Ebû Abdullah (Muhammed bin Alî el-Hakîm et-Tirmizî) -rahimehullâh- buyurdu ki:
Haşyet; ilâhi ilimden, havf (korku) ise ilâhi müşâhededendir. Haşyet toparlayıcı, korku ise açıcıdır. Buradaki müşâhede, ilâhi azâmete likâ (kavuşma) ile alâkalı; havf (korku) ise ilâhi azâmetle ilgili her korku hakkındadır.
"İlm-i billâh" yani "Allah'ı bilmek"; seni hükümranlığın yegâne sahibi olan Sultân'a ulaştırmaya sebeptir. Nasıl ki senin Celâl'e ulaşmana sebepse, Cemâl'e dahi ulaşmana sebeptir. Nitekim senin ilâhi İzz (Ululuk) ve Kibriyâ'ya ulaşmanı da o gerçekleştirir; ilâhi Kibriyâ'yı sende yerine getirdiği gibi, ilâhi Kerem'i de sende yerine getirir ve artık sende, seni ilâhi Meşî'et (dileme)'den kaynaklanan bir korkuya iletecek, O'nun mekri ve tuzağından yana büyük bir tehlike içinde olma hâlini meydana getirir. O sende buna erişme hâlini gerçekleştirirken, ilâhi Cûd'a (cömertliğe) ulaşan yolu da senin için açar; bu da sende ilâhi Heybet'i husule getirir. İlâhi Heybet'e ulaşma halinin de sende gerçekleşmesi, seni O'na karşı muhabbet ve O'nunla Üns'ün varlığına iletilmeye sevk eder. İşte bunun için biz deriz ki; "İlâhi haşyet toparlayıcıdır." Çünkü ilâhi haşyet "İlm-i billâh"tan; yani "Allah'ı bilmek"ten ileri gelir.
Bunun içindir ki O, indirdiği Âyet-i kerime'de şöyle buyurmuştur:
"Kulları içinde Allah'tan en çok korkanlar âlimlerdir." (Fâtır: 28)
Daha sonra ise, O'nun izi üzere şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki Allah Azîz'dir, çok bağışlayıcıdır." (Fâtır: 28)
Kulları içinde Allah'tan en çok korkanların âlimler oluşunun, onların "İlm-i billâh: Allah'ı bilme"lerinden ileri geldiğini bilmen gerekir.
O Celîl'dir, onlar O'nun Celâl'inden korkarlar. Sonra Allah'ın Azîz ve Gafûr olduğunu bilmelerinden dolayı ilâhi haşyet onlarda toplanır. Bu "Azîz", O'nun emelleri veya O'nun isteklerinin yerine gelmesi ya da O'ndan ümit edilenle ünsiyetin korkusunu üzerine çeker. Azîz; verse de, yükseliş verdiğinden dolayı gerçekleşmez; müstehak kıldığı kimseye de, müstehak olmayan kimseye de pekâlâ verebilir.
İşte O'nun kendi kudret eliyle, kulları içinde cömertlik ve kereminin büyüklüğünden yana en geniş ve bol hisseye sahip kıldığı kimse (Hâtemü'l-velâye) de böyledir. O, ona verdiği ilâhi ihsânın, ulviyet ve yüceliğin, mânevi yüksekliğin, güç ve kudretin ondan gayrısına çok azını vermiştir.
Nitekim O'nun: "Ey Mûsâ! Benim vereceğim karşılık, Azâmet'imin gücü nispetindedir." buyurması;
İnzâl buyurduğu (Kur'ân)'daki bu Âyet'te:
"En çok korkanlar âlimlerdir" (Fâtır: 28)
Buyurup, daha sonra:
"Şüphesiz ki Allah Azîz'dir, çok bağışlayıcıdır." (Fâtır: 28)
Buyurması da tıpkı bunun gibidir; "Âlimler benim Celâl'imden paylarını aldıklarında, benim izzetim, fahrim, güzelliğim ve refetimden yana hisselerine kavuştuklarında; alabildiğine geniş mağfiretim, bitmek-tükenmek bilmez ümîdim ve affım, ilâhi haşyetimi de beraberinde getirerek onlarla birleşir. İşte bu şeyleri bilenlerde benim haşyetim de gerçekleşir." mânâsına geldiğini gösterir.
