haber vererek;
"Yoksa bütün kötülük yapanlar bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar." buyuruyor. (Ankebut: 4)
Musa Aleyhisselâm'ın buyurduğu gibi:
"Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk eder misin Allah'ım!" (A'raf: 155)
Bu büyüklük taslayan beyinsizlerin yüzünden Allah'ım bizi de helâk eder misin?
Binaenaleyh gerek beyinsizlerin, gerek bu azgınların, gerek kodamanların yüzünden gerçekten ümmet-i Muhammed bu âfâta iştirak etmiş oluyor, yani tutulmuş oluyor.
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsi'de buyurur ki:
"Eğer kullarım bana hakkıyla itaat etselerdi onları geceleyin yağmurlarla sular, gündüzleri üzerine güneş doğdurur ve onlara gökgürültüsünü işittirmezdim." (Ahmed bin Hanbel)
Yani Allah-u Teâlâ sizi rahatsız etmemek için "gündüz yağmur yağdırmazdım, gökgürültüsü duyurmazdım" buyuruyor. Yoksa merhametlilerin en merhametlisi olan Allah-u Teâlâ kuluna hüzün eder mi?
Ancak yarattığı, nimetlerle donattığı, en güzel bir şekilde rızıklandırdığı halde onu tanımayıp karşı gelen, nefsini ilâh edinip karşı çıkan artık cezaya müstehak olmuştur. Onun için, Yâ Rabb'i! Bu büyüklük taslayan azgınların, beyinsizlerin, isyankârların, şaşkınların yüzünden bizi helâk eder misin?
Bu isyanın âkıbeti bu oldu. Daha neler olacağını Yaradan bilir. Hani güzel bir tabir var. "İman itaat nesine, sonra muhtaç olur Yâsine." Ama iş işten geçiyor, hayatta iken iman itaat yok. Ölümden sonra okuyacağın Yâsin, imansıza hiçbir fayda vermez. Yani bu isyan cezasız kalmaz, kalmadı da. Bütün bunlara sebebiyet veren Hakk'tan kopmuş, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'leri umursamayan, dünyaya rağbet edenler, onlara tapanlardır. Fakat ceza, âfât umuma gelir. Şu kadar var ki iyiler iyiye gidiyor, kötüler kötüye gidiyor.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetim içinde açıktan kötülükler işlenirse, o zaman Allah-u Teâlâ katından hepsine birden azap eder.
-Yâ Resulellah! Onların içinde sâlih insanlar yok mudur?
-Evet vardır.
-O halde onlara bunu nasıl yapar?
-İnsanların başına gelen onların da başına gelir. Sonra Allah'tan bir bağışlanma ve hoşnudluğa ulaşırlar." (Ahmed bin Hanbel)
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Allah bir topluluğa azap indirdiği zaman, o topluluğun içinde bulunan herkese isabet eder. Sonra (kıyamet gününde) herkes niyetlerine göre diriltilirler." (Buhâri)
Cahş'ın kızı Zeynep -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bir kere telâşla"Lâ ilâhe illâllah"diyerek odama girdi. Baş parmağıyla onu takip eden (şehadet) parmağıyla halka yaparak;
"Yaklaşan fitne ve belâdan vay Arapların haline! Bugün Ye'cüc ve Me'cüc seddinden bu kadar delik açıldı."
Bu sırada ben; Yâ Resulellah! İçimizde bukadar sâlihler varken biz de helâk olur muyuz? diye sordum.
"Evet fısk-ı fücür, fuhuş, masiyet çoğalınca (helâk olursunuz)" diye cevap verdi." (Buhari Tecrid-i sarîh: 1372)
O gün gelmezden evvel tevbe edip Allah ve Resul'üne yönelenlere ne mutlu! Allah-u Teâlâ dilediğini dilediği şekilde kurtarır. Bu gibi kimselerin dünyası saâdet olur. Çünkü o Hakk ile idi halk ile değil.
Hadis-i şerif'te ise:
"Allah bir kavme, bir (bir topluluğa) azap indirince, bu azap onların hepsine dokunur. Sonra kıyamet gününde herkes kendi ameline göre haşrolunur. (sâlihler mükâfâtını görür, fâsıklar azap olunur.)" buyruluyor. (Buhâri Tecrid-i sarîh: 2119)
İyiler saâdet-i ebediyye'ye nâil oldukları gibi cennet-i âlâ'ya girerler, en güzel bir hayatla yaşarlar, kendilerine vadolunan ilâhi mükâfatlara nâil olurken sonsuz bir hayatla müşerref olurlar.
Ve fakat azgın nankörlere gelince küfürleri sebebiyle bu azgın cahillere hazırlanmış ilk ziyafet kaynar sudur. Sonra cehenneme atılırlar. Ateş içinde yiyecekleri zakkum içecekleri kanlı irindir. İsyan edip karşı gelenlerin cezası budur.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Urve bin Rüveym -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetimde zelzeleler olur. Öyle ki bu zelzelelerde on bin, yirmi bin, otuz bin kişi ölür.
Allah bu ölümü muttakilere öğüt, müminlere rahmet, kâfirlere ise azap kılar." (Râmuz El-Ehâdis: 3222)
•
Halk arasında: "Filân gün zelzele olacak!" gibi söylentiler sürüp gitmektedir.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Resul'üm! De ki: 'O bilgi ancak Allah katındadır. Ben ancak uyarıcıyım.'" (Mülk: 26)
"İyiler hiç şüphesiz ki nimet içindedirler. Kötüler de cehennemdedirler. din günü oraya girerler. Onlar oradan bir daha da ayrılamazlar. Din gününün ne olduğunu bilir misin? Nedir acaba o din günü? O gün kimsenin kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı gündür: O gün emir yalnız Allah'a âittir." (İnfitâr: 13-19)
Ne emir buyurursa o olacaktır.
