Hazret "492. Mektûb"ta ise bu Zât'ın, aradan çok uzun zamanlar ve devirler geçtikten sonra gönderilip O'nun Zâtî tecellîsi ile zuhur bulacağını; bu tecellî sâyesinde onun ilâhî isim ve sıfatlara mazhar olan bütün irfân sahiplerinin aslı ve kaynağı olacağını beyan buyurmuştur:
"Bilesin ki; gölgenin aslına doğru Sultanî bir yolu vardır. İkisinin arasında saman çöpü kadar bile aslâ bir perde olmaz. Her ne kadar ikisinin arasında engel gibi bir şey bulunuyorsa da, o engeller asıldan dönüp kendine yönelmesinden dolayıdır.
Gölge, ancak aslın emanetini üzerinde taşır. Çünkü gölgede bulunan güzellik, olgunluk ve ona bağlı olan şeylerin hepsi asıldan istifade edilerek elde edilen şeylerdir. Eğer aslın aracılığı olmadan bir nasip geliyorsa, o da herhalde sadece yokluktur. Düşünülecek olursa bu da hiçbir şey değildir, karışığı ve katışığı olmayan bir itibardır, bir haysiyettir."
........
"Sübhan olan Allah'ın âdeti öyle olmuştur ki; şefkat ve merhametinin yüceliğinden dolayı, aradan uzun asırlar ve uzun zamanlar geçtikten sonra, tam mânâsı ile 'Fenâ'dan ve mükemmel mânâda 'Bekâ'dan sonra bir devlet sahibine, en mukaddes Zât'tan bir numune verilir. Nitekim onun aslı, daha önce 'İsimler' ve 'Sıfatlar' iken, bu ikram ve ihsandan sonra o pek mukaddes Zât'ın numunesi ile var olur.
Daha önceki arazların (yani kendi kendine vücud bulmayıp başka bir cevherle meydana gelen keyfiyetin) hepsinin bir araya gelişlerinin hakikati de hibe edilen bu zât olmuş olur. İnsanın kemâliyetinin sonu da, onun sonu ile son bulur. Onun hakikatindeki nimet de tamamlanmış olur.
Bu noktada öyle bir söz söylüyorum ki, bu sözü dikkatle dinlemek gerek:
Hibe edilen o Zât ile kaim olmak, anlatılan o irfan sahibine mahsus değildir. Gerçeği şu ki, bir araya gelen arazlardan ibaret olan âlemin bütün fertlerinin varlığı, daha önce isimlerle ve sıfatlarla olduğu halde şimdi ise, hibe edilen o Zat'a bağlı kılınmıştır. Böylelikle her şeyin ayakta kalışı, hibe edilen o Zât ile olmuştur.
Şiir:
"Allah'a ne zorluğu olur,
Âlemi bir şahsa doldurur."
İnsan hilâfetinin sırrı, hilâfet hakkındaki şu Âyet-i kerime'de gerçekleşmektedir:
'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' (Bakara: 30)
Ayrıca:
"Allah Âdem'i kendi suretinde yarattı." (Buhârî)
Hadis-i şerif'inin hakikati de burada anlaşılmaktadır.
Arzettiğim şu sözüme gelince;
'En mukaddes Zât'tan bir numune verilir.'
Bu söz, kelimelerle ifade edememekten dolayı söylenmiş bir sözdür. Yoksa numunenin orada tahammülü olamaz, onun suretinde hiçbir şey açığa çıkarılamaz. Sûretin hiç orada bir yeri olur mu?
Şu hususun da bilinmesi yerinde olur ki:
Anlatıldığı şekilde bir irfan sahibi, bir asırda fazla olmaz. O irfan sahibi uzun asırlardan sonra ancak gelebildiğine göre, bir asırda fazla olması nasıl tasavvur edilebilir ki? Böyle bir devletin zuhuruna bir zaman tayin edecek olsak, onu doğrulayacak insan azdan da azdır.
"Ey Rabb'imiz! Katından bize rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi başarılı kıl!" (Kehf: 10)
Şu hususun da bilinmesi gerekir ki;
Zât bekâsı şerefine nâil olmuş olan irfan sahibi, işte hibe edilen o Zât'tır ve onun bir keyfiyeti yoktur. İşte bu Zât, bütün itibarların ve şekillerin ötesindedir. Onun keyfiyetsiz mânâdan yana nasibi vardır. Bu Zât'ın, keyfiyetsiz olan mücerret Zât'a doğru Sultanî bir yolu olur. Böylelikle o hibe edilen Zât, irfan sahibinin künhü, hakikati olur. Zira künh, bütün itibarların ve şekillerin ötesindedir. Bu zât ise, tüm itibarların ötesinde bulunmaktadır.
