Son yıllarda Türkiye adı konulmamış bir savaşın tam ortasında.
Birliğimizi, beraberliğimizi, vatan topraklarımızı, ekonomimizi, insan kaynağımızı, her şeyimizi hedef alıyorlar.
Küffarın şüphesiz daha büyük niyeti var. Gerekirse bütün dünyayı yakmaya azmetmiş durumda.
Bu sebeple fırsat buldukça vaktin daraldığını, büyük bir hızla ve azimle büyük harplere hazırlık yapmamız gerektiğini duyurmaya çalışıyoruz.
Hamdolsun devletimiz de bu konuda bilinçli. Gayret ediyor. Ancak iki hususta istediğimiz seviyede değiliz:
Birincisi; ekonomide (sanayi ve tarım başta) milli ve yerli üretimimiz yeterli seviyede değil. Ciddi çalışmalar var ama bu çalışmalara büyük bir ivme kazandırmak için topyekün milleti ve devleti harekete geçirmek lâzım.
Son ekonomik saldırı bize bu fırsatı veriyor. Ancak zaman geçiyor, bu fırsatı kaçırmamak lâzım.
İkincisi ise yeni teknolojik fikir ve ürünler hâlâ bürokratik duvarı aşmak için büyük zahmetlere katlanmak zorunda. Bu bağlamda üniversitelerimiz de yılların birikimi sebebiyle bilim adamlarının önünü açmakta yetersiz.
Dikkat ederseniz küffarın bize karşı başlattığı adı konulmamış savaş içerisinde millet ve devlet olarak şunu müşahede ettik: Devlet milletin desteğini aldığında, daha doğrusu milletimiz karşı karşıya olduğu tehdidi tam ve net bir şekilde kavradığında her türlü güçlüğün üstesinden gelebiliyoruz. Zira bu necip milletin necip olanlarında tarihten gelen bir cihad aşkı var. Küfrün, zulmün, zorbalığın karşısında; dinini, vatanını müdafaa ve muhafaza etmek için canı dahil her türlü fedakârlığı yapmaya hazır. Yapıyor da.
Unutulmamalıdır ki, devlet demek; bina, makine, araç gereç demek değildir. Devlet dediğimiz soyut varlık; en başından en alttaki memuruna kadar binlerce çalışanı ile bu milletin fertlerinden oluşan ve bu milletin manevî varlığından beslenen büyük bir organizasyondur.
Yargı, güvenlik ve istihbarat bürokrasisi kadar, vergi memuru, öğretim görevlisi, doktor, öğretmen, mühendis, hemşire, teknisyen, hizmetli bütün devlet çalışanları devletin birer uzvudur. Ve hatta bu daireyi sanayici, esnaf, çiftçi … şeklinde genişletmek mümkündür.
Devletin memuru olan her bir fert, etrafında ailesi, akrabaları, arkadaşları ve onların aileleri ile birlikte yüzlerce belki binlerce kişi ile, yani toplumla, milletle etkileşim halindedir. Dolayısı ile millet doğru bilgiye sahip olduğu zaman, yapması gerekeni bildiği zaman; içinde bulunduğu toplumdan etkilenen devlet memuru da işini ona göre yapacaktır.
Bu milletin başına yıllarca bela olmuş terör sorunu üzerinden örneklendirirsek;
Yıllarca terörün boyutu bu milletten (devletten) saklandı. Bu durum terörle mücadelenin sadece güvenlik kuvvetlerine yıkılmasına sebep oldu. 90'lı yıllarda terörle mücadele eden bu milletin kahraman evlatları vatan uğruna binlerce canını feda ederek küffarın terör ile ulaşmaya çalıştığı amaca engel oldular. Fakat bütün bunlar yaşanırken papaz kılıklı ajanlar, konsolos kılıklı kışkırtıcılar elini kolunu sallaya sallaya memlekette dolaştılar. Gazeteci kılıklı terör destekçileri fütursuzca yazı yazdılar, kitaplar yazarak teröre benzin taşıdılar. Terör destekçisi öğretmenler sınıflarda aleni terör propagandası yaptı, belediyeler terörün lojistik üssü olarak kullanıldı.
Bütün bunlar yaşanırken millet (devlet) doğru bilgilendirilmediği için bütün bürokratik aygıt sorunu gerçek boyutuyla göremedi. Yahut millet baskısı olmayınca kimse elini taşın altına koymak istemedi. Topyekûn bir mücadele yapılamadı. Bu yüzden büyük bedellerle elde edilen zaferlere rağmen terör -küffar devletlerinin desteği ile- yine canlanıp daha güçlü bir şekilde karşımıza çıktı.