Diğer Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyurulmaktadır:
"Ey insan! Şüphe yok ki sen Rabb'ine doğru çaba göstermektesin ve sonunda O'na varacaksın. Kimin kitabı sağından verilirse, onun hesabı pek kolay görülecektir. Ve sevinçli olarak âilesine dönecektir. Kimin de kitabı arkasından verilirse, o da: 'Mahvoldum!' diye bağıracaktır. Ve o alevli ateşe girecektir." (İnşikak: 6-12)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:
"Şunu iyi bilin ki, üzerinizde muhafızlık eden değerli katip melekler vardır. Onlar, yapmakta olduklarınızı bilir ve yazarlar." (İnfitar: 10-12)
Ve insan ölürken son anda bu filmi seyredecek, gideceği yeri görecek. Ya saâdet-i ebediye veya felâket-i ebediye...
Size zelzeleyi ve büyük zelzeleyi tarif edeyim:
Elinde bir sopa var. Ağacın dalına bir vuruyorsun, yaprakları düşürüyorsun. İstediğin yaprak düşmüyor, düşen düşüyor.
Allah-u Teâlâ vurduğu zaman ezelde murad ettiklerini düşürüyor, kalanlar yine kalıyor.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki bir tek tane, yaş ve kuru her şey apaçık bir kitapta (levh-i mahfuz'da) yazılmıştır." (En'am: 59)
Yaprak bile düşmez de insan düşer mi hiç? Elbette düşmez!
Büyük zelzeleye gelince, o büyük kıyamettir. Allah-u Teâlâ o ağacı kökünden kaldıracak, vurduğu zaman o toprak toz olacak. Ne yer, ne gök, ne de kâinat kalacak.
"Bugün mülk kimindir? Tek ve Kahhar olan Allah'ındır." (Mümin: 16)
Bu zelzeleler küçük kıyamet. Ölüm kıyamet zaten. Ölümle senin kıyametin koptu. Onlar için bir daha kıyamet yok. Kıyamet kalanlar içindir, bu zelzeleler kıyamete birer alâmettir. Bu küçük kıyamettir, amma büyüğü de gelecek, isyan ve tuğyanlar devam ettikçe büyük de gelecek.
"Fakat çetin azabımızı gördükleri zaman iman etmiş olmaları kendilerine bir fayda vermeyecektir.
Kulları hakkında Allah'ın cârî ola gelen âdeti budur.
İşte kâfirler o zaman hüsrana uğramışlardır." (Mümin: 85)
Âdeti, hükmü budur.
Abdest yok, namaz yok, dini nikâh yok, şimdi de onların gusulü namazı yok. Torbaya koyup atıyorlar.
"Amma ben o kâfirlere önce mühlet verdim, sonra da onları yakaladım. Şimdi bakın nasıl oldu benim onları cezalandırmam!" (Hacc: 44)
"Resul'üm! Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki:
İşte sizi Âd ve Semud'un başına gelen yıldırıma benzer bir azab ile uyarıyorum!" (Fussilet: 13)
Serbest zamanlarda Allah-u Teâlâ'ya yönelip O'na kul, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ümmet olsaydı; ölse imanla Hakk'a varacaktı, kalsa Hakk ile kalacaktı.
Allah-u Teâlâ'ya yakın olanlara gelince; kalsa O'nun hıfz-u himayesinde olur, ölse şehid olarak göçer.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz binaların yıkılması esnasında ölenlerin şehid olduklarını beyan buyurmuşlardır.
"Zulmen kesici aletlerle öldürülen, tâun, binaların yıkılması, yırtıcı hayvanların yemesi, boğulma, ishal sebebiyle için kuruyup yanması, zâtülcenb hastalıkları, bunların hepsi şehid olarak ölmeye sebeb olur." (Buhâri)
Zelzelenin fay hattından kaynaklandığını söyleyenler Hazret-i Allah'ın azâmetini, kudretini görememekte ve O'na hasım kesilmektedirler. O'nun izni olmadan bir yaprak dahi düşmez. Her şey bir sebebe bağlıdır.
Bu sebep fay hattıdır. Ancak onu harekete geçiren yine O'dur. Yani hep O, hep O...
Bu felâketleri durdurtacak bir tek şey varsa, Allah-u Teâlâ'ya yönelmek ve nasuh bir tevbe ile tevbe etmektir.
Yunus Aleyhisselâm'ın kavmi dışında; inkâr ettikleri yoldan çıktıkları halde, başlarına gelecek azabın belirtilerini görünce tevbe etmiş ve affedilmiş, azaptan kıl payı kurtulmuş bir kavim yoktur.
Nitekim Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
"(Azap geleceği vakitte) iman edip de imanı kendisine fayda sağlayan bir memleket halkı varsa, şüphesiz ki Yunus'un kavmidir.
İman ettiklerinde kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını kaldırdık ve onları bir süre daha bu dünyada faydalandırdık." (Yunus: 98)
Allah katında bir kavmin helâk edilmesine dair hüküm çıktıktan sonra iman etmenin ve yalvarmanın hiçbir faydası olmadığı, inen hiçbir azap geri alınmadığı halde; onların bu yeis halindeki imanları hüsn-ü kabul görmüş, ümitsizlik halinde yaptıkları tevbeleri makbul olmuş, azap üzerlerine sarkıtıldıktan sonra kaldırılmıştır. Şayet iman edip tevbe etmemiş olsalardı, cezalarını bulacaklardı.
Helâk olan kavimler hakkında bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Uyarılıp da söz dinlemeyenlerin sonlarının nasıl olduğuna bir bak!" (Yunus: 73)
Nuh Aleyhisselâm'ın kavminin küfürde uzun zaman inat ve ısrar etmeleri üzerine Allah-u Teâlâ onları kıtlıkla mübtelâ kıldı. Çok sıkıntılar çektiler, malları ve hayvanları helâk oldu, kadınlar kısırlaştı. Nuh Aleyhisselâm onlara öğütlerde bulundu:
"Rabb'inizden mağfiret dileyin, çünkü O çok bağışlayıcıdır. Mağfiret dileyin ki, üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın!
