Resulullah Aleyhisselâm münâfıkların asılsız özürler uydurduklarını bildiği halde, yaratılışındaki hilim sebebiyle onlara savaştan geri kalma izni vermişti. Allah-u Teâlâ, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin verdiği bu izni tasdik etmemiş ve Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Allah seni affetsin! Doğru söyleyenler sana besbelli olup, yalancıları bilmeden önce, neden onlara izin verdin?" (Tevbe: 43)
Bu Âyet-i kerime, münâfıklara karşı daha sert, daha katı davranılması hususunda bir uyarıdır. Çünkü onlar İslâm'ın yüzkarasıdırlar.
Allah-u Teâlâ'nın Resulullah Aleyhisselâm'ı af ile müjdelemesi ise, hakkında ilâhî bir iltifattır. Daha fazla dikkatli olmaya yönelik bir tembihtir.
•
Resulullah Aleyhisselâm izin vermese bile münâfıklar sefere çıkmamakta kararlı idiler.
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ müminlerin izin istemeyeceklerini bildirerek şöyle buyurdu:
"Allah'a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten (kaçınmak için) senden izin istemezler.
Allah takvâ sahiplerini çok iyi bilendir." (Tevbe: 44)
Mümin cihada kendiliğinden katılır. Hele hele topyekün seferberlik emri verilmişse başka türlü olamaz.
Muhâcirler'in ve Ensâr'ın ileri gelenleri:
"Cihad hususunda Resulullah Aleyhisselâm'dan izin istemeyiz. Çünkü Rabb'imiz onu defalarca emretti ve bizi teşvik etti. Elbette canlarımızla mallarımızla durmadan cihad edeceğiz." derlerdi.
Hatta Resulullah Aleyhisselâm onlara kalmalarını, cihada katılmamalarını emretmiş olsa idi, bu onların gücüne giderdi.
Bu Âyet-i kerime İslâm'la küffar arasındaki bir savaşın, müminle münafığın ayırımını sağlayan ölçü olduğunu göstermektedir.
Şu halde imanın hükmü ve gereği izin istememektir.
"Senden ancak Allah'a ve ahiret gününe inanmayanlar, kalpleri şüpheye düşüp, şüphelerinde bocalayıp duranlar izin isterler." (Tevbe: 45)
Ne yapsalar o şüpheden kurtulamazlar. Şüpheden şüpheye yuvarlanır dururlar. İmandan küfre, küfürden imana mekik dokur dururlar. Menfaat olduğu zaman imana meylederler, bir zorluk bahis mevzuu olduğu zaman küfre doğru kayarlar.
•
Münâfıklar:"Hazırlığımız yok!" diye özür uyduruyorlar ve izin istiyorlardı.
Halbuki:
"Eğer onlar çıkmak isteselerdi, elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı." (Tevbe: 46)
Durumları da buna elverişliydi. Hiçbir hazırlık yapmadıklarına göre, demek ki sefere çıkmak ve cihad etmek istemiyorlardı.
"Fakat Allah onların savaşa çıkmalarını uygun bulmadı ve onları yoldan alıkoydu.
Onlara:'Oturanlarla beraber oturun!' denildi." (Tevbe: 46)
Aslında Allah-u Teâlâ onların bu şerefli İslâm ordusu içinde yer almalarını istememişti.
Bunun da sırrı ve hikmeti şu idi:
"Eğer içinizde onlar da (sefere) çıkmış olsalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranıza sokulurlardı." (Tevbe: 47)
Hâin kişiler ordu için büyük tehlikedir.
Şayet o münâfıklar savaşa çıkmış olsalardı, mücâhidler arasında fitne ve tefrika çıkarmaya çalışırlardı.
"İçinizde de onlara iyice kulak verenler var. Allah zâlimleri gayet iyi bilir." (Tevbe: 47)
Onların sözlerini dinleyenler, onların samimi olduklarını zannederek hemhâl olanlar, onların gerçek durumlarını bilmeseler dahi, bu durum müminler arasında büyük bir fesadın çıkmasına sebeptir.