[72] İlâhi havf (korku)'ya gelince; o ise ilâhi müşâhede'den ileri gelir. Onlar ilâhi azâmeti müşâhede ettikleri vakit bu ilimler gider ve artık onlar ilâhi azâmet denizinin içinde bekletilirler. Onların timsâli nehirlerin içinde bulunan bir kimseye benzer. Bu nehirler kesişerek tek bir denize ulaşır. O bu nehirlerin içinde, ünsiyet ve vahşetin karma karışık hâlleri üzerindedir. Denizin içinde nehirlerin bilinci geçip gitmiş olduğunda, bu kez denizin korkusu onu tutar. Nehirler de zaten denizin bir şubesidir. Nehirlerdeki binek, diğeriyle ünsiyet ettiren bu nehirlerin meşakkatinden yana her bir vahşeti ondan çıkarıp onu hâli kılar. Denize kavuşmuş olunca da, bu defa denizin ürpertisi hepsinin üzerini sarıp kaplar, üns de vahşet de ortadan kalkar. Bunların hepsi, nehirler ondan daha sakin ve yumuşak aktığı için olur. Akan nehir, atıkları ve taşları da beraberinde sürükleyip götürür; yürürken, akarken, dururken ve çağlarken de onu gösterir. Onun sahibi onu vahşet ve korku içinde tutar ki; nehir yumuşayıp, yatışıp sakinleştiğinde tekrar ona alışabilsin. Denize ulaşmış olunca da korkar ve kalbinde topladıkları onu tutar, kalbi muallakta kalır.
İşte havf (korku) sahibi de böyle olur, onun kalbi de O'nun meşîet (dileme)sinde muallak halde kalır. Çünkü o da azâmet denizinde, ilâhi meşîetin korkusu içindedir. Ne onun bu azâmetinin dışına çıkabilir, ne de bunun da O'nun meşîetinden çıktığını görebilirler.
Haşyet sahibi rahat ve güzel bir hâldedir; Havf (korku) sahibi ise korkunun ortasında, sıkışık ve dar bir hâldedir.
Haşyet O'nunla masiyetler arasında dolaşır durur. Onun hareketleri gizlilik içinde olur ve onun, yani bu şehvetlerin başlangıçlarına kendisi de muttali olur. Havf (korku) ise bu şehvetlerin rutûbetlerini kurutur ve nefsin hayatını içine gizler, artık şehvetler kurur; nefis başları birbirine geçmiş halkalar gibi haşyet içinde olur.
Havf, Nebiler ve Resuller -salavatullahi ve selamuhu aleyhim- için, haşyet ise sıddîklar için geçerlidir.
Haşyeti içlerinde gizli tutan umumun durumunun misâli, alabildiğine geniş bir vadide, enlemesine ve boylamasına uzanan bir araziye kendisini vurmuş, fakat onun içinde arslanlar da bulunduğunu ilmel-yakîn bilen bir adamın timsâli gibidir. O bu arazide enlemesine ve boylamasına rahat ve emin bir şekilde seyreder, arslandan söz edilince de çok az havf (korku) duyar. Nitekim arslanlar hakkında bilgisi de vardır; lâkin bu arazinin genişliği ve mesafenin çok büyük olması nedeniyle onunla karşılaşmak onun için bir hayalden ibaretir, ondan bahsedilince de onun çok uzağında bulunduğunu düşünür. Üstelik uzakta olduğunu haber aldığında nefsi daha da fazla mutmain olur. Nefsinin itminanı nedeniyle bu arazinin sağından ve solundan, en uç noktalardan çekinmeden gider, buna olan ihtiyaçları sebebiyle ona uyuşup alışmaya çalışır. Bu mezraada onun dağınık bir şekilde izlerine [73] rastlayınca ise heyecanlanıp ondan çekinir; umumun yoluna ulaşıp dönüş yapabilmek için, artık sınırların sağı-solu arasında, uç noktalarda dolaşmaktan korku ve haşyet duyar. Tekrar yola dönünce ise emniyet ve güven içinde olur. Umumun yoluna çıkmayacağını bildiği için de çok az bir şey dışında, buna haşyet ve korkusu nedeniyle ondan yüz çevirir, artık o çoğu zaman kendi vatanının içinde bulunur. Bu nedenle sen ona yola çıkamayan biri de diyebilirsin. Yola çıktığında ise, her tarafta onun izini gördüğü zaman onun dışına çıkmadığından dolayı, bu hususta eziyete uğramamıştır diyebilirsin. O artık haşyeti, korkuyu kendine bir delil edinmiş ve burada dolaşmayı terk etmiştir. Yoldan dönüp de yola devam etmesi gerekince, nefsi mutmain olup yatışmış ve bunu yol edinmiş; arslanla karşı karşıya gelirim diye onu gözetip durmuş, zira artık müşahade eder hale gelmiştir.
İşte O'nun yolu üzerinde durabilmeyi sağladığı için, bu ilâhi havf (korku)nun yeri de burasıdır. Haşyet sahibinin temsili de arslanı gören, yol üzerinde dururken onunla karşılaşan kimseninki gibidir.
Âyet-i kerime'sinde buyurduğu üzere;
"Çünkü Rabb'in her an gözetlemededir." (Fecr: 14)