Size ne oluyor ki Allah'a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?" (Nuh: 10-11-12-13)
Yağmur duâsında istiğfar etmek de bundan dolayı meşru olmuştur.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- halkla beraber üç gün yağmur duâsına çıkmış, istiğfardan başka bir şeyle meşgul olmamıştır. Ashab-ı kiram'dan bazıları "Yâ Ömer! Biz buraya rahmet duâsına geldik, sen rahmet duâsı ile meşgul olmadın!" dediklerinde "Ben semânın yağmur damarlarıyla duâ ettim." buyurmuş ve Nuh Aleyhisselâm'ın kavmine söylediği sözleri beyan eden Âyet-i kerime'leri okumuştur.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Her kim istiğfara devam ederse, Allah-u Teâlâ o kimseyi her darlıktan kurtarır, her sıkıntısına bir ferahlık verir ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır." (Ebu Dâvud)
Zaman zaman toplumlar arasında bir takım âfâkî felâketler zuhura gelir. Bütün bunlar fertlerin birer cezası mesabesindedir.
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. O yine de çoğunu affeder." (Şûrâ: 30)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.
"İşte bu, ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah kullara zulmetmez." (Enfâl: 51)
Hiç kimseyi günahsız olarak cezalandırmaz.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Bir kul işlemiş olduğu günah sebebiyle rızıktan mahrum edilir." (İbn-i Mâce)
"Zamanınızdan şikâyetinize sebep olan şeyler, amellerinizin bozukluğundandır." (Beyhâki)
•
Hûd Aleyhisselâm da kavmini tevbe ve istiğfara dâvet etmişti:
"Ey kavmim! Rabb'inizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin ki üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, kuvvetinize kuvvet katsın. Günahkâr olarak yüz çevirmeyin." (Hûd: 52)
Bu Âyet-i kerime'lerde tevbe ve istiğfarın her şeyin husûlüne vesile olduğu bildirilmektedir.
•
"Rabb'inizden mağfiret dileyiniz ve O'na tevbe ediniz ki, belli bir süreye kadar sizi güzelce geçindirsin ve her fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin." (Hud: 3)
Günahlarınızdan dolayı Rabb'inizin affını ister, samimiyetle tevbe eder, Rabb'inize yönelerek ve O'na itaat etmek suretiyle tevbenize dosdoğru devam ederseniz, bu dünyada size geniş rızık ve müreffeh bir hayat sağlar.
•
İnanmayanların dünyadaki geçim süreleri çok azdır. Onun dünyadan faydalanması dünya ile sınırlı kalır, âhiret azabından kurtulmasına ise imkân bulunmaz.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Onları az bir süre geçindiririz, sonra kendilerini ağır bir azaba sürükleriz." (Lokman: 24)
Dünyadaki şaşkınlık ve sapıklıklarının cezasına öylece uğramış olacaklardır.
"İnkâr edeni de az bir süre geçindirir, sonra onu ateşin azabına (girmeye) zorlarım.
Orası ne kötü varılacak yerdir." (Bakara: 126)
İnanmayanlar da bu dünyada rızıklanırlar. Allah-u Teâlâ onlara mühlet verir. Bu da haklarındaki ilâhî azabın artmasına sebep olacaktır.
"Sakın kendilerini denemek için dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlikler verdiğimiz kimselere gözlerini dikme! Rabb'inin rızkı hem daha hayırlı hem de daha süreklidir." (Tâhâ: 131)
Onlar, bu nimetleri kendilerine vermiş olan Allah-u Teâlâ'yı bilmez, varlığını, birliğini, kudretini tasdik etmezlerse, bu yüzden ahirette azab görecekleri şüphesizdir. Çok defa bu nimetler daha dünyada iken ellerinden çıkar.
Allah-u Teâlâ'nın ahirette vereceği nimetler ise, kâfirlere dünyada iken verilmiş olan fani şeyler gibi değildir. Onlar aslâ zeval bulmayacaktır.
"İnkâr edenlerin refah içinde diyar diyar dolaşması sakın seni aldatmasın!" (Âl-i imran: 196)
Ondan az bir zaman faydalanırlar, sonra da nimet yok olur gider, ahirette ise büyük bir felâketle karşılaşırlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
"Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız." (İsrâ: 58)
Bu helâk etme ya tamamen yok etmek veya halkına şiddetli azap etmek suretiyle olur. Nitekim küfür ve fasıklık sebebiyle yeryüzünde zaman zaman nice felâketler baş göstermektedir.
"Bu, kitapta (Levh-i mahfuz'da) yazılıdır." (İsrâ: 58)
Ne zaman olacağı, onu gerektiren sebepler ve nasıl olacağı gibi hususlar açıklanmamış, hiçbir şey bırakmamak kaydıyla Levh-i mahfuz'da yazılmıştır. Bu hüküm kesin olarak yerine getirilecektir.
Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsi'de buyurur ki:
"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibâdet ediliyor. Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)
•
Uyan be kardeş! Şu Âyet-i kerime'yi düşün ve günahlarına tevbe et! Hazret-i Allah'tan affını iste! Allah'ın dinini, Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetini yaşamayı gaye edin ve azmet!
"Başınıza gelen her hangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. O yine de çoğunu affeder." (Şûrâ: 30)
Hitâb-ı ilâhi:
"Ey insan! Engin kerem sahibi olan Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?
O Allah ki, seni yoktan yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği şekilde seni terkip etti." (İnfitar: 6-7-8)
Allah-u Teâlâ'nın insana olan ihsanı, ikramı karşısında insanın isyanını bir düşün! Bunlar oluyor amma müsebbibi kim?
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)
Seni bir nutfeden yarattığı halde, sana bir ölçülü biçimleri verdiği halde, bütün bu ihsanlara karşı O'na isyan etmekle cezânı hak etmiş olmuyor musun?
