İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mektubat" adlı eserinin "317. Mektub"unda Allah-u Teâlâ'nın ona nasıl bir ilim bahşedeceğini, diğer velilere verilen ilmin bu ilmin yanında kabuktan ibaret kalacağını, ona ise ilmin özünü ihsan edeceğini şöyle açıklamıştır:
"... Aynel-yakîn ve Hakkal-yakîn babında ne diyebilirim ki? Onu söylesem bile, kim anlar ve kim idrak eder? Zira bu türlü mârifetler, velâyet kapsamı dışındadır. Zira velâyet erbâbı, bunları idrakten aciz durumdadırlar; tıpkı zâhir ulemâsı gibi... Onu kavramaktan yana kusurludurlar.
Bu ilimler, nübüvvet nurlarının kandilinden alınmıştır. Onun sahibine salât, selâm ve tahiyyet, İkinci binin yenilenmesi ile buna tazelik ve canlılık hâsıl olmuştur; bütün güzelliği ile, zuhura gelmiştir. Bu ilimlerin ve mârifetin sahibi, bu binin müceddididir. Ki bu, ona bakanlara gizli bir mânâ değildir. Bilhassa, zâta, sıfata ve ef'ale dair ilim ve mârifetinde...
O ilim ve mârifet; haller, vecidler, tecelliyât ve zuhurat libasına girmiştir. Bu dikkat sonunda, elbette bileceklerdir ki, Bu mârifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da marifeti ötesindedir. Hatta, onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu mârifet dahi, o kabuğun özüdür.
Hidayat eden Sübhan Allah'tır.
Bilesin ki,
Her yüz başında bir müceddid gelip geçti. Ne var ki, yüz senelerin başında gelen müceddid ile, bin senenin başında gelen müceddid bir değildir. Bunların arasındaki fark, bin ile yüz arasındaki fark gibidir. Hatta daha da fazla...
Müceddid o zâttır ki: O müddet içinde ümmete her ne gibi feyz varidatı gelirse onun vasıtası ile gelir. İsterse o vaktin kutupları, evtadı, ebdali ve nücebası bulunsun.
Bir şiir:
'Allah'a ne zorluğu olur;
Âlemi bir şahsa doldurur.'
Selâm hidayete tâbi olup Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara. Ona ve âline üstün salâtlar ve selâmlar... Keza, enbiyâ ve resullerden, mukarreb meleklerden ve sâlih kullardan kardeşlerinin hemen hepsine." ("Mektûbât"; 317. Mektup)
"Bu ilimler, nübüvvet kandilinden alınmıştır."
Allah-u Teâlâ'dan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inden de doğrudan doğruya geliyor. Başka yerden almıyorum.
"O ilim ve mârifet; haller, vecidler, tecelliyât ve zuhurat libasına girmiştir. Bu dikkat sonunda, elbette bileceklerdir ki, Bu mârifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da mârifeti ötesindedir. Hatta, onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu mârifet dahi, o kabuğun özüdür."
İşte o ilim bu ilimdir.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a verdiğini ona da vermiş, o ilmi Hakk'tan almış, nurunu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurundan almış. O ezelde Âyân-ı sâbite'de öyle idi.
Âyet-i kerime'de Hızır Aleyhisselâm hakkında:
"Tarafımızdan has bir ilim öğrettik." (Kehf: 65)
Buyurulan ilimdir. Mârifetullah ehli "Ulü'l-elbâb" olmasına rağmen, bu onun özüdür.
Fakir de her zaman deriz ki:
Ben bir perdeden bir kabuktan ibaretim, özüm O'dur. Şu gördüğünüz kâinat da bir kabuktan ibarettir. Kâinatın da özü O'dur. O kabuğu çıkardığın zaman öz kalıyor. Siz bunu ne okudunuz, ne de duydunuz. Fakat fakir, yemin ederim ki gözle görüyorum. Zaten görmesem söyleyemem ki! Görüyorum da söylüyorum.
Nefes zikrinin efdaliyeti buradan geliyor. Bir perde var arada. Perdeden O'nunla konuşuyorsun, O'nunla görüşüyorsun, O'nunla nefes alıyorsun. Oysa perdeyi de yaratan O'dur, senin neyin var? Sen çık aradan, kalsın Yaradan.
Sen de bir kabuk, kâinat da bir kabuk. Elhamdülillâh, kabuk olduğumu biliyorum. İçimde O olduğunu da görüyorum. İrtibatım da O'nunla olduğu için, âlemleri çok rahat seyredebiliyorum. Bütün âlemleri O'nunla seyrediyorum.
Allah-u Teâlâ özümdür, ben ise kabuktan ibaretim. Özüm de Allah, sözüm de Allah... Herkes kabuğu görüyor, O'nu görmüyor.
İnsan da böyle, kâinat da böyle... Vücud O, mevcud O...
Allah-u Teâlâ'yı biz böyle biliyoruz.
Burada ilmin hülâsası ortaya çıkıyor. Bütün evliyâullahın ilmi bu kabukta idi. Mühim olan kabuğu atabilmek.
Siz bu ilmi yalnız işitirsiniz, kavramanız mümkün değildir. Fakat işitmenizde de çok büyük fayda var, çünkü duymuş oluyorsunuz. Sonra Cenâb-ı Hakk tecellî ettiği zaman, bildirdiğini bilmiş olacaksınız.
İşte size bu ilimden bahsediliyor. Nasibi olan, nasibi kadar alacak. Bu ilim Allah-u Teâlâ'nın duyurması ve göstermesi ile kâimdir.
Biz size özü anlatıyoruz.
"Hidayet eden Sübhan Allah'tır.
Bilesin ki,
Her yüz başında bir müceddid gelip geçti. Ne var ki, yüz senelerin başında gelen müceddid ile, bin senenin başında gelen müceddid bir değildir. Bunların arasındaki fark, bin ile yüz arasındaki fark gibidir. Hatta daha da fazla..."
Evet, Allah-u Teâlâ dinini tazelemek için her yüz senede bir müceddid gönderir.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüz yıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir." (Ebu Dâvud: 4391)
Fakat bin seneden sonra gönderdiği müceddid onlara katiyyen benzemediği için ona o ilim verilmiştir. Doğrudan doğruya kudsî ruhla desteklendiği için, Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu taşıdığı için ve Âyân-ı sâbite'de de veli olduğu için ona verilen kemâlât çok büyüktür. Yüz senede bir gönderilenlerle bin seneden sonra gönderilen arasındaki farkın büyüklüğü buradan doğmaktadır ve İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buna işaret etmek istiyor.
Daha da fazla olması, Allah-u Teâlâ'nın ihsanını mahlûk bilemez. Ona neler ihsan ve ikram edeceği insan aklının ve ilminin haricindedir.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri ahirete intikal ettikten sonra zamanın uleması, onu gördükleri için ikinci bin yılın müceddidi olarak onu ilân ettiler, ilerisini göremediler. O ise çok ilerisini gördüğü için "O benim" demiyor, kendisinden dört yüz sene sonra gelecek zâtı tarif ediyor ve ona neler verileceğini de ifşâ ediyor.
Nitekim "260. Mektub"unda:
"Nice uzun asırlar ve çok uzun zamanlar geçtikten sonra böyle bir cevher dünyaya gelir." buyurmaktadır.
Yani kendisinin o olmadığını belirterek Hâtem-i veli'ye işaret ediyor.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri bu ilmin geleceğini görmüş ve bu ilmi duyurmak istiyor.