Münâfıklar Tebük seferi'nden önce Uhud ve Huneyn savaşları sırasında da müslümanlar arasında tefrika çıkarmaya, ayrılık yapmaya çalışmışlardı.
Nitekim bu hususta Âyet-i kerime'de şöyle buyuruldu:
"Andolsun ki daha önce de fitne koparmak istemişler ve sana nice işler çevirmişlerdi.
Nihayet hak geldi ve onlar istemedikleri halde Allah'ın emri galip geldi." (Tevbe: 48)
Ve o münâfıklar rezil ve rüsvay oldular.
•
Sefere çıkmamak için izin isteyen münâfıklar öyle küstah idiler ki, Allah yolunda cihaddan geri kalabilmek için dini ve ahlâkî mahiyette özürler uyduruyorlardı.
Bunlardan biri de Cedd bin Kays idi. "Ensâr bilir ki ben kadınlara düşkün biriyim. Şam taraflarındaki Rum dilberlerini görürsem sabredemem!" demek çirkefliğini göstermişti.
Allah-u Teâlâ kalplerinde gizledikleri niyetlerini açığa çıkararak Âyet-i kerime'sinde bu hususta şöyle buyurdu:
"İçlerinde öylesi de var ki:'Bana izin ver, beni fitneye düşürme!' der.
İyi bilin ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem kâfirleri kuşatacaktır." (Tevbe: 49)
Dinden görünmeleri onları cehennemden kurtaramayacak, hatta bu yaptıkları cehennemin kendilerini çepeçevre kuşatmasına sebep olacaktır.
Onların münâfık olduklarının delili Âyet-i kerime'de apaçık ortaya konulmuştur:
"Eğer sana bir iyilik dokunursa, fenâlarına gider, sana bir kötülük erişirse de:'Biz daha önceden işimizi sağlama almıştık.' derler ve sevinç içinde dönüp giderler." (Tevbe: 50)
Kurtulduklarına ve müslümanların başına gelen belâlara sevinirler.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bu gibi kimselere üç hususu hatırlatmasını emir buyurmaktadır:
"De ki:Allah bizim için ne yazmış ne takdir etmiş ise ancak bize o ulaşır. O bizim sahibimizdir.
Müminler yalnız Allah'a güvenip bağlansınlar." (Tevbe: 51)
"De ki:Siz bize iki güzellikten başka bir şeyin gelmesini mi bekliyorsunuz? Halbuki biz Allah'ın kendi katından veya bizim ellerimizle size bir azap getireceğini bekliyoruz.
Öyleyse bekleyedurun. Biz de sizinle beraber bekleyenleriz." (Tevbe: 52)
"De ki:İster gönüllü ister gönülsüz infak edip durun, sizden aslâ kabul edilmeyecektir.
Çünkü siz yoldan çıkan bir topluluk oldunuz." (Tevbe: 53)
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde münâfıkların ne kadar hakir kimseler olduklarına işaret ettikten sonra, onların savaşa iştirak ettirilmemelerini beyan buyurmaktadır:
"Allah seni onlardan bir grubun yanına döndürdüğünde, eğer senden savaşa çıkmak için izin isterlerse, de ki:Benimle beraber aslâ çıkmayacaksınız ve benimle hiçbir düşmana karşı savaşmayacaksınız. Çünkü siz ilkinde (Tebük seferi'nde) oturup kalmaya râzı oldunuz. Şimdi de geri kalanlarla beraber oturun." (Tevbe: 83)
Resulullah Aleyhisselâm'ın son seferi sayılan Tebük, müminlerle münâfıkların arasındaki dış bağların da kopmasına sebep oldu ve tamamen güçlenen İslâm devleti'nin bünyesinde artık bu gibi iç düşmanların sökülüp atılması zamanı gelmişti, savaşa katılmalarına müsaade edilmedi.