"Hayır hayır! Doğrusu siz dini yalanlıyorsunuz." (İnfitar: 9)
Onun için Allah'tan korkmuyor, gururlanıp aldanıyorsunuz.
Ama bu sahnede öyle bir durum var ki, kişinin her an fotoğrafı çekiliyor, her sözü her kelimesi zabtediliyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:
"Oysa üzerinizde gözetleyici (melek)ler vardır. Çok şerefli kâtipler. Ne yaptıklarınızı bilirler." (İnfitar: 10-11-12)
Ve insan ölürken son anda bu filmi seyredecek, gideceği yeri görecek. Ya saâdet-i ebediye veya felâket-i ebediye...
Her ne kadar isyan edersen et, hiçbir zerre yoktur ki bilinmemiş ve görülmemiş olsun.
Zinâ, fuhuş ve benzeri gayr-i meşru hayasızlıkların yaygınlaştığı, ibadetlerin terkedildiği, zekât ve öşürün verilmediği, dini nikâhın yapılmayıp mehrin verilmediği, bir memleketin ve halkının başına herhangi bir felâket ve musibetin geleceği mukadderdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Bir memlekette zinâ ve fâiz yaygınlaşırsa, o memleket halkı Allah'ın azabını mutlaka helâl kılmış, hak etmişlerdir." (Taberânî)
Hak etmiş olmuyor muyuz?
İslâm memleketinde Allah-u Teâlâ'nın emirleri terk edildi, yasak ettiği şeyler benimsendi ve alabildiğine işlendi.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Resul'üm! De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz alış verişler, HOŞUNUZA GİTMEKTE OLAN MESKENLER, size Allah'tan ve O'nun Peygamber'inden, Allah yolunda cihaddan daha sevgili iseler, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar gürûhunu hidayete erdirip doğru yola iletmez." (Tevbe: 24)
Binaenaleyh zinâya, binaya, dünyaya çok önem verildi. Allah-u Teâlâ'nın hükümleri hükümsüz hale getirilmeye çalışıldı. Fakat hüküm sahibi cezayı hakedenlere hakkını veriyor.
•
Küfür ve isyanlarından dolayı geçmiş ümmetlerin üzerlerine inen azabın yalnız geçmiş kavimlere mahsus olmayıp her zaman için geçerli olduğunu Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde beyan buyurmaktadır:
"Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdikse ora halkını yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır." (A'raf: 94)
Nice kavimler gelmiş geçmiş, nâil oldukları nimetlerin kadrini ve kıymetini, Allah'tan olduğunu bilememişler, Rabb'leri tarafından verilen müsaade ve mühletten istifade edememişler, kendilerini dünya saâdetine âhiret selâmetine ermeleri için uyarıda bulunan peygamberlerini yalanlamışlar, neticede de büyük felâketlere uğramışlar, cezalarını da halkıyla görmüşlerdir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Hiç değilse, kendilerine bu şekilde azabımız geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil miydiler?
Fakat kalpleri iyice katılaştı, şeytan da yaptıklarını onlara câzip gösterdi." (En'am: 43)
Geçmiş ümmetler peygamberlerini yalanladıkları için Allah-u Teâlâ onlara darlık ve musibetler verdi. Fakat onlar yalanlamaya devam ettiler.
"Nice memleketler vardır ki, Rabb'lerinin ve peygamberlerinin emrinden uzaklaşıp azmıştır. Biz de onları çetin bir hesaba çekmiş ve onları şiddetli bir azaba uğratmışızdır.
Böylece onlar kendi yaptıklarının cezasını çektiler. İşlerinin sonucu da tam bir hüsran oldu.
Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Ey iman etmiş olan akıl sahipleri, Allah'tan korkun! Allah size bir zikir indirmiştir." (Talâk: 8-10)
Bu Âyet-i kerime'lerden anlaşılıyor ki, başımıza gelen bu felâket, yaptığımızın cezasıdır.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Biz zâlim değiliz." buyuruyor. (Şuarâ: 209)
Amma zâlimlerin hakkından gelmeye de kadir-i mutlaktır.
•
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Andolsun ki biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltmekle sizi imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!" (Bakara: 155)
"Eğer o memleketlerin halkı inansalardı ve bize karşı gelmekten sakınsalardı; elbette onlara göğün ve yerin bolluklarını verir, bereketler açardık. Fakat yalanladılar, biz de onları yaptıklarına karşılık yakalayıverdik." (A'raf: 96)
Zâlimler zulümlerini artırdıkları için onları helâk etti.
Bütün bu helâk edilen milletler, bu şekilde müstehak olarak helâk edildiler. Din-i mübin'i inkâr edenlerin de korkunç felâketlere uğrayacakları bir gerçektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlara halâ şu gerçek belli olmadı mı ki; eğer biz dileseydik, onları da günahlarından dolayı cezalandırırdık.
Biz onların kalplerini mühürleriz de, artık hiç işitmezler." (A'raf: 100)
Yarattıklarına zulmetmekten müberrâ olan, hükmünü dilediği şekilde yürüten, azamet ve ululukta eşi olmayan, zâlimlerin, zorbaların gurur ve kibirlerini kıran, itaat edenleri aziz, isyan edenleri zelil kılan, bunca isyanlarına rağmen günahkâr kullarına tevbe kapısını daima açık bırakan, ceza vermekte acele etmeyen, rahmeti her şeyi kuşatan Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerindeki beyanlarına devam ediyor:
"Yoksa o ülkelerin halkı geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelemeyeceğinden emin mi oldular?" (A'raf: 97)
Kur'an-ı kerim'de Musa Aleyhisselâm'ın bir beyanı şöyle geçmektedir:
"Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk eder misin Allah'ım!" (A'râf: 155)
Binaenaleyh gerek beyinsizlerin, gerek bu azgınların yüzünden gerçekten ümmet-i Muhammed de bu âfâta iştirak etmiş, tutulmuş oluyor.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde geçmişte yaşamış milletlerin aralarında, bozgunculuk yapanlara mani olan kimselerin çok az bulunmuş olduğunu haber veriyor:
"Sizden önceki asırlarda faziletli kimselerin yeryüzünde bozgunculuğu önlemeye çalışmaları gerekmez miydi?
