Ebu Abdullah (Muhammed bin Alî el-Hakîm et-Tirmizî) -rahimehullâh- buyurdu ki:
Ben, birleşmesinden tâ ki zafere ulaşıncaya kadar ruhu, bütün ilâhi sanatın ceseddeki nakışlarıyla bitişmiş halde buldum.
Kalbin eleminden, değişmesinden ve güçsüzlüğünden dolayı cesede illet (mânevi hastalık) isabet ederse, ruh da bununla meşgul olur. Çünkü tümüyle cesedin içine nakşedildiği için, bu yer ona da dar ve sıkışık gelir.
Zâhiren ya da bâtınen herhangi bir konumda cesede nekbet (belâ ve musibet) isabet edince, bu yerden rûhun üzerine de yerleşip onu da meşgul ettirir.
Nefiste elem mevcut olunca, nefsin nekbet (musibet)i kalbi de işgâl eder.
Kalp ve ruh, onları itaate dâvet ederler; nefis ise onları şehvâni arzulara dâvet eder.
Ruhun ve kalbin meşguliyeti akla nazar etmek olduğuna göre, şu halde bu çağrı nedir?
Onun seyri nereyedir?
Hangi şeye delâlet etmektedir?
Ayrıca bunun ziynetlendirdiği, gösterdiği ve tarif edip bildirdiği şey nedir?
[Burada] aklın arta kalanı iptal olur, kul artık muhabbete muhtaç olur. Muhabbetin halâvetini (tatlılığını) duyar, halâvetin ise ferahlığını duyar.
İhlâsla kalbe ve rûha ulaşınca, bunun meşgûliyeti ferahlığın tatlılığı ile ilgili bu meşguliyetten de sıyrılmayı sağlar.
Ferahlıkla onun kalbi açılıp genişler, gönderilir, takvâya erişir, neşeye erer.
Şu kadar var ki, yine ferahlıkla zaafa düşer, ezilir ve sıkışıp daralır. Nefsin elemi tekrar ettikçe halâveti (tatlılığı) da elden gidiverir.
Kul, "kul"u bilip tanımaktan, artık Rabb'ini de çıkarır; onunla O'nu da bilir. O'nu bilince ve tanıyınca, O'na olan muhabbetinden dolayı kalbinin içindeki şeyle, ilâhi ilmin ateşi ve nuru alevlenir. Bu muhabbet [75] imana yöneliktir; tâ ki [ona] Allah'tan, O'nun sayılı velilerinin muhabbetine nispet edilebilecek ilâhi bir meded gelsin.
O'na olan muhabbetinden dolayı bu muhabbet öylesine uzar ki, nihayet O'na vâsıl olur. Kul nekbet ve musibetinden herhangi bir nekbet ve musibet erişince, artık O'na tutunarak onun eleminden sıyrılır ve yalnız O'nunla meşgul olur.
O artık O'nun marifetine, yani O'nu tanımaya yönelir; bu ilim ona öncekilerin ilimlerini de öğretir.
O'nun meşîet ve irâdesi, O'nun yarattıklarından daha öne geçmiştir.
İşte bu ilim ilâhi bir heyecan içindedir, onda O'nun eleminden yana hiçbir şey bulunmaz.
O'nu tanımak (marifet), O'nu bilmek demek olduğu için, O'nun marifeti (tanımayı) gerçekleştiren meşîet ve iradesi, "Azâmet-i İlâhi"ye dek ulaşır, ilâhi azamet ise onu dağıtıp paramparça eder.
Ruh ve kalp dağılıp parçalandığı vakit, o artık ezilir ve baskıya maruz kalır; üstelik [bu] nefsinin içinde defalarca kez tekrarlanır, ruh da meşguliyet içinde kalır.
O'nun muhabbetine kavuştuğunda ise yine vasfettiğimiz şeyin üzerinde olur ve rahatlığa kavuşur.
Allah-u Teâlâ peygamberleri -salavâtuhu ve selâmuhû aleyhim- ve velileri işte bu muhabbetle teyid edip destekler ki, onların da sıfatları "Ubûdiyyet" (kulluk) olsun.
O, ilâhi meşîet (dileme) meydanında cömertlik ve keremi üzere onları kendisine çeker ve ilâhi güzelliklerini bahşeder; nefsi ezer, ruhu inceltir ve kalbi tâzeler.
Ebu Abdullah (Muhammed bin Alî el-Hakîm et-Tirmizî) -rahimehullâh- buyurdu ki:
Allah âdemi (insanı) yarattı ve onun göğüs kafesinin içinde etten bir organ halk etti, onu adlandırmak istediğinde "Kalp" diye isimlendirdi. Onu âzâlar üzerine hükümran kıldı, kalbi muhafaza etmeye kendisini vekil tayin edip onu tuttu, Ehad (Bir)'e ulaşmada ona yorgunluk vermedi.
O, kalpleri kendi dilediği şekilde döndürdü ve aklı ona vekil tayin etti, aklın içine de marifet-i İlâhi'yi ve ilm-i Billâh (Allah'ı bilme)'yi koydu. Onun bâtınını şehvânî arzuların kökleri ile iç içe kıldı ve eşyanın şehvetini de onun içine yerleştirdi, böylece onu heva ve hevese de vekil tayin etti.
Heva ve hevesin konumu, Allah'tan gafil olmanın zulmeti (karanlığı) içindedir. Akıl ise Allah'ı tanımanın ve "İlm-i Billâh"ın, yani Allah'ı bilmenin içindedir, senin kalbini Allah'a doğru yürütüp sevk eder.
Heva ve heves, senin nefsini fâni olan şehvetlere çağırır. Her ikisinin de bir kokusu ve onların her birinde bir hayat vardır.
İkisinden biri semâvi, diğeri arazidir.
İkisinden biri ruh, diğeri nefistir.
Ruhun evi başın içindedir, o bütün cesedde izini sürdürür. Nefsin evi ise karnın içindedir, o da bütün cesedde izini sürdürür.
Nefis de aslen ruha tutunmuştur, bu tutan bir kapak mesabesindedir ve aslından sıyrılıp çıkmaya güç yetiremez, tâ ki herhangi bir şey sonunu getirmiş olsun. Uyuyan kimsenin kapatılıp tutulması da bu kabildendir. Onun mesafesi uzamışsa, tutucu kapaklara bir illet yerleşmiş, hareketler gitmiş, âzâlar ölü gibi yüz döndürmüş demektir. Bu ise nefisten arta kalan şeyin cesedin içinde azalması nedeniyledir. Artık onun tutunduğu şey dışında hiçbir şey kalmamış, bilinci çıkıp gitmiştir.
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Allah öleceklerin ölümleri ânında, ölmeyeceklerin de uykuları esnâsında ruhlarını alır." (Zümer: 42)