Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- der ki:
"Yol üzerinde bir yerde konaklamıştık, orada şiddetli bir susuzluğa uğradık. Susuzluktan boyunlarımız kopacak sandık. Münâfıklardan bazıları: 'Eğer o peygamber olsaydı, Allah'tan yağmur diler, yağmur yağdırırdı.' dediler.
Resulullah Aleyhisselâm onların böyle söylediklerini duyunca:
'Rabb'imizin sizi yağmurla sulayacağını umarım.' buyurdu.
Ellerini kaldırıp duâ etmeye başladı. Daha ellerini indirmemişti ki, Allah-u Teâlâ bir bulut gönderdi, yağmur yağmaya başladı."
Abdullah bin Ebî Hadred -radiyallahu anh- der ki:
"Boşanan o yağmurda ben Resulullah Aleyhisselâm'ın tekbirini hâlâ işitir gibiyim."
Fakat münâfıklar hiç umursamadılar: "Gelip geçen bir bulutun işidir." deyip geçtiler.
İslâm ordusu Hicr'den ayrılıp Tebük'e doğru yürüdüğü ve mola verip sabahladığı bir yerde Resulullah Aleyhisselâm'ın devesi Kasvâ kayboldu. Ashâb-ı kiram bir süre aradılarsa da bulamadılar.
Kaynuka oğulları yahudilerinden iken müslüman olmuş bir münâfık:
"Kendisinin peygamber olduğunu söyleyen ve size gök haberlerinden haberler veren Muhammed değil midir? Halbuki o, devesinin nerede olduğunu bilmiyor!" dedi, ileri geri konuşmaya başladı.
Münâfığın bu sözü Resulullah Aleyhisselâm'a ulaştırıldığında şöyle buyurdu:
"Vallâhi ben ancak Allah'ın bana bildirdiğini bilirim, bir şeyi bildirmedikçe bilemem.
Şimdi Allah onu bana gösterdi. Kasvâ şu vâdinin içinde, vâdinin de şöyle şöyle olan tarafındadır. Yuları bir ağaca takılmış olarak duruyor. Onu bana haydi getiriniz."
Hemen gittiler ve deveyi getirdiler.
Sefer sırasında münâfıklardan bir süvari bölüğü önde gidiyor ve kendi aralarında Kur'an'la, Peygamber'le alay ediyorlardı.
"Şu adama bakın, Şam kalelerini ve köşklerini fethetmek istiyor. Heyhat, heyhat... Siz Rumlar'la çarpışmayı Araplar'ın birbirleri ile çarpışması gibi mi sanıyorsunuz? Vallâhi biz sizi bir sabah iplere ikişer ikişer bağlanmış olarak görür gibi oluyoruz." diyerek, mücâhidlerin mânevîyatlarını sarsmaya çalışıyorlardı.
Bununla beraber hem İslâm'la ve müslümanlarla alay etmelerinin açığa vurularak, hem de kendileri hakkında nâzil olacak vahiyler ile Allah-u Teâlâ'nın kendilerini rezil ve rüsvay edeceğinden korkuyorlardı.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Münâfıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin inmesinden çekiniyorlar.
De ki: Siz alay edin bakalım! Allah çekindiğiniz şeyi kesinlikle ortaya çıkaracaktır." (Tevbe: 64)
Resulullah Aleyhisselâm Ammar bin Yâsir -radiyallahu anh-e:
"Şunların yanına git, çünkü onlar ateşte yanmış bulunuyorlar. Ne söylediklerini kendilerine sor. Şayet inkâr edecek olurlarsa: 'Hayır! Şöyle şöyle söylediniz.' de." buyurdu.