Oysa bugün topyekûn bir mücadele yapılıyor. Amerika gibi bir süper güç, İsrail gibi bir sinsi güç aleni olarak bu teröristleri desteklediği halde; içeride, dışarıda, Suriye'de, Irak'ta teröristler nefes almaya korkuyor, terör destekçileri kafasını kaldıramıyor, yabancı istihbaratçılar tutuklanma korkusu ile hareket edemiyor, diplomat-ajanlar eskisi gibi elini kolunu sallayarak dolaşamıyor, terörün belediyeleri, uyuşturucuları, kaçakçılıkları her şeyi elinden alınıyor. Bütün para muslukları birer birer kesiliyor. Terör yuvaları tarumar ediliyor.
Bu duruma gelmemizde devleti yönetenlerin bilinçli ve azimli gayreti birinci etkense, ikincisi milletin-devletin olayı tüm boyutlarıyla doğru bir şekilde biliyor olmasıdır. Millet ne yapması gerektiğini biliyor. Belki en küçük bir vergi memuru terör finansmanı yapanları yakalıyor, savcı sadece eli silahlı teröristlere değil onları destekleyen her unsura karşı benzer teyakkuzla hareket ediyor, vali her alanda ona göre tedbirini alıyor.
15 Temmuz darbe teşebbüsünde de millet bu teşebbüsün küffarın bir saldırısı olduğunu ferasetiyle sezdiği için büyük bir direniş gösterdi. Küffarı ve küffarın ajanlarını elleriyle püskürttü.
Büyük bir küresel yalan imparatorluğu kurmaya çalışan siyonist şebekeye karşı en büyük silahımız hakikattir, doğru bilgidir.
Binaenaleyh bütün mühim işlerde bu önemli ayrıntıyı kaçırmamak lazımdır. Unutulmamalıdır ki; milletimizi (devletimizi) doğru bilgilendirmek ve ne yapacağını doğru anlatıp, doğru harekât tarzını empoze etmek başarının en temel anahtarlarındandır.
Küffarın son taarruzu bildiğimiz üzere ekonomiden geldi. Küffar surda bir gedik buldu ve yumuşak karnımızdan bizi vurmaya çalıştı.
Uzun ekonomik analizler yapmaya gerek yok. Sağlam bir ekonomiye sahip olmanın ve karşılaştığımız ekonomik taarruzu atlatmanın çaresi belli:
Milli ve yerli üretim.
Bunu zaten devlet yöneticilerimiz de biliyor, bu badireyi atlatmak için elinden geleni yapıyor. Bir bilinç ve gayret var. Meselâ Ticaret Bakanlığı "Yerli üretim" logosu tasarlayarak halkımızın ürünleri tanıması için güzel bir adım attı.
Mamafih millet doğru bilgilendirildiğinde ve bilinçlendirildiğinde çok daha kısa zamanda çok daha büyük neticeler almak mümkün olur.
Ancak millete yapılması gerekeni değil, başka şeyler empoze ettiğimiz için bu fırsat kaçmak üzere. Enflasyonla mücadele önemli ama asıl önemli olan elden kaçıyor.
Dışarıdan gelen birçok ürünün yerli veya milli muadili var. Olmayanların da Türkiye'de üretilme potansiyeli var. Ancak devlet-millet bunu bir seferberlik ruhuyla talep etmesi lazım.
Meselâ milli bir araba markamız yok ama Türkiye'de üretilen birçok araba markası var. Şimdi sormak lazım. Acaba Türkiye'de fabrikası olmayan markaların satış rakamları ne kadar azaldı? Halbuki şu ortamda bu markaların satış rakamlarının yere çakılması lâzım. Yine devlet araba alırken yerli üretim markaları mı tercih ediyor, yoksa lüks olsun diye pahalı alman arabalarını almaya devam mı ediyor?
Eğer böyle bir talep yığılması başarabilirsek milli otomobil üretmek için devletin iteklemesine gerek kalmaz, sanayiciler kendileri üretmek için gayret ederler.
Yine yerli üretim cep telefonları var, ama bunlara karşı talepte nasıl bir artış var? Telefon almaya giden bir kişi yerli üretim niyetinde olsa bile, telefon satan esnafta bu bilinç olmazsa yine yeterli ivmeyi yakalayamayız.
Bırakın sanayi ve teknoloji ürünlerini tarım ürünlerinde dahi bu böyle.
Bu bağlamda aynı zamanda yerli üreticinin, çiftçinin onere edilmesi, tabir caiz ise kahramanlaştırılması; şehir hayatını bırakıp tarımsal üretim yapmaya çalışan bazı insanlarımız gibi örneklerin rol model olarak milletimize sunulması lâzım. Ve tabii üretilen ürünün değerini bulabilmesi için gerekli tedbirlerin de alınması elzem.
Hatırlarsanız Amerika'dan gelen ekonomik saldırının ilk günlerinde insanlar elinde dövizle yahut Amerikan üretimi telefonlarla dolaşmaya utanır hale gelmişlerdi. Bu havayı kaybetmek üzereyiz.
