Ülke olarak büyük bir tarihi mirası temsil ediyoruz. Bu öyle bir miras ki; milli güç unsurlarımızın hesaplanmasında çarpan etkisi oluşturuyor ve bizi bir anda yükseltiyor; birçok alanda ortalarda olmamıza rağmen ülkemizin büyük devletler kategorisinde algılanmasına sebep oluyor.
Bu tarihi miras bize aynı zamanda büyük bir sorumluluk da yüklüyor. Nitekim bu güçle ve tarihin bize yüklediği sorumluluk duygusu ile bütün mazlumlara yetişmeye, İslâm dünyasının hak ve hukukunu müdafaa etmeye çalışıyoruz. Türkiye olarak önümüze de buna göre hedefler koyuyoruz. Dünyanın en büyük ülkeleri arasına girmeye ve dahi dünyaya nizam vermeye niyetleniyoruz.
Millet olarak bu niyet ve gayretleri büyük bir memnuniyetle benimsiyor ve destekliyoruz. Zira bu niyet ve gayret bizim binlerce yıllık kültür genlerimizin adeta ana damarını temsil ediyor.
Dikkat edilirse zulmün ayyuka çıktığı, her geçen gün dünyanın daha da karardığı bir ortamda insanlığın bize, daha doğrusu bizim temsil etmeye çalıştığımız medeniyete, iman ve adalet nurunun aydınlığına büyük bir ihtiyacı var.
Kısaca dünya zulüm ve sömürüye dayanan bu çarpık düzenin yıkılmasını bekliyor, insanlık yeni bir düzene, ahlâk ve adalete susamış vaziyette. Gün geçtikçe de bu susuzluğu artıyor.
Bizim bu susuzluğa çare olabilmemiz, hedeflediğimiz büyük ülkeye ulaşabilmemiz ise; öncelikle temsil etmeye çalıştığımız değerlere tam hakkıyla sarılmakla mümkündür.
İlk olarak, iman, ahlâk, fazilet ve adalet gibi değerlerimizi önce kendi içimizde karakterimizin temeli haline getirmeye çalışmamız; ikinci olarak, eğer büyük devlet olmak istiyorsak bu tarihi koşuda herkesten hızlı koşmamız lâzım. Ki insanlığa bir umut olabilelim.
Herkesten hızlı koşmak için de koşan insanlara vazife vermemiz; yâni liyâkatli, gayretli, vatan ve din fedailerinin önünü açmamız lâzım.
Meselâ Savunma Sanayi Başkanı Sayın İsmail Demir bir konuşmasında şöyle söylüyor: "Türk Savunma Sanayii olarak iyi yürüyoruz ama koşmamız gerekiyor."
Her alanda bu koşuya ihtiyaç var. Eğitimde, tarımda, sanayide, ticarette...
Oysa koşmak istiyoruz ama koşan insanların önünü açamıyoruz, koşacak olan, koşmak isteyen insanlarımıza vazife vermekte eksikliklerimiz var.
Birinci eksiğimiz bu ise, ikincisi ise iyi sınav verememiş insanlara vazife vermeye devam ediyor olmamızdır.
Liyâkatli, ehil, adaletli; vatanını dinini şahsî menfaatinin önünde tutan; hak ve hakikati söylemekten çekinmeyen; makam-mevki-ikbal için hareket etmeyen insanları bulup vazife veremezsek, dünyanın önüne, dünya milletlerinin karşısına "Biz dünyaya adalet ve nizam vermiş büyük medeniyetin temsilcileriyiz" diye nasıl çıkacağız?
Yahut her milletten birazcık fazla yürümekle küffar milletleri ile aramızdaki büyük açığı nasıl kapatacağız?
Nasıl ki bir kimsenin bize itimat ederek muhafazası için verdiği şey bir emanetse; gerek dini ve gerekse dünyevî vazifeler de hepsi birer emanettir. Bu vazifelerin ehil olan kimselere, lâyık olanlara verilmesi lâzımdır. Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah size emanetleri ehil olanlara vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder." (Nisâ: 58)
Bu Âyet-i kerime Mekke'nin fethinde nazil olmuştur. Kâbe-i muazzama'nın bakım ve temizlik işleri Osman bin Talha ailesinin elinde bulunuyordu. Resulullah -s.a.v.- Efendimiz Mekke'yi fethettiğinde henüz müslüman olmamış olan Osman, kapısını kilitleyip Kâbe'nin üstüne çıkmıştı. Anahtarı vermeyi reddederek "Senin peygamber olduğunu bilseydim, onu verirdim." demişti. Bunun üzerine Hazret-i Ali -r. anh- Osman'ın kolunu bükerek anahtarı elinden zorla aldı ve Kâbe'yi açtı. Resul-i Ekrem -s.a.v.- Efendimiz içeri girdi, iki rekât namaz kılıp dışarı çıkınca amcası Hazret-i Abbas -r. anh- anahtarın ve şerefli bir vazife olan bakıcılığın kendisine verilmesini istedi. Bunun üzerine Âyet-i kerime nâzil oldu. Resul-i Ekrem -s.a.v.- Efendimiz Hazret-i Ali -r. anh-e anahtarı yine eski vazifeliye vermesini ve ondan özür dilemesini emir buyurdu.