Ammar -radiyallahu anh- yanlarına vardı ve onlara bu sözü söyledi. Onlar da huzura gelerek özür dilemeye başladılar. Resulullah Aleyhisselâm devesinin üzerinde idi. Vedîa bin Sâbit, devenin yularına yapışarak:
"Yâ Resulellah! Biz ancak lâfa dalmıştık, yol yorgunluğumuzu unutturmak için şakalaşıyor ve eğleniyorduk." dedi.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ indirdiği Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurdu:
"Eğer onlara soracak olursan: 'Biz sadece lâfa dalmış şakalaşıyorduk.' derler.
De ki: Allah ile, O'nun âyetleriyle ve O'nun Peygamber'i ile mi alay ediyorsunuz?" (Tevbe: 65)
Allah-u Teâlâ onların yalan mâzeretlerine hiçbir değer ve kıymet vermedi. Çünkü doğru söyledikleri farzedilse dahi, Allah-u Teâlâ'nın celâl ve azameti, Âyet-i kerime'lerinin yüksek mevkii, Resulullah Aleyhisselâm'ın yüksek makamı, ister ciddi ister şaka yollu olsun, kesinlikle hafife alınmayacak derecededir.
Daha sonra Allah-u Teâlâ onların durumlarını ortaya çıkarıp rezil ederek şöyle buyurdu:
"Hiç özür beyan etmeyin. Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz. İçinizden bir kısmını affetsek bile, suçlu olduklarından dolayı bir kısmına da azap edeceğiz." (Tevbe: 66)
Çünkü onlar münâfıklıkta ve cürüm işlemede ısrar ettiler.
Allah-u Teâlâ'nın münâfıklıktan suçlarını bağışladığını bildirdiği kimselerden birisi Muhaşşi bin Humeyyir -radiyallahu anh- olmuştu. Daha sonra da Abdurrahman adını aldı, Allah-u Teâlâ'dan yeri bilinmemek üzere şehit edilerek öldürülmesini niyaz etti. Yemâme savaşı günü şehit düştü ve hiçbir izi bulunamadı.
Uzun ve zahmetli bir yürüyüşten sonra ordu Medine-i münevvere ile Şam arasındaki mesafenin tam ortasında Tebük denilen yere vardı. Gerek Bizans'tan ve gerek Arap kabilelerinden hiçbir hareket görülmedi. Mute'de üç bin müslümanın gösterdiği kahramanlık ile Tebük seferine iştirak eden İslâm kuvvetlerinin büyüklüğü, Arap kabilelerinin mâneviyatını kırmış, Bizans'ı da saldırı fikrinden vazgeçirmişti.
Tebük'te müslümanlar, Bizans tehlikesinin boş bir düşünceden ibaret bulunduğunu öğrendiler. Düşmanın harbetmek istemediği anlaşılmıştı.
Resulullah Aleyhisselâm Tebük'te yirmi gün kaldı. Ashâb-ı kiram'ı ile istişare etti. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
"Yâ Resulellah! Eğer ileri gitmekle emredildiysen gidelim." dediğinde:
"Emredilmiş olsaydım, bu hususta sizinle istişare etmezdim." cevabını verdi.
Bunun üzerine Ashâb-ı kiram:
"Yâ Resulellah! Gördüğün gibi onlara bir hayli yaklaştık. Onlar senin karşına çıkmaktan korktu." dediler.
Gerçekten de Resulullah Aleyhisselâm'ın mükemmel bir ordu ile Şam civarına kadar gelmesi siyasi açıdan çok büyük önem taşıyordu. Bizans'a meydan okumuş, müslümanlığın şerefi her tarafa yayılmış, maksat hâsıl olmuştu. Şam'da bulaşıcı olan Taun hastalığı olduğu işitildi.
Resulullah Aleyhisselâm Eyle hükümdarı gibi, Cerba, Ezruh halkları gibi, Dûmetü-l Cendel hükümdarı gibi o bölgede bulunan birtakım küçük hıristiyan toplulukları ile antlaşmalar yaptı.
Sınırda sükûnet ve emniyet sağlandığı için dönülmeye karar verildi.