Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Davut Aleyhisselâm hakkında şöyle buyurmuştur:
"O ne güzel kul idi, daima Allah'a yönelirdi." (Sad: 30)
Allah-u Teâlâ kalıba değil, kalbe bakar. İhlâs ile yapılan az bir ibadet kâfidir. İhlâssız yapılan bir ibadet ne kadar çok olursa olsun bir kıymeti yoktur.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"İbadetini riyâ ve dünyevî maksat ve hesaplardan hâlis et! O halde az bir amel senin için kâfidir." (Camius-sağir)
İhlâs her işin temelidir. İhlâs kaybolduğu zaman her şey kaybolur. Kalpte maraz oluşur. Böylece kişi tasarruf-u ilâhiden çıkar, kayar gider. Allah'ım cümlemizi muhafaza buyursun.
Biz hakikaten Allah'ımızın rızâsına muhtaç olduğumuzu anladığımız zaman, o bize çok çok ihsan ve ikramda bulunacak. Bunu böyle bilelim.
Meselâ çok muhtaç bir dilenci var. "Acaba bana bir şey verir mi?" diye insanın gözünün içine bakar. Yani ihtiyacını hâl ile karşısındakine hissettirir. O küçücük bir ihtiyacının giderilmesi için bu kadar boyun bükerse, ya bizim ne hale bürünmemiz lâzım?
Allah'ımız bize bu hâli duyursun ki, O'na her haliyle muhtaç olduğumuz bilelim, acizliğimizi ibraz edelim ve öylece dilenelim. Gâni olan Hazret-i Allah dilerse çok çok ikram ve ihsanda bulunur. O çok ihsanda, biz ise çok isyanda olduğumuz için lâyık-i veçhile o ihtiyacı hissedemiyoruz.
İnsan dediğin şey bir resimden ibarettir. Senin hükümsüz, değersiz ve maskeden ibaret olduğunu, resimden ibaret olduğunu sen öldükten sonra, fotoğraflarına bakarak görecekler. Sen hayatta iken göremedin. İnsan bunu bilemediği için, O'ndan O'na yakın olduğunu da bilemedi. Vaktaki Allah-u Teâlâ lütfeder, bir mahlûk kendisini ifnâ eder, zerre kadar bir pislik olduğunu gözüyle görürse, o zaman Azamet-i ilâhi kendiliğinden husule gelir. İnsan bunu görmezse kendisinde ne kadar varlık bulunursa bulunsun Allah-u Teâlâ ile arasında o kadar perde vardır. Ne kadar ifna olup, aslını bulursa azamet-i ilâhiye o kadar meydana çıkar.
Şimdi bu noktada mühim bir husus arzedelim:
Aslımız bir hayal, vehim. Üzerimizdeki bütün asar ve emanetler Sahib'imizindir. Biz bunu söylerken yalnız ağızla söylüyoruz.
Kim ki Allah-u Teâlâ'nın ihsan ve emanetini nefsine benimserse, o Allah-u Teâlâ'nın ihsan ve emaneti ile Allah-u Teâlâ'ya satış yapmaya çalışıyor demektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şöyle bir duâsı var:
"Allah'ım! Gösterişten uzak, bereketi çok, Zât'ını övücülerden olayım. Duâmız yetersizdir, red olmasın, evvel olmasın, âhir olmasın."
Burada dikkat ederseniz; "Gösterişten uzak, bereketi çok" deniliyor.
"Gösterişten uzak" da o kadar ince mânâ var ki... Her türlü gösteriş işlerinde Hakk'a perde vardır. Gösterişten uzak olursa Allah için olur, bereketi de çok olur. Eğer gösteriş olursa o perdedir; rızâ olmaz, riyâ olur.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İnsanları küçümseyip yüz çevirme! Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah kendini beğenip övünen ve böbürlenen kimseleri asla sevmez." (Lokman: 18)
Kendisini beğenenler bu aynada kendisini görsünler.
Kişinin kendisini beğenmesi, büyüklenmesi, kendisini başkalarından üstün görmesi, arındırılması gereken çok kötü huylardan ve kalp hastalıklarından birisidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyuruyorlar ki:
"Bir kimseye ilim olarak Allah'tan korkar olması yeterlidir.
Bir kimseye cehâlet olarak da kendini beğenmesi, nefsine mağrur olması yeterlidir." (Câmiüs-sağîr: 6240)
Bu en büyük tehlikeyi kimse bilmiyor ve görmüyor. En büyük tehlike işte budur.
Takdir ezeldendir, lütfettiklerinden çünkü bu yol Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a aittir. Niçin Fenâfillâh'a ermiş mürşid aranır?
Yok olmuş, Hakk'a ermiş. Binaenaleyh o yok ki icraatını yapsın. Hakk var ki, Hakk'ın lütfu tecelli ederse o kulu ihya eder.
Onun için Fenâfillâh'a ermiş Mürşid-i kâmil'in mânâsı budur.
Kendisinden biraz bir şey kalsa yine vardır. Cenâb-ı Hakk varlığı ifna ederse, kendi varlığı husule gelir, bütün işi O yapar. "Gerçek mürşid Hazret-i Allah'tır" dediğimizin sırrı da budur.
Mürşid-i kâmil fâni olduktan sonra, bâki olan Hazret-i Allah husule gelir, işi görür. Görünüşte mürşid işi görür. Bütün bu ifşaatın sırrı bu iki noktadır. Fenâfillâh'a ermiş bir Mürşid-i kâmil, Hazret-i Allah'ın kudret elidir. O onu idare eder, o robot gibidir. Halk da zanneder o idare ediyor. Hayır değil, O onu idare ediyor. Fakat halk bunu bilmez de; "Mürşid bu işi yapıyor!" der. Fakat; "Gerçek mürşid Hazret-i Allah'tır." Burada Hazret-i Allah azâmeti ile tecelli ediyor. Mahlûk bir perdedir. Perdeyi kaldır, O çıkıyor. Varlık Var'a mani. Var'a varmaya mani olan varlık budur. Perde kalktı mı zaten O'ndan başkası yok. Fakat gel de at.
Ne kadar güzel bir yol, tarifi mümkün değil.