Anahtar kendisine teslim edildiğinde, Osman bunun sebebini sordu. Hazret-i Ali -r. anh-: "Bu bize âit bir mesele değildir, emr-i ilâhî'dir." buyurdu ve Âyet-i kerime'yi okudu. Bundan fevkalade duygulanan Osman bin Talha, müslümanlığın adalet ve emanet üzerindeki titizliğini görüce: "Ben artık Muhammed'in, Allah'ın Resulü olduğuna şehadet ediyorum." diyerek müslüman oldu. (Bkz. Ömer Öngüt -k.s.-, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm, Hakikat Yayıncılık)
Yine bir defasında Ebu Zerr-i Gıfârî -r. anh-: "Yâ Resulellah! Beni bir göreve tayin etmez misin?" diye sorduğunda, Resulullah -s.a.v.- Efendimiz mübarek ellerini omuzuna koyarak şöyle buyurdular:
"Yâ Ebu Zerr! Sen zayıfsın, vazife ise emanettir ve kıyamet gününde rüsvaylıktır ve pişmanlıktır. Ancak bu emaneti hakkıyla alıp yürütenler müstesnâ." (Müslim)
Görülüyor ki kişinin samimi olması tek başına vazifeye ehil olmak için yeterli değildir. Kişinin aynı zamanda tevdi edilen vazifeyi yapacak bilgi, beceri ve yeteneklere sahip olması gerekir.
Ehliyet ve salâhiyeti olmayan, yapacağı işe hakkıyla vakıf olamayan bir kimse, bir işi üzerine alıp da lâyıkıyla yapamazsa, bu da emanete hıyanettir.
Bu sebeple ehil olmadığı halde vazifeye talip olanlar da vazife verenler kadar mesuldür.
İşlerin ehil olmayanlara verilmesi ve emanet duygusunun yitirilmesi ise İslâm Medeniyeti'nin temeline vurulmuş bir balyoz mesabesindedir.
"Kıyamet ne zamandır?" diye soran bir zâta Resulullah -s.a.v.- Efendimiz şöyle buyurdular:
"Emanet yitirildiği zaman kıyameti bekle! İşler ehil olmayanlara verilince kıyameti bekle!" (Buhârî)
Bilindiği üzere memleketimiz yakın zamanda büyük badire atlattı. FETÖ memleketimizi küffara peşkeş çekmek için askerî darbe dahil her yöntemi denedi. Hâlen hem içeride hem dışarıda memleketimize zarar vermek için canhıraş bir gayretle çalışıyorlar.
Bu örgütün güçlü olduğu zamanlarda bu örgüte gönülden bağlılık hissetmediği halde kimisi ticarî menfaat, kimisi ikbal, kimisi de basiretsizliği sebebiyle bunlarla içli dışlı oldu. Kimisi de devlet kademelerinde kadrolaşmalarına ses çıkartmadı, görmezden geldi, yahut bunların her kadroyu ele geçirmek için her yolu denediğini göremeyecek kadar ahmakça hareket etti.
Bu gibi kimselere vazife verilmesi çok tehlikeli bir durum olduğu gibi, gerek kurum içinde, gerek halk nezdinde adalet ve liyâkat duygusunun yaralanmasına sebep olmaktadır.
Bulunduğu makamda, altındaki FETÖ'cü kadrolaşmayı zerre miskal engellememiş bir kimsenin 15 Temmuz'da aklı başına geldi diye daha yüksek bir makama getirilmesi büyük bir risk ve tehlikedir. Çünkü böyle bir kişinin iç dünyasındaki kriterin "FETÖ ile mücadele eden, vatanperver kişilerin önünü açayım" şeklindeki bir bakış açısı yerine "Bana pek itaat ve itimat etmiyor, dik kafalı galiba" gibi sübjektif bir kriter olma ihtimali yüksektir. FETÖ'nün kadrolaşmasını görüp engel olmaya çalışan, engel olamasa dahi yüreği parçalanan personelin bu gibi yöneticilere olan itimatsızlığı ve güvensizliği de işleyişi ve sahadaki başarıyı aksatma ihtimali olan ikinci bir handikap olacaktır. Bu durum başarı ve zafere ulaşmak için daha çok zayiat verilmesine ve daha çok bedel ödenmesine sebep olabilir.
