İşte bu gizli ve saklı işi Âriflerden başka hiç kimse bilemez. O'nun:"Onlar kötülüklerinin çoğaltılmasını isterler" kavli, Allah'ın sevgilisi olan kimse ile ilgili değildir. Bu ancak sâdıkların düşüncelerinde tahayyül ettikleri şey gibidir. Onlar bu sözden korkarak onu reddederler. Zira onlar bu değiştirmeyi ancak dünya hakkında tevil ederler.
Onlar O'nun katında O'nun vasfı ile bir arada bulunan, Allah'ın tedbir ve idaresine ulaşan nazar ile hemhâl olmak isterler. Kulların arasında kötülükler, kabahat işlemekten daha farklıdır; onun sahibi kıyamet gününde ondan kaçar.
Hayâ, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teâlâ'dandır. Hâl böyleyken O'ndan, onu çoğaltması nasıl temennî edilebilir? Onların tevilleri şirkin yerini tevhidle, masiyetin yerini taatle değiştirmektir. Bu ise ıstırap sahibi kulun tevilidir.
Bu durumdaki kişinin misâli, tevbe edince böyle olur.
Nitekim Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmuştur:
"Ancak tevbe edip iman eden ve salih amel işleyenler başka." (Furkân: 70)
İşte kulun fiili budur.
Daha sonra ise şöyle buyurulmuştur:
"Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir." (Furkân: 70)
Tebdîl etme, yani değiştirme ise; Allah'ın kulun tevbesinden sonraki fiilidir. Sâlih amel; O'nun kuluna yaptığı büyük şeyin âyetteki çekiciliğini gözden saklayan bu tevile ulaşan kimsenin kulağına işittirilen şeydir.
Kerîm olan Allah, onun güzelliğini kullar güzellik ve cömertliği öğrenerek, ona bedel olarak nefislerindekileri atmalarına dek onu güzellikle vasfetmiştir. İşte "Tevbe eden kimse"nin tefsiri de, aynı şekilde:"Allah'ın kendisine onu yerleştirdiği" kimsedir.
O, sevgililerinin hiçbirinin tanıyamayacağı kadar Allâh'ı tanır. Biz, Acem lisanına göre:"Şu insanın misâli hem ateştir; hem de Bârî Teâlâ'ya karşı doğru bir yol edinmektir." sözünü naklederiz.
İşte marifet ehlinin bu menzili de hatalarından değil, ancak Rabb'lerinden ileri gelir.
İlâhi sırlara ehil olanın bu ihlasa sahip oluşu Makâdir (Takdir vakti)'ne kadar uzanır. O, onun kalbinde onu uyandırır. Daha doğrusu duraksama ve oyalama hususunda geniş davranmak marifet ehlinin yapacağı bir şey değildir. Sonra o, Makâdir'in öncesine karşılık gelen hatanın başlangıcına kadar ulaşır. Ârif kişinin iyilikleri de, kötülükleri de buradadır. Makâdir'de kötülükler var edildikten sonra kötülükler, haşmet ve korkunun ta kendisi olur; ne zaman ki nefisler zuhur edip Allah'tan arz olunur, kendi şehvetlerine yönelir.
Onlar cennete doğru yol aldıklarında, Allah'ın kendi huzur-i İlâhî'sinde hazırladığı güzellikler hakkında:
"Böyle bir günde senin hakkında herhangi bir zulüm ve ayrılıktan söz edilebilir mi?" buyuracağını görmez misin?
Cennette bulunan kul, O'nun zikrinden sonra artık hışma uğramaz; artık kulların işi öyle bir işe ulaşır ki, Makâdir'in öncesinin de bidayetinde olur. Çünkü Makâdir (takdir vakti), başlangıçların ve ubudiyetlerin vaktidir. O'nun nihâyetinde ibtilâlar sona erdiği vakit, artık ubûdet zevâl bulmaz; işin icabâtı ve gerektirdikleri nihâyete erer ve kader sırrı inkişaf gösterir ki, onlardan dünya günleri artık saklanır. İşte böyle olunca da kul, kötülüklerinin çoğaltılmış olmasını temenni eder. Allah kadere dair bilgisini, fitneye düşerler diye nebîlerden, resullerden, onlardan başkalarından ve meleklerden gizlemiştir.
İşte bu ilim Allah'ın kulları üzerine olan rahmetinin bir eseri; onun dünyada iken onlardan gizlenmesi de, yine Allah'ın onlar üzerindeki büyük minnetinin bir eseridir. Onlar üzerindeki büyük minnetinden, âhirette de onun hakkında onları perdeleyecektir.
Kader sırrı imanla mücehhezdir. Nitekim cennet ehli, çadırlarında dünya yastıklarının üzerinde bulundukları halde kader sırrının muhteşemliğinden konuşurlar. Nihayet onlardan korku kaldırılır.
Bunun misâli tıpkı çocuğu bulunan bir adamın durumuna benzer. O, onunla birliktedir ve onunla şaşkınlığa uğrar, kendisine şefkatle davranır. Nitekim onu, hiçbir küçük çocuğun bir gün dahi taşıyamayacağı hazinelerin içinde addeder ve aklı zâfiyete erer. O, yüklenebileceği gücü nispetinde düzenli bir şekilde onun rızkını üzerine alır. Eğeronu, üzerinde daha da geniş tutsa, bu onu ifsâd eder. İşte onun kaderi de, O'nun üzerinde takdir ettiği bu takdire göre gerçekleşir. Tâ ki insanların müdrik olanları idrâk ettiği zaman, her taşıdığı şey babasının çizdiği hududa eşdeğer olsun.
Sonra onu kendisi için tasarladığı hazineleriyle mücehhez kılar, bunu da üzerine almış olur. İfsad ve sıkıntıdan emin olamayışı ise bunun öncesinde olur.
İşte dünyadaki müminler de böyledir; kendileri için saklanan haberlerin hepsini kaldıramazlar. Kendileri haberdar edilecek olsalar fitneye düşerler. Âhirete kavuştuklarında ise güçleri nispetinde artık onları yüklenmiş olurlar, imanla ve imanın mücehhez kıldığı şeylerle cennete dahil kılınırlar.
Bunun içindir ki Haber'de şöyle rivâyet olunmuştur:
"Şüphesiz Allah, (Kader) sırrını herhangi birine bildirmez. Şâyet bildirmiş olsaydı halk fesâda uğrardı. Sır, peygamberler -salavâtullâhi ve selâmuhû aleyhim- için de geçerlidir, eğer onu ifşâ etseydi nübüvveti ifsâd ederdi. Sır, ulemâ için de aynı şekildedir; eğer onu ifşâ etseydi umum ifsâd olurdu. Sır, melikler için de geçerlidir, onu ifşâ edecek olsaydı melikler de bozulurdu."
Fâzıl bin Muhammed, bu Hadis'i bize Süfyân bin Uyeyne'den bildirmiştir.
Bu nedenledir ki Şubî'nin İkrime'den naklettiği rivâyete göre; "Kef-He-Yâ-Ayın-Sad", "Yâ-Sîn", "Hâ-Mîm", "Tâ-Hâ", "Tâ-Sin", "Kaf" ve benzeri Hurûf-u'l-Mukâta'a'dan sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
"Onlar örtülüp gizli tutulmuştur." (Nevâdirü'l-Usûl, c. 2, s. 182)
Zira bu ilim, yalnız Resuller'e ve onların haricinde ancak Muhaddes'lere verilmiştir. Onların dışında kalan kimselere gelince; onlar bunu idrâk etmekten âcizdir.