Ancak onlar arasından kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı.
Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düştüler. Zaten onlar günahkâr idiler." (Hûd: 116)
Âyet-i kerime'de az kişinin kurtulduğu haber veriliyor. Yani yapan kurtuldu, yapmayan kurtulmadı.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Benden önce Allah'ın gönderdiği her peygamberin mutlaka ümmetinden havarileri ve ashâbı olmuştur. Bunlar onun sünnetiyle amel ederler, emirlerini de yerine getirirlerdi.
Sonra onların ardından öyle kötü nesiller zuhur etmişti ki, yapmadıklarını söyleyip, kendilerine emredilmeyen şeyleri de yapmışlardır.
Kim bunlara karşı eliyle cihad ederse o mümindir. Kim onlara karşı diliyle cihad ederse o da mümindir. Kim de onlara karşı kalbiyle cihad ederse o da mümindir. Amma bunun ötesinde bir hardal tanesi iman yoktur." (Müslim: 50)
Geçmiş ümmetlerden pek az kimse yeryüzünde fesat çıkarmayı engellediler ve kurtuldular.
Diğerleri ise dünyevi lezzetlere daldılar, isyan edip yoldan çıktılar, diğerlerinin ikaz ve irşatlarına kulak asmadılar, sonunda da beklemedikleri bir anda azap başlarına geliverdi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Halkı ıslah olmuş (sâlih ve ıslahtan yana) kimseler olsaydı, Rabb'in o memleketleri haksız yere helâk edecek değildir." (Hûd: 117)
Allah-u Teâlâ Âdil-i kerim'dir. Halkı ıslah olmuş, hakka hukuka riayet etmiş olan beldeleri felâketlere uğratmaz, hak etmeden helâk etmez, böyle bir ihtimal yoktur.
Çünkü Âyet-i kerime'sinde:
"Rabb'in kullarına zulmedici değildir." buyuruyor. (Fussilet: 46)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'in bu husustaki bir hutbeleri ne kadar arza şayandır.
Şöyle buyurmuşlardır:
"Ey insanlar! Sizden önce helâk olanlar, günahlara dalmaları, yol göstericilerinin ve dinde derinleşen âlimlerinin de onları men etmemeleri yüzünden helâk olmuşlardır.
Onlar günah işlemeyi aralıksız sürdürüp, diğerleri de onları men etmeyince, kötü bir sonuç onları yakalayıvermiş, başlarına cezalar gelmiştir.
Öyleyse onlara gelen azabın bir benzeri sizin başınıza gelmeden önce iyilikle emredin, kötülükten de men edin.
Bilmiş olun ki iyilikle emretmek ve kötülükten men etmek; ne rızkı keser, ne de eceli yaklaştırır." (İbn-i kesir)
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim'i olan Kur'an-ı kerim'de şöyle beyan buyuruyor:
"Biz hiçbir memleket halkını, onlara öğüt veren uyarıcılar olmadıkça helâk etmedik. Biz zâlim değiliz." (Şuarâ: 208-209)
Allah-u Teâlâ peygamber gönderip de emir ve yasaklarını duyurmadıkça hiçbir ferde ve topluluğa, memleket halkına azap etmez.
Allah-u Teâlâ insanları uyandırmak, vazifelerinden haberdar etmek, dinen yasak olan şeyleri irtikab edenlerin ilâhi azab ve ikaplara uğrayacaklarını duyurmak için nûr saçan peygamberlerini ve onların vekilleri, naibleri olan hakiki, kâmil âlimlerini;
"Âlimler peygamberlerin varisleridir." (Buhârî)
Hadis-i şerif'i mucibince göndermiş ve bu uyarma vazifesini yapmalarını tembih ve emir buyurmuştur.
Bu Allah yolunun dâvetçilerinin öğütlerini ve ihtarlarını dinlemeyip meşru olmayan hareketlerine devam edenler ilâhi azaba gerek dünyada, gerek ahirette mutlaka müstehak olacaklardır.
"Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz." (İsrâ: 15)
Ne var ki onlar kendilerine Allah tarafından hiçbir şüphe taşımayan gerçekleri getiren uyarıcılar geldiği zaman onlara kulak verip tâbi olmamışlardı.
Artık ahir son zamanda yaşıyoruz. Hâtem-i veli -kuddise sırruh- Hazretleri'nin irtihali ile birçok hadise zuhur etti, ahir zaman hâl ve ahvali iyice üzerimize çöktü.
Bu seyyiat zamanında, Hazret-i Allah'a gücümüz yettiği kadar sığınırak çokça istiğfar etmemiz ve ibadetle, zikirle meşgul olmamız gerekmektedir.
Şayet ebedi hayatın sermayesini kazanabilirsek çok kıymetli bir zaman...
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Her asırda benim ümmetimden sabikûn (önde gelenler) vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki inayet vemerhamet-i ilâhiye o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır." (Nevâdir-ül Usül)
Onlar Hazret-i Allah'ın sevgili kullarıdır, seçtiği, Zât'ına çektiği, nurunu akıttığı, kudsî ruhuyla desteklediği ve vazifedar kılıp gönderdiği has ve hususi kullarıdır. Onlar naz makamındadır, insanlığa rahmettir.