Yetkinliğini, liyâkatini, vatanperverliğini, azmini ispat etmiş insanlarımızı değerlendirmek için büyük gayret göstermek lâzımdır. Bu gibi insanlarımızın kifayetsiz yöneticiler tarafından harcanmasına müsaade edilmemelidir. Bu gibi ehil kimselerin zararsız bazı kusurları görmezden gelinmelidir. Bunu da ancak ehil yöneticiler yapabilir. Zayıf yöneticiler bu gibi insanları idare etmekte zorlandıklarında, çözümü vazifeden almakta yahut sindirmekte bulacaklardır.
Yukarıda Savunma Sanayi Başkanı Sayın İsmail Demir'in şu sözünü misal olarak vermiştik:
"Türk Savunma Sanayii olarak iyi yürüyoruz ama koşmamız gerekiyor."
Anlaşılıyor ki koşmak istiyoruz ama koşamıyoruz.
Özellikle kamuda, kamu zihniyetinin (buna memur zihniyeti de denilebilir) hâkim olduğu şirketlerde koşmamızı engelleyen bir zincirin, pranganın ayaklarımıza dolandığını söyleyebiliriz. Şöyle ki;
Bizde maalesef "Niye yapmadın" diye sorulmaz, "Niye yaptın" diye sorulur. Ve bu hantal yapının içinde herkes yürürken birisi koşmaya çalışırsa tepesine vurup yürüyüş pozisyonuna geçmesi için elden ne geliyorsa o yapılır.
Diyelim bir atılım fırsatı var. Bir kişi inisiyatif alıp bu atılımı yapmak için gayret ederse, "Niye yaptın?" sualine hazır olmalıdır. Oysa bu inisiyatifi almadığı zaman hiç kimse kendisine "Niye bu fırsatı değerlendirmedin?", "Niye yapmadın?" diye sormayacaktır.
Yine diyelim bir fabrikada herkes belli bir rutinle, fazlaca bir gayret göstermeden çalışırken birisi çıkıp bu rutinin dışına çıkacak olsa işçisinden, müdürüne geniş bir kitlenin tepkisini çekebilmektedir. Bırakın önünü açmayı, engellemek için türlü bahaneler uydurulması büyük ihtimaldir.
Yine meselâ gerek yurt içinde, gerek yurtdışında nice yetenekli, dünya çapında insanımız Türkiye'ye gelip bir şeyler yapmak istiyor. Devlet yetkililerimiz de bunlara yer açmak istiyor. Ancak bu kurumsal menfi kültür birçoklarını bezdiriyor. Kimi geliyor geri dönüyor, kimi kaderine razı olup rölantiye alıyor, kimisini dış ülkeler kapıyor, kimisi sektör değiştirip kendi işine bakıyor. Kimisi de her türlü zorlukla vuruşa vuruşa vatan sevdasını neticeye kavuşturmak için var gücüyle çalışıyor. Ancak enerjisi bölünüyor, zaman kaybediyor.
Birçok yerde çok ehil çok yetenekli kişilere vazife verilse bile bu menfi çalışma kültürünü yıkmak henüz mümkün olamamıştır. Yerine göre bazen Cumhurbaşkanı'nın bile değiştirmekte zorlandığı bir prangadan bahsediyoruz. Ehil insanlar bile bu menfi ortamın içinde zamanla çarkın bir dişlisi haline getiriliyor.
Bu durumu değiştirmek için koşmaya çalışan insanların sorumluluk mevkilerine getirilmesi kadar her kurumda, her fırsatta sık sık seminerler, eğitimler ile, akla gelebilecek her türlü yöntemle bu menfi kültürü yıkmaya çalışmalıdır.
•
Bu zihniyet değişimini başarabilirsek, liyâkat ve adalet sorunlarını çözebilirsek ülke olarak koşmaya başladığımız görülecektir. Bu aynı zamanda yaşanan toplumsal ve sosyolojik ayrışmaların tedavisine de katkı sağlayacaktır.
Hedeflerimizle icraatlarımız ne kadar uyuşursa, ne kadar koşabilirsek ümidimiz o kadar artacaktır. En azından vazifenin hakkı verilmiş olur.