Hazret arzettiğimiz beyanlarında bahsi geçen Ârif'e; "Ene" kelimesinin tekrar dönmeyeceğini, ne isminin ne de resminin kalacağını, çünkü en kâmil "Beka"nın en tamam "Fenâ" üzerine oturtulduğunu ifşâ etmektedir.
Bu Zât-ı âlî çok mühim bir hususa temas etmiş. Sülûk yolundaki her veli küçüle küçüle o noktaya kadar iner ve o noktada kalmak ister. Niçin? Varlığını bilmek için ve bildirmek için. O ise küçülür küçülür, bir noktaya gelir, fakat o, o noktada kalmasını istemez. Çünkü onda o nokta da yok, o noktayı da ifnâ etmiş. Onun ismi de yok cismi de yok, nâmı nişanı da yok, hiçbir varlığı yok. Yani var olmak istemiyor. Fakat diğerleri istiyor. Niçin istiyor? Bileyim için, bilinsin için.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri yine bu beyanlarında; Hazret-i Zât mertebesinden nasip almanın bu Ârif'e mahsus olduğuna, zira bu Ârif'in Hazret-i Zât ile bâki olduğuna, ondan başka "Fenâ" ve "Beka"dan elde edilen ne varsa, onun nasibinin isimlerden ve sıfatlardan olup, Yüce mukaddes Zât'tan olmadığına işaret etmektedir.
Bunun mânâsı; o Allah-u Teâlâ'nın isminden sıfatından istifade etmiştir, nasibini almıştır, amma Zât'tan almamıştır. O ise Zât'tan alıyor. O da çok büyük. Büyük amma, bu büyüklerin büyüğü. Çünkü büyüklük Hakk'tan gelir, mahlûktan değil. Bir kul varlığını ifnâ ettikten sonra, mazhar olduğu tecellî Hakk'ın tecellîsidir.
Hazret arzettiğimiz beyanlarında onun fenâsı karşılığında, Allah-u Teâlâ'nın "Bekâ"sını ikram ettiğini, fânî kıldığı şeyde, onu bâki yaptığını ifşâ etmektedir.
O Var'da yok olmuş, O da onu var etmiş. O O'nunla var olmuş. Varlığından geçmiş, var ile olmuş. Hülâsa olarak o fâni olmuş, Bâki kalmış.
Bir kere sevdi mi her güzellik onun, sevmedi mi her kötülük onun. Bu böyledir, bütün bunlar sevgiden ileri geliyor. Sevdiğinden ötürü ona bu lütufları bahşediyor.
Bu noktada bir hususu da arzetmiş olalım:
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah göklerin ve yerin nûrudur." (Nûr: 35)
Kişi yerin göğün olmadığını, bütün bu yaratılanların O'nun "Ol!" emr-i şerif'i ile husule geldiğini bilecek. O yarattığı için, yerin göğün ve içindekilerin bir nur olduğunu, nur fışkırdığını gördüğü zaman, O'nunla baktığı zaman bu Âyet-i kerime'nin sırrına mazhar olur.
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor, amma sen görmüyorsun. Senin görmemen onun öyle olmadığı demek değildir. O öyledir. Fakat senin mânevî gözün kör olduğu için yer görüyorsun, gök görüyorsun, taş görüyorsun, ağaç görüyorsun. Fakat dikkat ederseniz Allah-u Teâlâ Tahrîm sûre-i şerif'inin 6. Âyet-i kerime'sinde cehennemin yakıtının insanlar ve taşlar olduğunu beyan buyuruyor. Binaenaleyh cemâdat da, nebâtat da, hayvanat da, insan da hepsi yaratılmıştır.
Cemâdat da O'nu biliyor, sen taş görüyorsun. Halbuki ona öyle bir hassa vermiştir ki, insana cisim verdiği gibi, ona da bir cisim vermiştir. O'nunla O'nu tanıyor ve ibadet ediyor. O yarattığı için, işte o zaman nur oluyor. Amma sen onu taş görüyorsun. Senin kalbin taş olduğu için taş görüyorsun. İçindeki nuru görmüyorsun.
Toprak da öyledir. Dikkat ederseniz kupkuru bir toprağa suyu indiriyor, dilediği nebâtâtı fışkırtıyor. Sen fışkırtsana! O ona o hassayı vermiş. Seni o topraktan çıkaracak, o topraktan yiyeceksin ve tekrar o toprağa gireceksin. Şu halde o toprak da O'nun emri ile hareket ettiği için o da bir nur oluyor, kendi başına değil. Binaenaleyh her şey böyledir. Fakat insanoğlu bunu görmüyor. Daha doğrusu O'ndan başka bir şey yok. Bu yaratılanlar perdedir. İnsan da perde, hayvan da perde, yer de perde, gök de perde, her şey birer perdedir. Bu perdeler Azamet-i ilâhî'yi örten birer cisimdir. Vaktaki varlığını O'nda ifnâ ederse Var görünür. O zaman Var'la bakılır. Var'la bakıldığı zaman yalnız O görülür. Çünkü en kalın perde kişinin varlığıdır. Bu varlık hakikati görmeye mânîdir.
Amma Allah-u Teâlâ kime müyesser ederse, varlığını ifnâ ederse, Var husule gelir. Meğer O imiş. Amma geçti be kardeş! Öldükten sonra mı anlayacaksın?
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer siz süfli arza bir ip sarkıtmış olsanız Allah'ın üzerine düşerdi." (Tirmizî)
Çünkü O'ndan başkası yok ki başkasının üzerine düşsün. Amma senin varlığın O'nu örtüyor.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyat: 21)
O'ndan başka mevcut yok. Ötesi hep perdeden ibarettir. Sen de bir perdesin, kâinat da bir perdedir. İçinde O var. Fakat insanoğlu o perdeyi görüyor da içindekini görmüyor. Yani perdeyi görüyor da tutanı görmüyor. Senin de içinde, kâinatın da içinde.
Bir Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyuruyor:
"Allah o Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyum'dur." (Bakara: 255 - Âl-i imrân: 2)
Her şeyin içinde O olduğunu bildiğin ve gördüğün zaman o nur olur. İkincisi, O'nunla kaim olduğunu gördüğün zaman O'nu görürsün, ötesinin perde olduğunu bilmiş olursun. Yarattığı her şeyin içinde O var. Her şey O'nunla var. O var ediyor, O'nunla kâim. O zaman varlık diye bir şey yok. Sıfat var, resim var. Asıl O, ötesi suret. Her şey O değil, fakat hiçbir şey de O'ndan ayrı değil.
O öyle bir Allah ki, O'dan başka ne bir ilâh vardır, ne de bir mevcud vardır. Her şeye hayat veren O'dur, her şey O'nunla kâimdir.