Hadis-i kudsî'de ise şöyle buyuruluyor:
"Kulun benimle meşgul olması, en fazla önem verdiği şey olursa, onun arzu ve lezzetini zikrimde kılarım. Arzu ve lezzetini zikrimde kılarsam da o bana âşık olur, ben de ona âşık olurum. O bana, ben ona âşık olunca da, onunla aramdaki perdeyi kaldırırım. Bu hâli onun umumî hâli kılarım. İnsanlar yanıldığı zaman o yanılmaz. Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir. Gerçek kahramanlar onlardır. Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azab vermek istediğim zaman onları hatırlarım da azabdan vazgeçerim." (Ebû Nuaym, Hilye)
Bu Hadis-i kudsî'de bu zâtların manevî yükseklikleri, Allah-u Teâlâ'nın nazargâh-ı ilâhiye'si, tecelliyât-ı ilâhiye'si oldukları ve aynı zamanda rahmet-i ilâhiye'ye vesile oldukları beyan buyurulmaktadır.
Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:
"Allah yer ehline azap etmeyi murad ettiğinde onlara nazar eder de, azâbı derhâl onlardan geri çevirir." (el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arâbî, Hâlet Ef. nr.: 198/2, vr. 486a)
İşte Allah-u Teâlâ'nın sevip kendisine seçtiği, onların hürmetine vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetleri geri çevirdiği bu büyük Zevât-ı kiram'ın duâlarına, niyazlarına Rabb'im bizi dahil etsin. Mânevi tasarrufları altında bulundursun inşallah-u Teâlâ.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri kitaplarında ve sohbetlerinde, bu zamanın afâtını haber vermişler, mühim nasihatlarda bulunmuşlardır:
"Uyan be kardeş! Bu musibetler bizim için bir ihtardır. Yarın ne göndereceğini yine Allah-u Teâlâ bilir.
Ve fakat muhakkak ki isyan cezasız kalmaz, bu kati bir gerçektir. Bunu böyle bilin.
Bir insanın son durağı nihayet ölümdür, kabirdir. Gerçek hayat ölümden sonra başlar. Ya ebedî saâdet, yahut da ebedî felâket.
Bunlar bir hatırlatmadır, uyandırmadır. Nasibi olan hidayete mazhar olur, uyanır, tevbe eder, Hazret-i Allah'a yönelir. Ve fakat ruhu ölmüş olanların imanları yok ki hidayete ersin.
Şimdi en şiddetli fitnelerin içindeyiz, gaye Hakk'a bağlanmak, rızâ adımlarını atmaya çalışmak, yılmamak, hiç durmamak. Çünkü küçücük bir ömrümüz var, büyük bir hayat-ı ebediye var. Ömür kısa, yol uzun, fitne çok büyük.
•
Duâ ederken bir kişinin değil, Ümmet-i Muhammed'in affını isteriz. Çünkü vallâhi Allah-u Teâlâ'nın bir kiyişi affetmesi ile Ümmet-i Muhammed'i affetmesi arasında fark yoktur.
Duâya başlamadan evvel de şunu söyleriz:
Yâ Rabb'i! Habib'in buyurdu ki; "Kullar senin kulun, azab edersen senin kulların, merhamet edersen sen lütuf, ihsan ve kerem sahibisin, affedersin."
Yâ Rabb'i! Ümmet-i Muhammed'i affet. Sen öyle bir Kerim Mabud'sun ki, beni affetmekle Ümmet-i Muhammed'i affetmek arasında hiçbir fark yok.
Allah'ım! Ümmet-i Muhammed'e umûmî rahmetle muamele et! Amin!..."
"Binaenaleyh bizim duâmız hep başkaları için, Ümmet-i Muhammed'in iman ve selâmeti için."
•
"Çadırın direği dururken herkes rahat. Fakat çadırın direği yıkılırsa ne olur bilmiyorum, o zaman her şeyi bekleyin. Allah-u Teâlâ o direkle murad ettiğini tutar. Amma direği alırsa kimi tutar?"
"Dünyanın ömrü kısa, seyyiat zamanı. Sağ olursanız otuz seneye kadar neler göreceksiniz, aklınız almaz."
•
"İnmiş inecek belâları Allah-u Teâlâ filân kullarla kaldırır. Bunun kalkması için nasıl duâ ederim: "Allahümme inneke afüvvün kerimun tuhibbül afve fa'fü annâ." = "Allah'ım! Muhakkak ki sen affedicisin, kerimsin, affetmeyi çok seversin. Bizi affet." Bu duâyı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Aişe -radiyallahu anhâ- annemize Kadir Gecesi okumasını tavsiye etmişlerdir.
Ve o şiddet kalktı, büyük bir afat geliyordu. O korkunç şiddet bir anda yok. Ama hüküm O'nun."
•
"İsrâ 58. Âyet-i kerime'si zuhur etmek üzere. Etti edecek. Bu ateş çıktı çıkacak. Her gün bu Âyet-i kerime'yi muhakkak okurum.
"Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız." (İsrâ: 58)
Allah'ım bu hazırladıkları ateşi birbirine çevir. Hepsi ateşi hazırladılar, bir emr-i İlâhi'ye bakıyor, o emir kibrittir.
Ümmet-i Muhammed'i affet, muhafaza et, muzaffer et!
İtimad edin bazen duâ etmeye korkuyorum, o kadar gadaplı. Bazen o kadar gadaplı her zaman değil. Siz uyuyorsunuz, kendi âleminizdesiniz.
Tabii ki fakirin gizli niyazlarımız var, arzularımız var. Bu nuru Hazret-i Mehdi'ye ulaştırmak. Bizi kalemle mücadele ile vazifelendirdi. Binaenaleyh Hazret-i Mehdi bu kitaplarla yürüyecek.
Zaten Hazret-i İsa Aleyhisselâm'la Hazret-i Mehdi birleşecek, ondan sonra bu nur kıyamete kadar gidecek, O'nun seçtiği esastır, halkın seçtiği esas değil.
•
Onun içindir ki bugün dünyaya dalmak günü değil. Helâlden rızık kazanmak, tedbirli olmak ve Hazret-i Allah'a yönelip gönül verme günüdür.
Böyle bir zamanda ne lâzımsa onu temine çalışması, bir müminin çok uyanık olması gerek."
