Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz şöyle anlatıyorlar:
"Şeyhime karşı içimde bir muhabbet uyandı. Yalın ayak olarak uzun bir mesafe kat ettim ve şeyhimin huzuruna vardım.
Vardığım zaman; "Gelen kim?" diye sordular.
"Efendim Bahaddin." dediler.
Bunun üzerine; "Atın onu dışarıya!" buyurdular.
Beni dışarıya attıkları zaman nefsim serkeşlik yapmak istedi. Bende nefsime dedim ki; 'Ey nefis serkeşlik yapma. Şeyh ne yaparsa haklıdır.' Bu duygular içinde boynumu büküp, kapının eşiğine koydum ve sabaha kadar o vaziyette bekledim. Sabahleyin şeyhim namaza çıkarken boynuma bastı.
'Bu kim?' diye sordular.
'Efendim Bahaüddin' dediler.
Bu sefer beni içeri aldılar, ayağımdaki dikenleri bizzat kendisi çıkardılar. Daha sonra da kendi hırkalarını çıkarıp bana giydirdiler ve 'Oğlum bu sana lâyık' dediler."
Onun için imtihanlar bitmez. Allah'ım imtihanları verdirdiği kullardan etsin.
"Biz seni imtihan için göndermiştik; imtihanın buydu, icraatında buydu." derler. O kadar...
Saha-i imtihandayız. İtimat edin; her sözümüz zaptediliyor, her hareketimizin fotoğrafı çekiliyor. Şimdi kim Hazret-i Allah'ı beğenirse yok olur, kim nefis putuna dayanırsa nefis putu ile olur. Başka türlü olması mümkün değildir. Onun için herkes imtihan sahasında icraatını yapacak ve o icraatıyla beraber ahirete intikal edecek. Herkes her şeyini görecek ama iş işten geçecek. O kadar ince hesap var ki Hazret-i Allah zerreden soracak. Sonra hayır ise mükâfatını, şer ise cezasını verecek.
İnsanoğlu bunlardan haberdar değil, farkında da değil. Her an kontrol edildiğimizi, yaptıklarımızın kaydedildiğini, her sözümüzden mesul olacağımızı da bilmiyoruz. Her şeyi kendimizin bildiğini zannediyor, başkalarını küçümsüyor, "Ben olmasam bunlar bir şey yapamaz" diyoruz. Fakat bunlar nefis putunun parçalarıdır, öyle bir hale getirirki insanı, hep kendinin bildiğini, hep kendinin haklı olduğunu zanneder, kendi hatalarını göremeyip, hatalarını başkalarına atfeder, onlar yapıyormuş gibi, başkalarını onları kötüler fakat her şey görülüyor ve biliniyor, zavallı insan yine yapacağını yapıyor. Kula düşen kulluk iken, tevâzu kanatlarını yerlere sermek iken, padişahlık taslıyor.
Hakk ile olanı Hakk idare eder ve Hakk onu kurtarır. Ama halk ile olan, nefis ile olan, şeytan ile olan şeytanın maskarası olur. Şeytan onu istediği gibi evirir, çevirir, sahneye koyar. Sonra ne olur? Sonrasını sen düşün!
Bunun için dikkat ederseniz Hazret-i Allah'a yakın olan kullar ilk evvel varlığını ifna etmeye çalışır.
En güzel numunemiz Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ne buyurmuştu?
"El-fakru fahri."
"Fakirliğimle övünürüm." (K. Hafâ)
Yani; "Ben fakirim, hiçbir şeye sahip değilim. Ruhum, bedenim, malım her şey O'nun."
İşte Hazret-i Allah'tan korkanlar, Hazret-i Allah'a yakın olanlar yaklaştıkça Var ile olurlar varlığını atarlar. Fakat yolun zâhirinde olanlar varlıktan gıda alırlar, varlıkla iftihar ederler. Açığını söyleyeyim ki; az önce izah ettiğim derûni noktaya varanlar çok az kişidir. Fakir kitaplarda bunu şöyle temsil ile açıklamıştır:
Bu yola milyonlarca kişi girer. Seyr-u sülûka girince, döküle döküle birkaç fert kalır. Bu kalan fertler süzülür, O da dilediğini dilediği kadar huzuruna alır. Bu "Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır" kitabında da şöyle geçer:
"Zahiri ulemâ kapıda yazı yazar, kendisine bakar allâme olarak görür."
Ulemâ böyle olduğu gibi cahil derviş de böyledir. Her yaptığı hareketi nefsine mal eder, kendisinin bir iş yaptığını zanneder. Bir gün hakikat karşısına çıkınca ayılır. Fakiri bu kapıda on dört sene tuttular. Bu on dört sene zarfında öyle tecellilere mazhar olurdum ki; "Artık bütün hakikati şimdi öğrendim!" derdim. Her tecelliyat sonrasında "Şimdi daha iyi bildim!" diyerek burada on dört sene tuttular. Sonra o kapıdan içeriye aldıklarında hiçbir şey bilmediğimi orada öğrendim. Dışarıda iken her şeyi biliyorum zannediyordum. Nefis o tecelliyatları kendisine mal ediyormuş. Daha ilk adımda hiçbir şey bilmediğimi öğrendim. Sonra Cenâb-ı Hakk lütfu, ihsanı, ikramıyla biraz daha içeri alınca bu sefer hiçbir şey olmadığımı öğrendim. Merhalelere dikkat edin. On dört sene sonra hiçbir şey bilmediğimi, birçok sene sonra da hiçbir şey olmadığımı öğrendim.
Zavallı insan! Hiçbir şey bilmediği halde, bildiğini zannediyorda, etrafına bilgiçlik taslayıp, başkalarını cahil görüyor. Ama hiç kendini görmüyor, çünkü nefis göstermiyor.
Hazret-i Allah insan için:
"İnsan çok zâlim ve çok câhildir." buyurdu. (Ahzâb: 72)
Zâlimdir; nefsine de beşeriyete de zulmeder.
Câhildir; bilmiyor kör gözü ile konuşuyor. Ama o sözün nereye gittiğinin hesabını yapmaya muktedir değildir.
Şimdi bu yolun inceliklerini hissedebildik mi? Bu incelikleri Hazret-i Allah kime vukuf ihsan buyurursa ona duyurur, kime de vukuf ihsan buyurmaz ise o işitir. İşitme ayrı şeydir, duyma ayrı şeydir. İşitme ile duyma arasında nasıl ki fark var ise bâtıni ile zâhiri arasında da böyle fark vardır.
İşte onun için fakir der ki:
"O'nun duyurduğu, O'nun bildirdiği, O'nun gösterdiği esastır, ötesi zandan ibarettir. Allah'ım lütfu ile doldurduğu, hakikati gösterdiği kullardan etsin de bizi bu zanda bırakmasın."
Bu sohbetlerden ne anlıyorsunuz? Hayatın boşa geçtiğini anlıyor musunuz? İnsan bütün hayatını sarfeder, sarfettiğini de bilmez, hep kârda zanneder. Vaktaki hakikati görünce; "Eyvah, hayat boşa geçmiş!" der. Şu halde ne yapmak lâzım? Hakk'a yaklaşmak için çareler bulmak lâzım. Ömür biterse sermaye toplamak için ikinci bir hayat yok, çünkü en değerli sermaye ömürdür. Bu sebeple bu çok kıymetli sermayenin dakikasını değil nefesini dahi zayi etmemek lâzım.