.......
Şimdi dinle!
Bir araya gelmiş arazlardan ibaret olan âlemin fertlerine, daha önce anlatıldığı üzere, o hibe edilen irfan sahibinin zâtı ile bir ayağa kalkma durumu hasıl olunca; aynı şekilde anlatılan o irfan sahibinin zâtının tavassutu sayesinde, şânı yüce pek mukaddes zât ile bir bağlantı meydana gelmiş olur. Ayrıca bu sebeple, onlara o mukaddes mertebeden bir nasip hasıl olmuş olur. Zira onların zâtı, irfan sahibinin zâtının aynıdır. Onun zâtının tavassutu ile, sanki onlara keyfiyetsiz zât ile, keyfiyetsiz bir irtibat hâsıl olmuş gibidir. Böyle olmakla beraber onların intisabı, irfan sahibinin aracılığı ile, en mukaddes Zât'adır. Zira hakikatte o zât, irfan sahibinin zâtıdır.
Şimdi hiç duyulmamış bir söz dinleyeceksin!
Hemen herkesin bizâtihi en mukaddes Zât'a intisabı vardır. O mukaddes mertebeye keyfiyetsiz olarak asaleten kavuşur. O mukaddes mertebeden bereketler ve feyizler almak için de hürdür. Bu durumda arada tavassut edenler bulunmaz. Ancak bu vasıtalar, sadece o mukaddes mertebenin dışındadır. O münezzeh mertebeye ulaşan herkese, istidadı kadar asalet yollu bir nasip vardır.
Her işin hakikatini en iyi bilen Sübhan olan Allah'tır. Selâm Hakk'a tâbi olanların üzerine olsun!" ("Mektûbât"; 492. Mektûb}
Hazret bu beyanlarında her şeyin ayakta kalışının, hibe edilen o Zât ile olduğunu ifşâ etmektedir. Kimin hibesi? Allah-u Teâlâ'nın hibesi. O öyle murad etmiş. Mahlûkun hiçbir hükmü yok, çünkü mahlûk yok ki hükmü olsun. Aslında her şey O'nunla kaim, fakat O, o resimde tecellî etmiş. Diyeceksiniz ki, beşerde bu olur mu? Olur! Beşerde O'nun tecelliyâtı ile olur. Çünkü bir kimsenin O'nu görmesi mümkün değildir, amma bir kimsenin beşeri görmesi mümkündür. Lâkin beşerdeki hârikulâde hâl O'nun hâlidir. İşte halk bunu göremez ve bilemez.
Çadırın direği dururken herkes rahat. Fakat çadırın direği yıkılırsa ne olur bilmiyorum. Allah-u Teâlâ o direkle murad ettiğini tutar. Amma direği alırsa kimi tutar?
Onun tüm itibarların ötesinde bulunmasının mânâsı; o bir hediye-i ilâhîdir, ilâhî bir lütuftur, ilâhî bir ihsandır. O'nunla hareket ediyor, O'nun namına hareket ediyor. Bu ise Allah-u Teâlâ'nın öyle murad ettiğinden, O'nun seçmesinden ve oraya O'nun koymasından ötürüdür. Başkası koyamaz, kendisi de oraya çıkamaz. O seçip O koyduğu için, oraya hiç kimsenin ulaşması mümkün değildir.
En basit temsil Karagöz oyunudur. Amma Karagöz'ün hükmü yok. Hüküm oynatanın ve ipleri çekenindir.
Bu hususu şöyle arzedelim; Meselâ bir kimse var, halk arasında hiç tanınmıyor, bu kimseyi valilik makamına oturtmuş olsalar, bir anda itibar kazanır. İşte bunun gibi Allah-u Teâlâ bir kulunu kendi makamına çıkarırsa, O'nun itibar vermesi ile o kul itibar sahibi olur.
Hazret: "Böyle bir devletin zuhuruna bir zaman tayin edecek olsak, onu doğrulayacak insan azdan da azdır." sözü ile; onu anlayacak, idrak edecek, o rûhâniyeti kavrayabilecek insanın, azdan az olacağını beyan etmektedir.