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Şüphesiz insan için kendi çalışmasından başkası yoktur." (Necm: 39)
Duâ tedbire mâni değildir. Her hususta tedbirini almakla beraber, yine de duâ etmek zarureti vardır. Hatta tedbire başvururken, bunların faydalı olması için duâ etmek lâzımdır. Duâsız tedbirin faydası yoktur.
Her duâ Cenâb-ı Allah'ın katında muhafaza edilir. Âhiret için duâ eden kimse, elbette karşılığını âhirette görecektir. Duânın hayırlısı Allah-u Teâlâ'dan mağfiret dilemektir.
Allah-u Teâlâ'ya sığınmak, kulluğun en mühim hususiyetlerindendir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah'a sığın!.." buyuruyor. (Mümin: 56)
Hıfz-u himayesine sığınılacak, yardım istenecek, kapısına başvurulacak yegâne mâbud O'dur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah'a kaçınız.!." buyuruyor. (Zâriyât: 50)
O'nun Zât-ı ulûhiyet'ine ilticâ edin, her işinizde O'na itimat ve teslimiyette bulunun.
"Allah, rızâsını arayanları onunla kurtuluş yollarına eriştirir ve onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları dosdoğru bir yola iletir." (Mâide: 16)
Şeddad bin Evs -radiyallahu anh-den rivâyete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"İstiğfar duâlarının ulusu, Allah-u Teâlâ'dan şöyle mağfiret dilemektir:
(Allahümme ente Rabbî lâ ilâhe illâ ente halâktenî ve ene abdüke ve ene alâ ahdike ve va'dike mesteta'tü eûzübike min şerri mâ sana'tü ebûu leke bini'metike aleyye ve ebûu bizenbî fağfirlî zünûbî feinnehû lâ yağfiruzzünûbe illâ ente)
"Ey benim Allah'ım! İtiraf ederim ki, beşeri silsilemin başından sonuna kadar bütün mânâsı ile beni terbiye eden ancak senin Zât-ı Ecell-ü A'lâ'ndır. Çünkü senden başka bir Allah yoktur.
Ve itiraf ederim ki beni halkeden ve Âdem'den vücuda getiren sensin. Ben ise senin kulun ve mahlûkunum. (Yâni ilâhî emirlerini yerine getirmeye hazırım.)
Keza, kulluk vazifeme dair "Kalû belâ"da verdiğim söz ve yeminin yerine getirilmesine beşeri gücümün yettiği kadar âmâdeyim.
Şu kadar var ki; gaflet ve cehaletle vâki olan geçmiş kusurlarımın kötülüğünden, canımı ve cânânımı kurtarabilmek için, emniyet ve güven yurdu olan ilâhî bağış ve mağfiretine ilticâ ediyorum.
Ey benim sevgili Allah'ım! Kusurlu kulluğuma rağmen, apaçık gözüken çeşit çeşit nimetlerine nâil olduğumu bildiğim gibi, hiçbir akıl ve mantığa sığmayan günahlarımı da biliyor ve itiraf ediyorum.
Öyle ise ey Rabb'im!. Vâki olan kusur ve günahlarımı af ve mağfiret et. Zira Zât-ı Ecell-ü A'lâ'ndan başka günahları affedecek bir Allah yoktur."
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz devamla buyururlar ki:
"Bu seyyid'ül-istiğfar duâsını her kim sevap ve faziletine inanarak gündüz okuyup, o gün akşam olmadan ölürse ehl-i cennettir. Her kim de sevap ve faziletine inanarak gece okuyup da sabah olmadan ölürse o kimse de ehl-i cennet zümresindendir." (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 2141)
Sıkıntılı ve tehlikeli zamanlarda okunacak bir salâvât-ı şerife:
(Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin salâten tüncinâ bihâ min cemîil-ahvâli vel-âfât. Ve takzî lenâ bihâ cemîal-hâcât. Ve tütahhirunâ bihâ min cemîisseyyiât. Veterfeunâ bihâ a'ledderecât. Vetübelliğunâ bihâ aksal-ğâyât. Min cemîil-hayrâti fil-hayâti ve ba'del-memât)
"Ey Allah'ım! Efendimiz Muhammed'e ve onun âline salât eyle. Onun hürmetine bizi her türlü korku ve musibetlerden kurtarasın. Bütün ihtiyaçlarımızı o salâvât hürmetine gideresin. Bütün günahlardan o salâvât hürmetine temizleyesin. O salâvât hürmetine bizi derecelerin en üstününe erdiresin. O salâvât hürmetine hayatta ve öldükten sonra bütün hayırların en son gayesine ulaştırasın."
Sıkıntılı ve üzüntülü zamanlarda, işlerde kolaylık, zarar ve tehlikelerden halâs için okunacak bir salâvat-ı şerife:
(Allahümme salli salâten kâmileten ve sellim selâmen tammen alâ seyyidinâ Muhammedinillezî tenhallü bihil-ukadü ve tenfericu bihil-kürebü vetükzâ bihil-havâicü ve tünâlü bihir-rağâibü ve hüsnül-havâtimü ve yüsteskâl-ğamâmü bivechihil-kerîmi ve alâ âlihi ve sahbihi fî külli lemhatin ve nefesin biadedi külli ma'lûmün leke)
"Ey Allah'ım! Efendimiz Muhammed üzerine kusursuz bir salât, mükemmel bir selâm ve selâmet ihsan buyur.
O peygamber ki, onun hürmetine düğümler çözülür, sıkıntılar ve belâlar onun hürmetine açılıp dağılır. Hacetler ve ihtiyaçlar onun hürmetine yerine getirilir. Maksatlara onun hürmetine ulaşılır, güzel neticeler onun hürmetine elde edilir. Onun şerefli yüzü hürmetine bulutlardaki yağmur istenilir.
Ey Allah'ım! Onun âline ve ashâbına her göz kırpacak zamanda, her nefes alacak zamanda, sana malum olan varlıklar sayısınca salât kıl!"
