Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ - İbtilâ Rızık Gibidir (2) - Ömer Öngüt
İbtilâ Rızık Gibidir (2)
TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ
Dizi Yazı - Tasavvuf
1 Kasım 2018

 

TASAVVUF'UN ASLI
HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ

İbtilâ ve İmtihan (26)

Bir Müminin Hayatında İbtilânın Yeri ve Önemi (13)

 

İbtilâ Rızık Gibidir (2)

Şu hakikati duyurmaya çalışıyoruz ki; Allah-u Teâlâ mükâfâta nâil etmek istediği kulunu önce imtihana tâbi tutar, imtihanını veren kullarını da bol ihsanlara nâil ve dahil eder.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Dünyada iken ibtilâların her türlüsüne katlanan kimselere kıyamet günü mükâfatlar verilirken, huzur içinde sarsıntısız bir ömür geçirenler, kendilerinin dünyada derilerinin makaslarla doğranmış olmasını temenni edeceklerdir." (Tirmizî)

Rahatlıkta gaflet vardır. Rahatı musibet, ibtilâyı nimet bilmelidir. Zâhiren sıkıntı gibi görünen nice ibtilâlar vardır ki, içinde mânevi bir hayat gizlenmiştir. Allah-u Teâlâ sevmediği kulunu nefsin arzuları ile yaşatır. Onun da zaten arzusu oydu. Böylece hayatını idame ettirir. Hakikatten haberi olmaz. Günah ve isyan yüklerini sırtına yüklenerek mahşere varır.

Sevdiklerinden de hiç ibtilâ eksik olmaz. Kötü olsaydı, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine de vermezdi. Mümin her ibtilânın arkasından mükâfatına kavuşur, ibtilânın içinde saklı olan o gizli mücevherâtı alır. İşte bunun içindir ki sıkıntılara alışmak lâzımdır.

Dünyada mihnet ve dert bitmez. Şâir ne güzel ifade etmiş:

"Ehl-i dil isen kendine zevk eyle cefayı
Mihnette bulur âşık olan zevk ile sefâyı.
Derdin olmaz derdine pâyân,
Zirâ ne biter ne tükenir mihnet-i devran."

Bizi nimetler içinde boğarken bir şey demiyoruz da, bir nimetinden mahrum edince feveran ediyoruz. Meselâ nefes darlığı çeken bir hastaya: "Sağlığını sana iâde edersem şu servetini bana verir misin?" deseler hemen râzı olur. Bir defacık rahat nefes alıp huzura kavuşabilmek için her şeyini fedâ etmek ister. Peki nefesimizi rahat alıp-verirken acaba bunun şükrünü akla getiriyor muyduk? Saymaktan âciz olduğumuz bunca nimetlerin içinde yüzerken, şükrünü ne derece edâ etmiştik? Hiç... Sonsuz ikramları, ihsanları karşısında şükrümüzün bir hiç olduğunu itiraf ediyoruz da, küçücük bir ibtilâ yüklettiği zaman neden hemen O'nu O'na şikâyete kalkıyoruz?

Allah-u Teâlâ murad ettiği zaman gelecek ibtilâları bize gösterir. Vaktiyle şöyle bir durumla karşılaşmıştık. Baktık ki eski evlerdeki tavana yakın raflar gibi, ibtilâlar sıralanmış. Çok şiddetli olduğu için "Koyalım mı koymayalım mı?" diye sordular. O ana kadar hep "İnsin insin!" derdik. Fakat vakti gelmedikçe iner mi? O zaman şöyle niyaz ettik. "Allah'ım ister koy, ister at. Senin her takdirin yerindedir. Sen hep güzel yaparsın." Bu noktaya eriştirdiğinden dolayı da Allah-u Teâlâ'ya ayrıca çok şükrettik. Çünkü daha evvel diyemiyorduk. Bir gün sonra bir yere gitmek nasip oldu ve bazı durumlar husule geldi. Akabinde takdir edilmiş olan o büyük ibtilânın düştüğünü de gördük. Amma "Düşsün!" demedik.

Buna da âmil, O'nun takdirine boyun eğmemiz oldu. Allah-u Teâlâ o âfâtı giderdi. Bu bir cevher değil midir?

Şunu kesin olarak bilmek gerekir ki, fırtınayı koparttıran Allah-u Teâlâ; boyun büktüren, o teslimiyeti yaptırarak ihsan ve ikramda bulunan yine Allah-u Teâlâ'dır.

Abdurrahman bin Cennâb -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Allah-u Teâlâ bir kul için önceden mânevî bir makam takdir etmiştir. Fakat kul ameliyle oraya ulaşamıyorsa Allah ona bedeni, çoluk çocuğu ve malı ile ilgili bir ibtilâ verir, sonra da daha önce takdir ettiği makama ulaşması için onu buna karşı sabırlı kılar." (Câmiu's-sağîr: 669)

Muhafaza etmeyi murad etmişse, rüzgârdan o kulunun kılı bile kıpırdamaz. Nefis orada başını kaldırsaydı tokmakla ezerdi...


  Önceki Sonraki