Allah-u Teâlâ sevdiği kullarını nefislerinin istemediği şeylerle imtihan etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde:
"Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz." buyuruyor. (Enbiyâ: 35)
Bu dünya öyle bir imtihan ve deneme yeridir ki, her hayrın önünde bir şer engeli vardır.
Kimi insan bal ile kimi insan zehir ile tedavi edilir. Hangisi ile şifâ bulacağını ancak Mevlâ bilir. Bal ile şifâ bulacak bir hastaya zehir, zehir ile şifâ bulacak bir hastaya da bal verilirse, hastalığı daha da artar.
Zehirle tedavi gerçekten acı gibi görünür. Karşıdan gören öldü veya ölecek zanneder. Bir gün, bir sene yahut birkaç sene sürebilir. Halbuki burada ölen nefistir, dirilen ruhtur. Dolayısıyla o zehirde hayat vardır. Allah-u Teâlâ sevdiği için o zehiri içirmiştir. O ise Allah-u Teâlâ'nın kendisine zulmettiğini zanneder, lütfettiğini bilmez.
Bu zehir nasıl olur? Meselâ ona huysuz bir kadın veya hayırsız bir evlât verir. İçten dıştan ibtilâlara maruz bırakır. İçten gelmezse dıştan gelir; komşudan, arkadaştan gelir. Ne suretle zehir alacağını ona rızık taksimi gibi ezelden takdir ve taksim etmiştir, o anda vermemiştir.
Hayat seyrimizin bütün anlarını bilir, zamanına göre o ibtilâyı verir.
Nefis o ibtilâ esnasında acıyı duyunca ruh onun zulmünden sıyrılır ve dirilir. Yılanın boğazı sıkıldığı zaman ağzındaki kurbağayı çıkarır, çünkü kendi hayatı gidiyor. Nefis de böyledir, arzuları ile ruhu daima kendi himayesine almaya çalışır. Fakat sıkıştırıldığı zaman, hayatı tehlikeye girdiği için her şeyi unutur. İşte Allah-u Teâlâ böyle büyük bir ibtilâ ile de en büyük şifâyı bahşeder.
Aynı zamanda ibtilânın imtihanı da vardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar öyle kimselerdir ki, Allah kalplerini takvâ için imtihan etmiştir." (Hucurât: 3)
İmanımızın derecesi imtihan zamanında belli olur. Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himaye ettiği kullar, imtihanda olduğunu görür gibi inanır ve teslim olur. Buna "Firâr-i İlâllah" denir, Allah'ına sığınıp başka hiç kimseden bir şey beklemez.
•
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin başına gelen ibtilâya bakın ki bir oğlu, çok sevdiği diğer oğlunu vurdu. Giderken de onu vurmaya gittiğini söylemiş. Vâlide hanım:
"Efendi! Sana:'Onu vurmaya gidiyorum.' dedi de niçin mâni olmadın?" dediğinde:
"Hazret-i Allah takdir ettiği işte kişinin basiretini bağlar." buyurmuş.
Vâlide hanım söylemişti, Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Kimseye demezsen sana Ahmet'i gösteririm." buyurmuş, o da söz vermiş.
Bir gün sabah namazından sonra Ahmet eve gelmiş, babasının ve annesinin elini öpmüş. Bir müddet oturduktan sonra:"Hadi oğlum kalk git!" buyurunca kalkıp gitmiş. O gider gitmez Vâlide hanım komşulara söylemiş, ondan sonra bir daha da görememiş.
Bir defasında Medine-i münevvere'de bulunuyorduk. Üzerimizde büyük bir ibtilâ vardı. Bu sıkıntı esnâsında büyük bir ihsanla taltif etmişlerdi. Gayr-i ihtiyâri "Bu ibtilâyı alsanız!" dedik. "O zaman verdiğimizi de alalım." dediler. "Yok, o kalsın." dedik, "Öyleyse o da kalsın." dediler. Biz de sükût ettik. O mükâfatın gitmemesi için o anda o en şiddetli ibtilâya râzı olduk.
Hiçbir şey yoktur ki, ibtilâsız verilmiş olsun.
Bu noktada bir hususu açık olarak arzetmiş olalım. Farz-ı muhâl ki Allah-u Teâlâ:"Ey kulum! Seni şöyle bir ibtilâya maruz bırakacağım ve bu ibtilânın karşılığında da şu mükâfatı vereceğim, râzı mısın?" buyursa, "Râzı değilim." dersin. Öyle şiddetli ibtilâlar var ki, o büyük mükâfatı da belki fedâ edersin. Fakat O dilerse hem sana o ibtilâyı verir, seni imtihana çeker; hem o mükâfatı verir, hem de sen susarsın. Gizli bir sır. Sonra o da gelip geçer.
Allah-u Teâlâ'nın kişiyi ne ile imtihana çekeceğine akıl ermez. O ne ile imtihana çekerse çeksin, insan Hakk'tan yana olmalıdır. Ne ibtilâ verirse versin Hakk'ın yanında olmalıdır.
Nefse ağır geliyor, yoksa Hakk'tan gelenin hepsi güzeldir, çünkü Güzel'den geliyor. Hepsi hoştur, çünkü Hoş'tan geliyor.
İbtilâ demek mükâfat demektir.
Farz-ı muhal ki; bir düşmanınızla dövüşüyorsunuz. Bir dostunuz yetişti, bir darbede onu tesirsiz bıraktı ve siz kurtuldunuz.
İbtilâ işte bu dostunuz gibidir. Ruh nefisle mücadele ve münâkaşa halinde iken, Allah-u Teâlâ nefse bir ibtilâ verir, azgın nefse bir ibtilâ tokmağı vurulur, nefis o darbe altında bocalayıp inlerken ruh kurtulmuş olur, sıyrılır gider. Yani ruh, düşmanı olan nefsin elinden ibtilâ ile kurtulur.
İbtilâ bu kadar değerlidir, daha doğrusu Allah-u Teâlâ'nın büyük bir ikramıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Allah kime hayır dilerse onu musibete uğratır." buyuruyor. (Buhârî)
Herkes ateş olarak görür, içindeki nuru dilediğine gösterir. O'nun her taksimi güzeldir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Erkek olsun, kadın olsun bir mümin Allah'ına günahsız, tertemiz kavuşuncaya kadar; başından, çoluk-çocuğundan, malından ibtilâ eksik olmaz." (Tirmizî)
İbtilâ iyi olmasaydı, Allah-u Teâlâ en sevgililerine verir miydi?