Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri, Allah-u Teâlâ'nın onun irşadını yayacağını beyan buyuruyor ve yaydı.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Kararmış olan âlem onun zuhur nuruyla aydınlanır. Onun hidayet ve irşad nurları bütün âleme yayılır." buyurmuşlardır. ("Mektûbât"; 260. Mektûb)
Hiçbir kimsenin irşadı dünyaya sirayet etmemişti. Fakat bu irşâd dünyaya sirayet etti. Hem zâhirî hem bâtınî birleşince bu şekilde dünyaya sirayet etmiş oldu. Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş.
Allah-u Teâlâ bir Âyet kerime'sinde buyurur ki:
"Lütuf ancak Allah'ın elindedir. Onu ancak dilediği kimselere verir. Allah büyük lütuf sahibidir." (Hadîd: 29)
Ezelden bu kandilleri halketmiş, koymuş, öyle murad etmiş. Mahlûka âit hiçbir şey yok.
Allah-u Teâlâ Yahya Aleyhisselâm'a, son Peygamber'in ümmetinden olan bu büyük zâtı müjdeleyerek nebilerin ve resullerin dahi gıpta edeceği bir kemâlatla göndereceğini vahyetmiş ve beyanlarının bir noktasında şöyle buyurmuştur:
"İzzet ve Celâl'ime yemin ederim; ben onu öyle bir gönderişle göndereceğim ki, Nebi'ler ve Resul'ler dahi ona gıpta edecekler!"
Gıpta etmelerinin sebebi ve hikmeti; onu Allah-u Teâlâ gönderdiği için, azmini O verdiği için, irşadını O yaydığı için, bu nuru bütün dünyaya O sirayet ettirdiği içindir.
Zira Allah-u Teâlâ diğer nebileri ve resulleri yakınlarına, yahut kendi kavimlerine, kendi muhitlerine, kendi mıntıkalarına gönderdi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i ise umuma gönderdi. Bu ise Rahmeten lil-âlemîn olan Hâtem-i nebi'nin vekili olduğu için, onun irşadını hem dünyaya sirayet ettirdi, hem âlemlere sirayet ettirdi. Onun vazifesi olduğu gibi nakledildiği için, umumî bir irşad var.
Allah-u Teâlâ din-i mübini korumak için, ayakta tutmak için bu siyah bayraklıları seçmiş ve bu lütfa mazhar etmiş.
İşte siz bu hizmettesiniz, fakat farkında değilsiniz. Allah-u Teâlâ dünyaya bu nurun yayılması için sizi vesile kıldı. Şükredin, "Çalıştım!" demeyin.
"Allah'ım bu verdiğin nimeti elimizden alma!" diye niyâz edin. Allah-u Teâlâ bu dini sizinle ayakta tutuyor.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri Hakk'a vusûlün cezbe ile olanının "Efrad" adı verilen seçilmişlere mahsus olduğuna dair "Mektubat" adlı eserinin 285. Mektub'unda şöyle buyurmuşlardır:
"Sona kavuşanlardan birçokları da vardır ki, 'Seyr-i ilâllah' yolculuğunu katettikten ve 'Bekâbillâh' makamına kavuştuktan sonra, bunlara kuvvetli bir cezbe ihsan ederler. Bu şekilde cezbe zinciri ile, kanca takıp çeker gibi çekip alırlar. Orada soğukluk bulaşmaz, gevşeklik gelmez.
Bunlar yükselmek için şaşılacak garip işlere ihtiyaç hissetmezler. Bunların dar olan halvetine semâ ve nağmenin giriş yolu yoktur. Vecd ve tevâcüd (kendinden geçme) bunlara göre makbul bir şey değildir. Bilâkis bu cezbeli yükselme ile ulaşılabilecek en son mertebeye çekilir, ulaştırılırlar.
O Server-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-e uymak sayesinde, ona mahsus olan makamdan nasipler elde ederler.
Vusulün bu çeşidi, ancak 'Efrad' denilen seçilmişlere mahsustur. 'Kutup'lara bu makamdan nasip yoktur.
Allah-u Teâlâ'nın ihsanı ile, sonun sonuna kavuşan bir seçilmişi, bu âleme geri çevirirlerse ve istidatlı kimselerin terbiyesi ona havale edilirse, bu sırf Allah-u Teâlâ'nın fazlıyladır. Nefsini kulluk makamına indirirler. Ruhu, nefisten ayrı olarak Allah-u Teâlâ'ya müteveccih olur.
Anlatılan zat 'Ferdiyet' kemâllerine sahiptir. 'Kutup'ları yetiştirme yetkisine sahiptir. Burada 'Kutup'la 'Kutb-u irşad'ı kastediyoruz, 'Kutb-u evtad'ı değil.
Zılliyet (gölge) makamlarının ilimleri, marifet derecelerinin asliyeti kendisine verilmiştir.
Daha doğrusu onun bulunduğu makamda ne zıl (gölge) vardır, ne de asıl vardır. Zira bu zat zılli de aslı da aşmış ve geçmiştir.
Cidden böyle bir kâmil ve mükemmil (kemale erdirici) bir zâtın varlığı bulunmaz bir şeydir. O kadar ki, uzun asırlardan, uzun zamanlar geçtikten sonra onun zuhuru olsa dahi bir ganimettir.
Âlem onunla nurlanır. Onun bir bakışı kalp hastalıklarını giderir. Bir teveccühü beğenilmeyen kötü huyları silip süpürür.
O öyle bir zattır ki, Uruc (yükselme) makamlarını tamamlamış, hepsinden daha yükselmiş, Kulluk makamına inmiş, ibadetle mutmain olmuş, huzura ermiştir.
Bu tâifenin içinde, velâyet makamlarının en üstünü olan 'Abdiyet' makamına yerleşen seçilmişler de vardır. Mahbubiyet makamına kabiliyet de buna verilir. Bu ise, velâyet mertebelerinin bütün kemâllerini taşımakta ve 'Dâvet' derecesi makamlarının hepsini içine almaktadır.
Nübüvvet makamlarına has olan 'Velâyet-i hassa'dan pay almaktadır.
Hülâsa, onun şanı şu mısrada bildirilmektedir:
'Bütün güzellerde bulunan, yalnız sende var!"' ("Mektûbat"; 285. Mektûb)
Kul olabilmek ne demek biliyor musunuz? Allah'ta hiç olabilmek demektir. Varlığın zerresi kalmayacak.
"Allah'ta hiç olabilmek" noktası çok gizlidir, mahluka âit olan bir husus değildir. Allah-u Teâlâ tecellî ettiği zaman ve o Allah-u Teâlâ'yı gördüğü zaman, O'na ulaştığı zaman; ateşte yanıp giden küçük bir kâğıt gibi hükümsüzdür, üflesen gider. Gerçek hüküm Hazret-i Allah'tadır. O'nun tecellî ettiği yerde mahlûkun hiç hükmü olmadığı gibi, değil varlık, varlığının eseri bile olmaz.
Çünkü o artık Hakk'a varmıştır. Hakk'a ulaştığı zaman hiç olur, Var'ın karşısında varlığından eser kalmaz. Bu noktayı açmak mümkün değildir, sırrın da sırrıdır, hâl noktasıdır.