Bu bilinç doğru kanalize edilirse, bürokratı, sanayicisi, üreticisi, işçisi, çiftçisi yerli bir ürün alırken, yahut yerli ve milli üretim yaparken "Biz aynı zamanda vatan savunması yapıyoruz." bilincine kavuşturulabilirse bu badireleri çok daha hızlı atlatabiliriz.
Bu yöntemle milli ve yerli üretim ve kullanım seferberliği başlatmak, gümrük duvarları inşa etmekten daha etkili sonuçlar doğuracaktır. Gümrük duvarlarını halkın bilincinde kurmamız lâzım. Bu sayede elde edilen ivme ile Japonya, Almanya, Kore gibi üreterek ihracat yapan bir ekonomiye dönüşebiliriz.
Savunma Sanayiinde yakaladığımız yerli ve milli üretim bilinç ve gayretini her alana yaymamız lazım.
Çok bilinen bir hakikattir ki; yakın zamana kadar milli ve yerli silah sanayiimizi geliştirmek için fedakârca çalışan kahramanlar çeşitli maskeler altında karşılarına çıkan engelleri, duvarları aşarak bir şeyler başardılar. Bu yolda önüne çıkan duvarları aşamayan yahut suikasta uğrayan nice vatan evladı oldu.
Çok şükür o devirler geride kaldı. Ancak bir şeyler başarmak isteyenlerin önünde hâlâ bazı duvarlar var. Bu duvarları da kaldırabilirsek -teşbihte hata olmasın- suyun önündeki barajın yıkılması gibi tahminlerin ötesinde gelişmelere şahit olabiliriz. Duvarlara gelince;
Birincisi; Silahlı Kuvvetler ve Savunma Sanayii bürokrasisinde şöyle bir durum var: Kullanıcı tarafından talep edilmeden bir silah yahut ürün geliştiren bir kimse ne kadar yenilikçi yahut ne kadar gelişmiş bir ürün geliştirirse geliştirsin bunu kabul ettirmesi çok zor oluyor. Bu yüzden birçok üretici gelen taleplerin haricinde kendi kendine bir maceraya atılmıyor. Talepler ise haliyle genelde düşmanda gördüğümüz şeylerin muadilini ya da daha gelişmişini istemekten ibaret kalıyor. Bu durum biraz da insanın doğasından kaynaklanıyor. Meselâ tuşlu telefondan dokunmatik telefona geçerken belli bir yaşın üstündeki insanların büyük kısmı bir müddet tereddüt geçirmiştir.
İkincisi; üniversitelerimizin durumudur.
Unutulmaması gereken bir ayrıntı şudur ki; Baykar'ın İHA-SİHA yolculuğunun başlangıcındaki ilk "Mini İHA"nın yapılmasında Bayraktar ailesi kadar Şırnak 6. İç Güvenlik Tugayı'nın kapılarını açarak onlara her türlü desteği veren şehit Yarbay Melih Gülova vardır.
Bu örnekten yola çıkarak şöyle bir çözüm geliştirilebilir: Özel Kuvvetler Komutanlığı gibi doğrudan Genelkurmay'a bağlı özel bir "Teknoloji Geliştirme ve Deneme" birliği kurulabilir. Teknoloji ve bilime aşık insanlarla gerçek savaşçıların birlikte çalıştığı bir ortama ihtiyaç var.
Yine üniversitelerde de eskiden kalma yüksek lise zihniyetini kırmak çok zor oluyor. Misal; Osmanlıca metin okuyamayan bir kişi İngilizce sınavını geçip tarihçi(!) olurken, profesörden daha iyi Osmanlıca metin okuyabilen bir kişi İngilizce sınavını geçemediği için akademisyen olamıyor. Halbuki üniversiteler bilim üretme merkezi olmalı. Bilime aç nice genç öğretim üyesi yapılamıyor. Bir şeyler üretmek isteyenlerin önüne duvarlar çıkıyor.
"Teknofest" gibi organizasyonlara ihtiyaç duyulmasının bir sebebi de üniversitelerimizin, eğitim sistemimizin dolduramadığı bu açığı kapatmak içindir.
Burada da "Yüksek Bilim Akademisi" gibi bir isim altında bilime aç öğretim görevlileri bir ayakları üniversitede olacak şekilde istihdam edilip önleri açılabilir.
Şunu müşahede ediyoruz ki; tıkalı kanalları açmak için devlet büyük bir gayret içinde. Türkiye isimli tren katarı doğru istikamete doğru yön değiştirmeye başladı.
Ve fakat büyük bir katarın yön değiştirmesi zaman alıyor. Oysa bizim zamanımız yok. Katarın içindeki en iyileri alıp helikoptere bindirmemiz lâzım.
Ve tabii milletin manevî desteğini bütün bu gayretlere ortak etmemiz, bunun için de doğru bir bilinçlendirme ile, seferberlik ruhuyla hareket etmemiz gerekiyor.