Emir Sultan Buharî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurmuşlardır ki:
"Kim bu hizb-i şerifi sabah okusa, akşama kadar gökten kaza yağmuru yağsa, anın kılına zarar gelmeye.
Ve akşam okusa, melâike cemi' zararında muhafızı ola, biiznillâhi teâlâ.
Bu bizim hizbimizin evvelinde ve âhirinde salâvât getirip okursa ve dahi kendi üzerine okursa, gerek yer gerek gök halkının zararı ana erişirse bana lânet ede, gerek hayatımızda gerek mematımızda."
(Allahümme salli alâ Muhammedin ve âlihi ve sahbihi ve sellim. Yâ iddetî inde şiddetîy, veya ğavsî inde kürbetîy, veya hârisîy inde külli musîbetîy, veyâ hâfiziy inde külli beliyyetîy. Ve salli alâ Muhammedin ve âlihi ve alâ cemîil-enbiyâi vel-mürselîn, vel-hamdü lillâhi Rabbil-âlemîn.)
"Ey Allah'ım!Muhammed'e, âline ve ashabına salât ve selâm kıl.
Ey zor ve şiddetli hallerimde yegâne hazır makamım!
Ey gam ve kederlerimde yegâne sığınağım!
Ey her musibetten koruyucum!
Ey her belâdan muhafızım!
Muhammed'e ve âline, nebi ve resul bütünpeygamberlere salât ve selâm kıl.
Hamd ancak Allah'a mahsustur."
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in üzüntülü, sıkıntılı ve felâketli zamanda şu şekilde duâ buyurduğunu söylemiştir:
(Lâ ilâhe illâllahül-azîmül-halîm. Lâ ilâhe illâllahu Rabbül-arşil-azîm. Lâ ilâhe illâllahu Rabbüs-semâvâti ve Rabbül-ardi ve Rabbül-arşil -kerîm)
"Azamet ve vakar sahibi Allah'tan başka, ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Arş-ı Âzam sahibi Allah'tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Göklerin ve yerin sahibi ve Arş-ı kerim'in mâliki Allah'tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2150)
Taberî der ki:
"Selef-i sâlihin bununla duâ eder ve buna Sıkıntı duâsı adını verirlerdi."
Ebu Bekr-i Râzî'den de bu hususta şöyle bir kıssa rivayet olunmuştur:
"İsfahan'da Ebu Nuaym'ın yanında bulunuyor ve ondan Hadis yazıyordum. O beldede Ebu Bekr bin Ali isminde bir zât vardı, fetvâ hususunda ona müracaat olunurdu. Bu zât sultana jurnal edildi, o da onu hapsettirdi.
Ben o günlerde rüyâmda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i gördüm. Sağ yanında Cebrâil Aleyhisselâm bulunuyordu ve durmadan tesbihle dudaklarını kıpırdatıyordu.
Resulullah Aleyhisselâm bana:
"Ebu Bekr bin Ali'ye söyle, Buhârî'nin Sahih'indeki sıkıntı duâsını okusun, Allah onun sıkıntısını giderir." buyurdu.
Sabah olunca durumu kendisine haber verdim. O da bu duâyı okumaya başladı, çok geçmedi hapisten çıkarıldı."
Hasan Basri -rahmetullahi aleyh- Hazretleri de şöyle söylemiştir:
"Haccac-ı Zâlim adam göndererek beni yanına çağırtmıştı. Ben de maksadını anlayınca bu duâyı okuyarak gittim. Yanına vardığımda bana dedi ki:
'Vallahi seni öldürmek için istemiştim. Şimdi ise inan ki sen bana şundan şundan daha sevgilisin.'
Şunu da ilâve etti:
'Dile benden ne dilersen!'"
•
Halil bin Mürre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz üzüntü ve sıkıntı geldiğinde şöyle duâ ederdi:
(Hasbiyer-rabbü minel-ibâdi, hasbiyel-hâliku minel-mahlûkîne, hasbiyer-râziku minel-merzükîne, hasbiyellezî hüve hasbiye, hasbiyallahu ve ni'mel-vekil, hasbiyallahu lâilâhe illâ hüve aleyhi tevekkeltü ve hüve Rabbül-arşîl azîym.)
"Kullara bedel Rabb'im bana yeter.
Yaratıklara karşı Yaratıcı bana yeter. Rızık isteyenlere karşı Rezzak bana yeter.
Bana yeten bana yeter.
Allah bana yeter, O ne güzel vekildir.
Allah bana yeter. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O'na tevekkül ettim.
O, büyük Arş'ın Rabb'idir." (Câmiu's-sağir: 6580)
•
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- buyurur ki:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i bir şey üzecek olsa şu duâyı okurdu:
(Yâ hayyü yâ kayyûmü birahmetike esteğîsü)
"Ey ezelî ve ebedî hayat ile bâki, zâtve kemâl sıfatları ile her şeye hakim olan Allah'ım! Rahmetinle yardımını talep ediyorum."(Tirmizî)
Osman bin Affân -radiyallahu anh-den rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdu ki:
"Bir kul her günün sabahında ve gecenin akşamında üçer kere şu duâyı okursa kendisine hiçbir şey zarar vermez."
(Bismillâhillezi lâ yedurru meas-mihi şey'un fil-ardi velâ fissemâivehüvessemîul-aliym)
"O Allah'ın adıyla sığınırım ki, yerde ve göktekilerinden hiçbir şey zarar veremez. O işitendir ve bilendir." (Ebu Dâvud)
Hazret-i Osman -radiyallahu anh-in oğlu Eban -radiyallahu anh- kısmî felce uğramış idi. Babasından bu Hadis-i şerif'i rivayet ettiğinde, orada bulunanlardan bir kimse ona bakmaya başladı. Bunun üzerine şu sözü söyledi:
"Ne bakıyorsun? Dikkat et, Hadis-i şerif sana anlattığım gibidir. Fakat ben, Allah kaderini bana geçireceği için o gün bunu söyleyemedim." (Tirmizî)